Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Eylül 2011 Çarşamba

SABİT KEMAL BAYILDIRAN: Manzumenin Üç Hali: BAYRAK




BAYRAK


Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin örtüsü
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.


Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.


Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın, ne çıkar:
Yurda ay-yıldızının ışığı yeter.


Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün
Gölgene sığındık.


Ey şimdi süzgün, rüzgârlarla dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı…
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin altında öleceğim.


Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yer yüzünde yer beyen…
Nereye dikilmek istersen
Söyle seni oraya dikeyim!


Arif Nihat Asya
Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, 1946


Arif Nihat Asya’nın “Bayrak”ı hamasi manzumelerin en ünlüsü olmakla kalmaz, aynı zamanda benzer temalı olanların en iyisidir ve bu nedenle ‘ulusal günlerde’ en çok okunanıdır.

Bayrak, milliyetçi ideolojinin fetişlerinin başında yer almasına rağmen, kayda değer çok sayıda ‘bayrak’ şiiri yazıldığı söylenemez. Vatan ve millet konularında söylenen şiirlerle kıyaslandığında, bayrak şiirlerinin az sayıda olmasının, bayrakla ilgili imgelemlerin sınırlı oluşuna bağlı olduğu kadar, Osmanlı’da çok çeşitli ve çok değişik renklerde bayrakların kullanılmış olması, kesin formu belirlenmiş ve teke dönüştürülmüş bayrağın çok geç tespit edilmesinden doğan bir durumdan kaynaklandığı görülür. Aşağıda da örnekleyeceğimiz gibi şairler, belli imgeler etrafında dönüp durmak durumunda kalmışlardır.


Günlük konuşmalarımızda, bir kişinin ne konuştuğu sorulduğunda “Hiç, vatan, millet, Sakarya…” dendiğinde o kişinin duygulara hitap ederek hiçbir şey söylemediğini, böylece boş laflar ettiğini anlatmış oluruz. ‘Vatan, millet, Sakarya’ üçlemesi milliyetçi söylemin temel öğeleridir. Tabii pratikte ‘Sakarya’nın yerini ‘bayrak’ almaktadır.


‘Bayrak’ sözcüğü, Türkçenin komşu dillere verdiği belli başlı sözcüklerden biridir. M. Fuat Köprülü, bu sözcük hakkında şu bilgileri veriyor:


Bad- kökünden gelen ve d>y değişmesi neticesinde, bayrak şeklini alan bu kelimenin, semantik bakımından sancak kelimesi ile olan benzerliği pek açıktır. Anlaşılıyor ki, eski Türklerde b a y r a k, batırılacak, saplanacak bir silahın (msl. Mızrak ve süngü gibi) adıdır ki, savaşlarda bunun ucuna onu kullanan kahramanın ve mensûp olduğu kabîlenin alâmeti konuluyordu ve Mahmud Kaşgari devrinde (XI. asır) bu âlamet oğuzlar arasında kırmızı ipek kumaştan yapılıyordu.



[B]ayrak, tanınmış cengâverlerin savaşlarda taşıdıkları mızrağın adıdır ki, ucuna, y a k denilen yaban öküzü veya at kıllarından yahut ipekli kumaştan yapılmış bir âlâmet takılır; semantik bakımdan, sancak kelimesi bundan farksızdır; perçem, kutas, muncuk, calış ve tuğ kelimeleri de az-çok farklar ile, aynı mefhumu ifâde eder; bunlardan bazılarının hususî bir mâna almaları, daha sonraki devirlerdedir.(1)


Tarihsel gelişim içinde ulus devletin simgesi konumuna gelmeden önce ‘bayrak’ hükümdarın egemenlik sembolü olduğu gibi, önemli liderlerin, komutanların, esnaf teşekkülleriyle, tarikatların da alamet-i farikalarıydı.


Türk devletlerinde üzerinde değişik semboller bulunan pek çok renkte bayraklar olmuştur. Sözgelimi Selçukluların bayrağı siyah renkliydi. Bugünkü bayrağımıza benzeyen, ‘kırmızı zemin üzerine sola açılmış altın sarısı ay’ bulunan bayrak bir İspanyol din adamının eserinde, o zamanlar Candaroğullarına ait olan Sinop’un üzerine işlenmiş olarak görülür. Osmanlı’da değişik dönemlerde değişik renkte bayraklar kullanılmıştır. Ay yıldızlı kırmızı bayrağın yaygınlaşması II. Mahmut zamanında görülse de bu dönemde başka formda ve değişik semboller işlenmiş bayraklar da sıkça kullanılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bayrağının son ve kesin biçimi ancak 1936 yılında yürürlüğe giren bir yasayla kesinleşmiştir. Arif Nihat Asya da “Bayrak” manzumesini bu kesinleşmenin onuncu yılında yazmıştır.


İslamiyet öncesi, elimizde bayrak/sancak/tuğ temalı bir şiir yoktur. Osmanlı döneminde bayrak ehl-i küfre karşı İslam ümmetinin simgesi olarak yüceltilmiştir; o da çok geç tarihlerde.


Gazi Giray (XVI. yy), “Râyete meylederiz kâmet-i dilcû yerine/ Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoşbû yerine”(2) beytinde ‘Tuğ’ sözcüğünü kullanırken, bayrağı sevgilisiyle kıyaslamakta, bayrağın daha önemli olduğunu işaret etmektedir. Hayâli ise, İran’a yapılan sefer için söylediği manzumede “Yürüsün sahib-i hatem sancak çekip tuğlar ile/ Başı üsküf sırtı kaplan postlu can kullar ile”(3) derken ‘sancak’ ile ‘tuğ’u birlikte kullanıyor. Tuğ da sancak da burada iktidar sembolüdür; demek ki o zaman iki sembol aynı anda yürürlüktedir; Bizans’tan öğrenilen ‘bayrak’ kültürüyle, Orta Asya’dan getirilen ‘tuğ’ aynı anda aynı şeyi anlatmaktadır.


Şu dörtlükte de ‘yeşil’ bayrak dikkati çekiyor:

Çalık Hasan eydür: Beyler,
Yardımcınız olsun pîrler
Yeşil bayrak sarı tuğlar
Çekilir Bağdat üstüne


Osmanlı’da yeşil bayrak, Muhammet Peygamberin bayrağı kabul edildiğinden İslam’ın sembolü olarak kullanıldı. Bektaşi Ocağına bağlı olan yeniçerilerin gözünde Şii İran Müslüman sayılmadığı için, onlara karşı ‘yeşil bayrak’ çekilmektedir.

Tuğlar çıkıp sancağımız çekilir
Bir od düştü cihan yanar yakılır
Yine ilin vilayetin yıkılır
Şan ne akıl ettin aldın Bağdadı


Kayıkçı Kul Mustafa yukarıdaki dörtlükte ‘sancak’ı kullanırsa da Bektaşiler, dolayısıyla yeniçeriler daha çok ‘bayrak’ sözcüğünü kullanmayı yeğlemişlerdir: Âşık Mehmed, 1897 Yunan Savaşı sırasında yazdığı manzumede şöyle der:

İnayet-i rahman yetişti bize
Üçler’le Yediler hem Kırklar bile
Birlikte girdiler Yeni Şehir’e
Şükür fetheyledik diktik bayrağı


II. Mahmut, yeniçeri ocağını kaldırıp Bektaşi dergâhlarını kapattıktan sonra, ‘bayrak’ sözcüğünün kullanımını yasaklamış, yerine ‘sancak’ sözcüğünün kullanılmasını emretmiştir. Bu nedenle olsa gerek, Tevfik Fikret, manzumesinin adını “Sancağa Karşı” koymuştur. Bu manzumede de bayrak henüz Türklüğün sembolü değil, İslam’ın sembolüdür: “Ey râyet-i peygamber, ey ümmid-i ahir/ milyonlarla kulübun”(4) dizeleriyle başlayan manzumede, kendisi dindar olmasa da Fikret, sancağa kutsallık katmak için onun peygambere ait olduğunu söylüyor. Daha sonra yazılan şiirlerde bayrağın ‘millete ait’ olduğu vurgulanacaktır.


“Asker Geçerken”de Fikret, artık yaygınlaşmış olan kırmızı bayrağa vurgu yapar, onu ‘ezelî bir tan’a benzetir:

sancak, o reng-i âl ile fecr-i ezel gibi
fevk-i mehâbetinde saçar mevc mevc fer
.(5)


Mehmet Emin de “Anadolu’dan Bir Ses…”te ‘din’i henüz dışlamamaktadır: “Yaradan’ın Kitab’ını kaldırtmam/ Osman’cığın bayrağını aldırtmam”. ‘Osmancık’, Cumhuriyet’le birlikte, geçmişle bağı koparmak adına Mehmetçik’e dönüşecektir.


Osmanlı, Balkanlarda dünkü ‘kölelerine’ yenilip geri çekildikçe ‘bayrak’lı şiirler artmağa başlar. Bayrağın rengi ile kan arasında sürekli bir bağ kurulur. “Türk bayrağının doğuşu” efsanesi de bu sıralarda oluşturulmağa başlar. Nitekim Ali Ekrem Bolayır “Sancak”ta al bayrağı Türklüğün sembolü değil de ‘üç yüz milyon Müslüman’ın sembolü olarak görür (Bu arada Türklerin Müslümanların önderi olduğunu vurgular ki bu, günümüzde de yaşayan bir bakıştır.) ve toplumu savaşmaya motive etmek için Osmanlı’nın o parlak günlerine tekrar dönüleceği umudunu aşılamağa çalışır:

Şehitlerin kanıyle
Aldır vatan toprağı,
Onun için al olmuş
Osmanlının sancağı.



Senin idi bu âlem
Ulu sancak, hak sancak!
Üç yüz milyon Müslüman
Yine senin olacak!


Vatan toprağının kırmızılığını şehit kanına bağlaması, çirkin bir imgedir; geçmişe özlem ise ‘senin idi’ sözünde yatıyor. İsmail Safa, Yunan Savaşında yaralananları uğurlamak için yazdığı “Gazileri İstikbal”de Yunan’ın bağımsızlık savaşımını “O gösterdi endâmını kaddini/ Varıp siz de bildirdiniz haddini” dizesinde belirttiği gibi, haddini aşmak olarak belirtiyor. Bayrak için de şunları söylüyor aynı manzumede:

O bayrak ki hem şekl-i necm ü hilâl
Olur nura gark ettiği yer helâl;


O bayrak ki bir hüccet-i iyddir
İşi matem-i zulmü teb’iddir.


O bayrak ki Kur’an’ı ilân kılar
O bayrağa kurbandır Osmanlılar
(6)


İsmail Safa, ay-yıldızı şiire taşıyan ilk kişi oluyor bu durumda. Ay-yıldızın ışıması, bu ışıkla yurdu aydınlatması, bu tip manzumelerin temel mecazlarından biri olacaktır. Şair, burada Yunan’ı zalim olmakla suçluyor; bayrağı bir mürsel mecaz biçiminde kullanarak, Osmanlı’nın gittiği yerden zulmü kovduğunu belirtiyor. İsmail Safa, Yunan’a karşı yapılan ‘tedip’ hareketinin meşruiyetini Kur’an’la sağlamak peşindedir. Yunan’ın ‘milli’ bir mücadele verdiğinin farkında olmadığı için mücadeleyi hâlâ hilâl/salip şeklinde değerlendiriyor.


İsmail Safa’nın bu manzumesinden sonra, Balkanlardaki mücadele artık Türk ve ‘öteki’ arasındadır. Fakat şairler, kitleleri ajite etme ‘görev’ini yükümlendiklerinden İslam’ı, Kur’an’ı öne sürmekten uzak durmazlar.


Ali Canip [Yöntem], Farsça tamlamalara savaş açacak olan, ‘Milli Edebiyat’ın örgütlendiği dergi olan Genç Kalemler’in 10. sayısında (1911) “Al Bayrağımıza” manzumesini yayımlar. Manzume, Servet-i Fünun dilinden pek uzak değil. Ali Canip, Osmanlı’nın eski ‘uşak’larına yenilmiş, Balkanları yitirmiş olmasına için için yanmaktadır:

Ey zîr-i sâyesinde Selim’in ve Fatih’in
İclâl ü ihtişamı gülen parlayan livâ,
Sen bir zamân cihânlara lerziş-nümûn idin;
Yüksel burûc-i şân, yeter artık inzivâ,
Yüksel ki âlihât-ı zafer eyler intizâr! ...

Yüksel yaraşmıyor bu kadar küçük sedir
Yüksel kifayet etmiyor evvelki i’tilâ
Yüksel ki her nazar yine her lâhza sendedir.
Yüksel ki bak hilâline meftûn durur semâ!.
Yüksel evet…Muhît-i şükûhunda gölgeler
Yüksel ki kalmasın sana ey ârâyiş-i zafer! ...
(7)

Ali Canip, bakışlarını geçmişe çevirerek günden yakınmaktadır. Gölgesinde Selim’in ve Fatih’in yüceliği ve görkemi ışıldayan bayrak, artık o dönemden çok uzaktadır. Şair, bayrağın yükselmesini, eski günlerdeki gibi zaferlerle ışıldamasını istiyor. Dikkati çeken bir yön de, Ali Canip’in bu manzumesinde İslam’a gönderme yapmamasıdır.


Bir devlet şairi olan Orhan Seyfi, Birinci Dünya Savaşı sonunda, o herc ü merc içinde, “Sancağa” manzumesiyle millete moral vermeğe çalışmaktaysa da, “İstiklâl Marşı”nın ‘Korkma!’ diye haykıran gür ve inançlı sesini yakalayamamaktadır. İçinde bulunulan durumun boğucu havasından kaçabilmek için ‘bir zamanlar’a sığınılmaktadır. Osmanlı’nın son yüzyılı, gerek milliyetçi ideolojinin doğup yükselmesinden olsun, gerek Batı kapitalizminin yarattığı teknolojinin gücünden olsun yenilgilerle, büyük toprak kayıplarıyla geçmiştir. Bu da şairleri “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” nostaljisine gömmekte, onları nostaljik duyarlığa itmektedir. Orhan Seyfi de ‘bir zamanlar’ın yâdıyla teselli bulmağa çalışıyor:

Bir kızıl alevdin gökde bir zaman;
Solardı renginden nuru güneşin.
Şimdi bir dumansın, kara bir duman;
Sinmiş gönüllere sanki ateşin.


Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük travma manzumeye iyice sinmiş, “Doğru mu bu kadar ye’se kapılmak,/ Korkarım, bu matem günah olmasın” diyen Orhan Seyfi, yenilginin ardından “Ne kadar karanlık olsa geceler/Mümkün mü sonunda sabah olmasın” gibi çok tekrarlanmış bir mecaza sığınmaktadır. Renginden dolayı bayrağımızı ‘güneş’e, ‘şafak’a, ‘alev’e, ‘ateş’e, ‘gül’e benzetmeler peş peşe gidiyor, kendisinden sonra gelecek şairlere yol açıyor. Sonraları her kim ‘bayrak’ temalı manzume yazarsa bu benzetmelerle bir ilgi kuracaktır. Nitekim çocuklar için yazdığı şiirlerle Cumhuriyet’in resmi ideolojisini öğrencilerin beynine yerleştirmeyi amaçlayan Hasan Âli Yücel “Bayrağım”da, ‘renginin şafaktan kırmızı’ olduğunu söyleyecektir. Bütün milliyetçiler gibi Hasan Âli Yücel de ölümü kutsayacak, bayrak için can vermeyi vazgeçilmez ‘hak’ların başına yerleştirecektir. Kanın rengi ile bayrağın rengi arasında kurulan bağ, “Bayrağım”da da yineleniyor:

Onun ateş kırmızısı
Ne gelincik, ne gülden
Türk oğlunun öz kanıdır
Ona bu al rengi veren


Hasan Âli Yücel’e göre bayrağı, ‘öteki’ bayraklardan üstün tutmak, Devlet’in yükümlediği bir görev değil, bir haktır. Bu hak için can vermek de kan dökmek de her Türk’ün vazifesidir. Faruk Nafiz de “Bayrak Altında”da manzumesinde ‘gönül’ün rahat edeceği adresi şöyle anlatıyor:

Üstünde bu bayrak dalgalandıkça
Gönlümüz rahattır toprak altında


Bayrak temalı şiirlerden başka bir örnek, Halide Nusret Zorlutuna’nın “Ankara Kalesinde Bayrak”ında yine aynı benzetmeler, mecazlar sıralanır:


Dalga dalga alev, kan… Hayır! Dalga dalga tan!
Onun al ışığında hür yaşıyor bu vatan:

Benim gül gül bayrağım… Kurbandır ona canım.


Halide Nusret, “Bayrak Merasiminde”de ‘gül’ ve ‘kan’ı yeniden işleyecektir:


Ona gül rengi vermiş dökülen kanlarımız,
Solmasın ey yüce Tanrım budur ancak varımız!


Yukarıdaki manzumelere ters düşen iki ürün var: Dıranas’ın ve Orhan Veli’nin aynı adı taşıyan eserleri: “Bayrak’.


Milliyetçiliğin doruklarda gezindiği 1937 yılında yazılmasına rağmen Dıranas’ın şiirinde ‘ulusal bayrağı’ işaret eden hiçbir şey yok; o bayrağı genel bir kavram olarak ele almış; hatta bu manzumedeki ‘bayrak’ı, bu nedenle uğruna ölünecek ‘ideal’ olarak da yorumlamak daha doğru bir yaklaşım olur. Gerçi ‘ideal’ kavramını sınırlayan, onu ‘sınıfsal’ bir kavganın simgesi olarak yorumlamaya iten “Kaldı birden bire step/ Yalın ayaklar altında” dizeleridir ve burada yoksulların amaçları için başkaldırmalarına gönderme var gibidir. Buna rağmen, Dıranas, ‘ideal’ uğruna ölmeyi yücelterek, ‘bayrak’ kavramını genişletmiş olur:


Ne toprağa gömülmektir
Ne ruhun uçması tenden!
Ölüm, ölüm, gülerekten
Bir bayrak altında ölmektir.


Gerek Dıranas’ınki gerekse Orhan Veli’ninki, ders kitaplarında yer alamayacak iki manzumedir. Orhan Veli’nin şiiri her ne kadar 1957’de yayımlanmışsa da, şiirin İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaşı nakzetmek için yazıldığı belli oluyor. Orhan Veli, kremalı keklik, zeytinyağlı enginar yiyemeyen, Black And White viskisi içemeyen milyonlar adına konuşarak, savaşın anlamsızlığını, ölümlerin yoksullara bir şey kazandırmadığını çok ince, hüzünlü bir ironiyle iletir:


Biz bir bayrak getirdik buraya kadar;
Onu daha ileriye götürürler;
Şu dünyada topu topu
İki milyar kişiyiz,
Birbirimizi biliriz.


Arif Nihat Asya’nın “Bayrak”ı, resmi ideoloji doğrultusunda yazılan en iyi manzume olduğu içindir ki en çok bilinen ‘bayrak şiiri’ olmuştur. Asya, ‘bayrak’ temalı dört manzume yazmasına rağmen, içlerinden en sevileni yukarıya aldığımız ürünü olmuştur. Asya’nın manzumesinin sevilmesinde onun farklı bir duyarlığı dillendirmiş olması neden olamaz; çünkü bu temayı işleyen bütün manzumeler benzer şeyler söylemektedirler: “Ben kendimi bayrağa adadım!”


Bu manzumenin sevilmesinde o zaman başka nedenler aramak gerekir: Asya’nın manzumesinin en belirgin tarafı, onun ölçüsüz yazılmış olmasıdır. Gerçi Orhan Veli’ninki de ölçüsüz ama Orhan Veli farklı bir ideolojiyle yazmıştır eserini. Resmi ideolojinin insanları ölmeğe teşvik eden ideolojisinin tersine, bayrak adına ölmenin anlamsızlığını yazdığı içindir ki Devlet tarafından ‘kullanılan’ bir ürün olmaktan uzakta duruyor Orhan Veli’nin şiiri.


Serbest ölçü, artık aruzun ve hecenin ‘eskimişlik’ine karşı yeni kuşaklara daha iyi hitap etmektedir. Sanayileşen, iletişimin bu kadar etkin olduğu bir toplumda ölçülü şiir daha dural bir etki yaratmakta, günümüz insanının cevvaliyetine hitap edememektedir. Denilebilir ki aynı şairin “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” manzumesi de ölçüsüz yazılmıştır; o, neden bu ‘Bayrak’ şiiri kadar öne sürülmemiştir?


Her iki manzume karşılaştırıldığında aradaki önemli farklar görülecektir. Bir kez “Bayrak”ta şair direkt olarak bayrağa seslenmekte ve onun bendesi olduğunu, kendisini o’na adadığını haykırmaktadır. Oysa “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor”da şair, ‘meçhul asker’ dolayısıyla bayrağa değiniyor. Ayrıca “Bir Bayrak…”ta topluma ince bir eleştiri var: “Destanı öksüz, sükûtu derin/ Meçhul askerin” Meçhul Asker’in destanının öksüz, sessizliğinin derin oluşu, milliyetçiliğin o yıllarda Devlet tarafından yargılanıyor oluşundan olmalıdır. Eleştiri bir gönül koyma biçiminde olsa da Devlet’in hoşuna gitmez.


Bayrağın rüzgârsız kalmasında, dalgalanmak için rüzgâr beklemesindeki ima, İkinci Dünya Savaşının demokrasi cephesi tarafından kazanılması üzerine dönemin iktidarının milliyetçilerin üzerine yürümesinin payı da göz ardı edilmemelidir. ‘Turancı’lara açılan davanın milliyetçileri sindirdiği söylenebilir. Bu da doğal olarak ‘milliyetçi/muhafazakâr’ Arif Nihat’ın ürününe yansıyacaktır. Şair, İkinci Dünya Savaşı dönemindeki milliyetçiliğin o coşkun günlerini özlemle anacak, o günlerin rüzgârının yeniden esmesini bekleyecektir. Bu da bir süre sonra ABD’nin estirdiği soğuk savaş rüzgârlarıyla gerçekleşecektir. Bu arada ‘Turancı’lar mahkeme tarafından ideolojileri yüceltilerek aklanacaklardır zaten.


“Bayrak” manzumesinin ‘ulusal günlerde’ en çok okunan manzume olmasının bir nedeni de şairin yakaladığı ‘ses’tir. “Sanat” adlı rubaisinde sesin önemini şöyle vurgular:


Şâir kişiler, kuş kuşunuz, dal dalınız
Dallarından renk, kuştan âhenk alınız
Ses, sadece mûsıkinin emrinde değil,
Rengin balı, ressamın değildir yalnız


Kitleleri harekete geçirmek isteyen ürünlerde, onları ajite etmek için ses çok büyük önem kazanır. Bunu en iyi örneklerini Nâzım vermiştir. Sosyalist eylemlerde, işçileri ve sosyalistleri ajite etmek için en çok okunan şiirlerin başında “Güneşi İçenlerin Türküsü” gelir. Nâzım bu şiirinde kıvrak, yüksek bir ses yakalar. Bu, o zamana kadar şiirimizde görülmemiş bir olgudur:

Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!


Nâzım, Türkçede ilk kez ölçüyü yıkıp ‘dize’den uzaklaşarak şiirde ‘bütün’e yönelmekte, ölçüyü kırarken de ‘ses’i öne çokça çıkarmaktadır. Bu da onun ürünlerine ‘meydan şiiri’ özelliği katmaktadır.


Asya’da Nâzım’ın birinci dönemdeki şiirlerinin cevvaliyeti olmasa da, bayrak temalı öbür manzumelere göre yukarıya aldığımız manzumesi ‘meydan şiiri’ olma özelliğini taşıması bakımından öne çıkmaktadır.


Mehmet Âkif, “İstiklâl Marşı”nda ikinci kıtada bayrağa seslenmekte; ona gelecek özgür günler adına güvence vermekteydi. Arif Nihat, doğrudan doğruya ‘ey!’ hitabıyla övgülerle bayrağa seslenmektedir. “Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım” dizesindeki ‘senin’ sözcükleri haşiv gibi duruyorsa da, bayrağı öne çıkarma gibi bir işlev yüklenmiş durumdadır. Aynı durum ikinci kıtanın ilk dizesindeki ‘benim’ sözcüğü için de geçerlidir. Manzume yüksek sesle okunduğunda fazladan gibi duran bu sözcüklerin hitabette çok etkili olduğu görülür. Asya, bu dizeden itibaren Doğu’ya özgü bir abartıya başvurmuş. Burada ‘destan’ı düz anlamda okursak, ‘ay-yıldızlı al bayrak’ olgusu yakın zamana aittir ve bu yakın zaman yenilgiler dönemidir; bu bakımdan ‘destan’lık bir özelliği yoktur. Bu bayrak’ı Türk milletinin bir mecazı olarak okursak da milletleşme sürecinin XIX. yüzyıl olduğu ve bu yüzyıllarda ‘destanlık’ bir başarıdan söz edilemeyeceği bir gerçektir. Milliyetçiliğin akıl tutulmasında ‘millet’i belli bir tarihsel dönemin olgusu olarak değil de, aşiret döneminde de var olduğuna inanmasında görürüz. Nitekim “Onlar”da atalarını anlatırken şöyle der:

Yurda baş dedikleri bir
Ağır adakla geldiler
Ve şu bayraksız dünyaya,
Bayrakla geldiler.


Kopardılar ayı gökten,
Bir ipek dala astılar…


Görüldüğü gibi şair, ay-yıldızlı bayrağın Türkler tarafından öteden beri kullanıldığını sanmakta, övgüsünü yaparken de uzak geçmişe yaslanmak istemektedir.


Şair ‘yazacağım, kazacağım, bozacağım, öleceğim’ gibi gelecek zamanlı kip kullanırken de yapmak istediklerine kesinlik katmak istemiştir. Bu arada şairin hiddetinden kuşlar bile payını almaktadır. Kuşun bayrağa selam vermesi düşünülemez; bu durumda şair bütün kuşları yuvalarından edecektir! Her ulusun milliyetçisi benzer bir çabaya girerse, yeryüzünde kuş neslinin kökü kurutulmuş olur!


Zaten milliyetçiliğin çıkmazı da buradadır. ‘Sana benim gözümle bakmayanın’ derken şair, öteki ulusların milliyetçilerinin de benzer sözleri söyleyebileceğini düşünmemiş, her ulusun milliyetçisi benzer söz söyleyince savaşsız bir günün değil, bir ânın bile geçemeyeceğini göz ardı etmiştir.


Mehmet Âkif “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” derken (ben’ zamirini ‘İslam milleti’ adına kullanmaktaydı; Arif Nihat Asya ise birinci tekil kişi zamirini ‘kendi’ adına kullanmakta, onu ‘biz’ yerine kullanıp anlamı genişletmemektedir. Nitekim “Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün” dizesinde ‘biz’i ‘Türk milleti’nin zamiri olarak kullanmaktadır.


Daha önce de değindiğimiz gibi, bir imparatorluk artığı devletlerin yurttaşları, sürekli olarak mirasçısı olduklarına inandıkları eski devletin o geniş sınırlarını özlerler ve yaşadıkları devletin sınırlarını kendilerine dar görürler. Tarihte kendi etnisitelerinin kurduğu devletin en geniş sınırlarını kendilerine doğal hak olarak görürler. Sözgelimi kendisini Pers İmparatorluğunun mirasçısı olarak gören İran milliyetçisi, atalarının ulaştığı son sınır olan Yunanistan’daki Maraton köyüne kadar olan yerleri kendilerinin doğal ama ellerinden zorla alınmış mirası olarak görmekte midirler, bilmiyorum. Ama bizim milliyetçi şairlerimiz Rakofça kırlarının ‘hür’ havasını özler dururlar! Atalarının ‘Anatolia’ dedikleri Anadolu’yu işgal eden Yunan’ı kınayan milliyetçilerimiz öte yandan Balkan rüyaları görürler. İşte bu nedenle bayrağa “Yeryüzünde yer beyen/ Nereye dikilmek istersen/ Söyle, seni oraya dikeyim!” gibi sözlerle hitap etmek, başka ülkelerin bağımsızlığına hor bakmak, savaş kışkırtıcılığı yapmak dışında bir anlam taşımaz.

Günlük konuşmalarda, siyasi söylemde milliyetçi taassup için için sürse de, milliyetçilik şiir alanında gündemden düşmektedir. Günümüzde bu tarz milliyetçi şiir artık yazılmamaktadır. Fransız milliyetçilerinin Almanlar, Alman milliyetçilerinin Fransızlar hakkında yazdıkları aşağılayıcı şiirler bugün anakronik bir hal almıştır. Herhalde bu ulusların gençleri o şiirleri okuyup bıyık altından gülmektedirler.

İslamcı akım, dün birlikte yaşadığı ‘milliyetçilik’ten günümüzde uzaklaşmışsa da, kimi sosyalistlerin anti-emperyalizm adına milliyetçiliğe sarıldıkları görülmektedir.


Arif Nihat Asya’nın milliyetçiliği, hiçbir zaman ‘ırkçı’ bir özellik taşımasa da Kemalizm’den ayrıldığı nokta onun ‘muhafazakâr” oluşudur. “Köylülükte yetişmiş (…) esnaf geleneğinin çocuğu”(8), yani muhafazakârlığın doğal mirasçısı olarak, Osmanlı’yı ‘köhne, iki yüzlü, her kalıba girmemizi tavsiye eden bu zihniyet asırlar ve asırlarca Türk oğluna afyon yutturmuş, onu uyutmağa çalışmış”(9) diye yeren resmi ideolojinin bu yönüne uzak durmaktadır. Bu noktada uzak durmuş olması, onu resmi ideolojiye bağlı olmaktan alıkoymaz, sadece Hasan Âli’nin temsil ettiği çizgiye sempatiyle bakmadığı da bir gerçektir. Yoksa Ahmet Kabaklı’nın dediği gibi “Necmettin Halil gibi onun [Arif Nihat Asya] da Milli Kurtuluşu temsil eden Ankara’ya bağlı olduğu şüphesiz. Hatta Ankara tarafından korunduğu da görülüyor.”(10) Devletin temsil ettiği statüyle tek çelişkisi, Yahya Kemal gibi kültürel bireşim alanındadır. Bu nedenle ‘muhafazkârlık’a daha sıcak bakan Demokrat Parti’den 1950’de milletvekili seçilmiştir.


Muhafazakârlığın şu tespiti çok ilginçtir:


İlk şiirleri elimizde bulunmadığı için Arif Nihat Asya’nın başlangıçta hangi şairleri, hangi üslûpları izlediğini tayin edemiyoruz. Ancak bildiğimiz, bu sanatçının ömrü boyunca Batı Şiiri’ne açılmadığı ve kapılmadığıdır.(11)


Kabaklı, bu sözleri şairi övmek için söylemektedir. Muhafazakârlara göre Batı şiirine açılmak ve kapılmak Türklüğü rencide edicidir. Oysa Arif Nihat Asya’nın kendisi gibi olmaya özendiği Yahya Kemal bir zamanlar Baudelaireperest olduğunu, Batının mektebinde okuduğunu övünerek söyler. Arif Nihat’ın övündüğü milliyetçilik dâhil, kıyafetine kadar her şey Batı’dan ithaldir. Yukarıya aldığımız Bayrak manzumesi de tema olarak Fransa’dan ithaldir.


Edebiyatın, özellikle şiirin, toplumsal değişimle birlikte yürüdüğü gerçeği, Ogün Kaymak’ın “Bayrağa Mersiye”sinde çok belirgindir:

Öğretmenim bana bayrağımızı çok sevdirdiniz
Şafaklara benzettiniz renginden – mersi
Dalgalandık biz onunla her dem, yaşım yediydi
Nazlandı, sanki bir kumaş parçası değil, her ayın ince evveli


Bak! Onun altında gidiyor şimdi genç ölü
Şehit dedik ulusça, çünkü onun (!) uğruna
Ayırdı bedenini ruhundan, karamelden de ve yavuklusundan
Künyesine eklenmiş bir şarapnel parçası
Ya da bir mermi ki atından inmeyen korsan


Peki öğretmenim bu bayrak kimleri korur en çok?
Sınırlar mı dediniz? Geçtim oralardan, hep taş hep toprak
Mayınlar mı dediniz, göğe seremezsiniz
Yoksulluğu korur mu peki bu bayrak? Açlık ve sevgisizlik aşılanan bir yurdu
Yüksek sermayesini korur mu? Dilime dolanan ulusların
Başka bir kıtadan ta buraya, kibirli bir apolet midir bayraktaki o yıldız?


Öğretmenim ben kendi bayrağımı dikeceğim artık müsaadenizle
İlmeğini sevgilimden çalacağım koklayarak
Rengi kâh Kahire’den akacak omuzlarıma, kâh Ürdün’den, İsrail’den
Uğruna can vermeyeceğiz, yaşayacağız!
Dans edeceğiz belimize dolayıp


Kaymak, bu şiirde ‘bayrak’a değil, onu yücelten, Devlet’in öğretmenine sesleniyor. Çünkü o ideolojiyi çocuğun beynine öğretmen işlemektedir. İkinci dizedeki ‘mersi’ sözcüğü yeni kuşakların bir yandan Batı kültürüyle (iletişim imkânlarının artışıyla, eğitimle, turizmle, evlenmelerle) artık iç içe yaşamasından kaynaklanan ‘öteki’ni düşman görmekten uzak olduğunu gösterirken, bir yandan resmi ideolojiyi nakzeden bıyık altından bir gülümsemeyi de ifade ediyor.


Milliyetçi/muhafazakâr düşüncede bayrakla birlikte ‘şehit’ diye yüceltilen ‘genç ölü’nün ardından Kaymak, ‘karamel ve yavuklu’dan diyerek iki ayrıntıyı birden vererek, yaşamanın tadını hatırlatmakta, ‘bayrak için ölmek’ ideolojisinin büyüsünün üstünü çizmektedir.


Kaymak’ın resmi ideolojiye tavrını koyduğu dize “Peki öğretmenin bayrak kimleri korur en çok?” dizesinin sorusunda yatmaktadır. Ulus devletle birlikte yurttaşların mülksüz kesimi hep ‘ölümle’ yüceltilmişlerdir. İş istediğinde yüzüne bakılmayan mülksüz, fabrikada ‘iş kazası’ sonucu ölse farkına varılmayan işçi, egemenlerin mülklerini koruma adına ölünce, yaşarken hiç görmediği itibarı görmekte, cenazesi Devlet erkânının katılımıyla alayı vala ile kaldırılmaktadır.


‘Yoksulluğu korur mu?’ sorusuyla Kaymak, alaysamaya başvurarak, ülkeye hamasetle ‘açlık ve sevgisizlik aşılan’dığını belirtir. Kaymak’ın ‘Başka bir kıtadan’ sözüyle ABD’yi işaret etmesi de ilginçtir. Bu ima ile bayrak’ın başka bir ülkenin çıkarını korumakta perde olarak kullanıldığını da dolaylı yoldan söylemiş olmaktadır şair.


Son kıtada şair, itiraz ettiği ideolojiye karşı önerisini dillendirmektedir: Kaymak’ın bayrak’ı ‘ulusal bayrak’ olmaktan çıkmakta ‘kendi bayrak’ı olmaktadır. Burada ‘o bayrak’a yabancılaştırıldığını, öğretmene itirazıyla dillendiren şair, sevgilisinden çalacağı ilmekle –ki bu ilmek sevgilisinden olan çocuğunu çağrıştırıyor- yeniden üretecektir. Bu, resmi ideolojinin tartışılarak karşısına başka bir düşüncenin dikilmesi çabasıdır.


İlginç bir gönderme de, Kaymak’ın bayrağı, çevremizdeki halkları dışlamaması, onları düşman görmemesidir. Bunda şiirin yazıldığı dönemde Ortadoğu’da özellikle Arap ülkelerinde yaşanan halk hareketlerinin payı vardır.


Ama itirazın en güzeli, gelecekteki ‘bayrak’ sevgisinin varacağı noktayı işaret eden son iki dizesidir:

Uğruna can vermeyeceğiz, yaşayacağız
Dans edeceğiz belimize dolayıp


Ogün Kaymak’ın şiirine de yansıyan değişim, Asya’nın “Bayrak”ına da yansıyacaktır doğal olarak.


Arif Nihat Asya, şiirimizde iz bırakmadan geçip gitmiştir. Artık hamasi toplantılarda bile okunmamaktadır. “Bayrak” manzumesi de okullarda ‘ulusal günler’e mahkûm durumdadır.



SABİT KEMAL BAYILDIRAN

_______________

(1) İslam Ansiklopedisi, ‘Bayrak’ md.
(2) Sevgilinin gönül çekici boy posu yerine bayrağa eğilimimiz vardır; güzel kokulu saç yerine tuğa gönül bağlamışız
(3) sahib-i hatem: mühür sahibi, ‘vezir-i âzam’ kastedilmektedir. Üsküf: yeniçeri başlığı
(4) Ey peygamber sancağı, ey milyonlarla kalbin son umudu
(5) Bayrak, o al rengiyle ezeli bir tan gibi/heybetli tepesinden dalga dalga şan ve şeref saçıyor.
(6) şekl-i necm ü hilâl: hilal ve yıldız biçiminde, nur: ışık, gark olmak: batmak, hüccet-i iyd: bayram delili, matem-i zulm: zulüm yası, teb’it: uzaklaştırma, kovma
(7) Zîr-i sâye : gölge altı, gölgesinde, iclâl ü ihtişam: büyüklük ve görkem, livâ: bayrak, lerziş-i nümûn: titreyiş gösteren, titreten, burûc ü şân: şan burçları, inzivâ: bir köşeye çekilme, âlihât-ı zafer: zafere tapınma, intizâr: bekleme, gözleme, kifayet: yeterli, i’tilâ: yükselme, nazar: bakış, lahza: an, meftûn: vurgun, hayran, muhît-i şükûh: ululuk çevresi, ârâyiş-i zafer: zaferin süsü
(8) Ahmet Kabaklı, Arif Nihat Asya, Şiirler, Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, içinde, 1971, s. I,
(9) Hasan Âli [Yücel]’in konuşmasından. Birinci Türk Dil Kurultayı, İstanbul 1933, s.212
(10) Age, s.IV
(11) Ahmet Kabaklı, Age, s. XX






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder