Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Eylül 2011 Çarşamba

TEMEL DEMİRER: Masumiyet’ten Manzara’ya Orhan Pamuk




“Edebiyat öğretilen şeydir.”[1]


Orhan Pamuk’un yapıtları hakkında yazmak, her seferinde daha “zor” benim için…


O, kendini yenilemeyip, tekrar ettikçe; Onun hakkında yazacaklarım da başka türlü olamıyor ki, “zorluk” da bu, burada…


Çünkü Pamuk’un yapıtlarını her okuduğumda; Terentius’un, “İnsan istediğini yapamıyorsa, yapabileceğini istemeli”; Rabintdranath Tagore’un, “Orada durup suya bakarak denizi aşamazsın,” sözlerini anımsarım; daha doğrusu Onun yapıtlarındaki zihniyet bana bunları hatırlatır.


Aslı sorulursa “güzeli”/ “güzelliği” tarifindeki soru(n)daki, ufuksuz, yüzeysel nakliliğiyle Pamuk’un yapıtlarında dünyayı değiştirecek “hayal gücü” yoktur; O bundan kesinlikle yoksundur.


Louis Aragon’un, “Hayal gücün, sevgili dostum, senin hayalinin alamayacağı kadar değerli”; Andre Breton’un, “Bir atın bir domatesin üstünde dörtnala kalktığını gözünde canlandıramayan, salağın tekidir,” deyişlerine ekler, Albert Camus de: “Düş gücü uykuya dalınca, sözcüklerin anlamı boşalır.”…


Post-modern edebiyatın bu “önemli” kalemi için Necati Doğru (Can Yücel’in daha önce ‘Benim Adım Kırmızı’ya ilişkin dizelerindeki tespitini anımsatarak), “Romancı olacağına pazarlamacı olsaydı da ‘Nobel’ alırdı. Yüksek kabiliyet, bulunmaz yetenek. Her şeyi pazarlıyor. Ve başarıyor. Pazarlamacıların kralı olurdu. Dünyanın en büyük şirketinin CEO’su yaparlardı, pazarlama Nobel’ini de ona verirlerdi,” derken; ABD eski Başkanı Bush’un eşi Laura Bush ise, ‘Benim Adım Kırmızı’yı öve öve bitiremez.


Aslı sorulursa; ABD’de yaşayan ve José Saramago gibi, “Hep şu iki soruyu sorarım: Kaç ülkenin ABD’de askerî üssü var? Ve kaç ülkede ABD’nin askerî üssü yok?” türünden soru(n)larla iştigal etmeyen Pamuk’a yönelik “eleştiriler” de, “övgüler” de boşuna ve karşılıksız değildir…


Post-modern söylemin argümanlara sığınan Pamuk’un, Aristoteles’in, “İradenin efendisi, vicdanının esiri ol,” uyarısına sırt dönen her post-modern kaçış gibi, ciddi bir toplumsal vicdan, sınıfsal ahlâk problemi vardır. Ve bu alanda yalnız değildir; hatta denilebilir ki bir “tipoloji”ye dahildir o. Tıpkı, “Hayatım boyunca kendimi ne ‘solcu’ ne de ‘sağcı’ olarak tanımladım. Bu tip kategorik ayrımlara çok fazla itibar etmem. Çünkü insanların dünya görüşünü, ideolojilerden çok, kişiliklerinin belirlediğine inanırım. Bu yüzden ‘sol’ ya da ‘sağ’ fark etmez, ‘karakterdir’ benim için gerçek ölçü,” diyen Eyüp Can gibi.


Bireyselliğini toplumsallıkla buluşturup, aktif taraf olabilen “Vicdan” dedim. Hani William Shakespeare’in, “Vicdanım binlerce dilden konuşur. Ve her dil bir öykü anlatır. Ve her öykü bir alçaklığımı yüzüme vurur,” derken; Yıldırım Türker’in de, “Vicdan, kişisel huzursuzluğun kaynağıdır. İnsanın dünyayla yüzleşmesinde onu aklıselim diye dayatılan toplumsal zapturapt aygıtına karşı kışkırtandır. Yalnızca vicdanına kulak veren, kendi toplumsal kimliğini kişisel ahlâkına kurban etmekten çekinmeyenler, iyice yalıtılmış, dünyanın ses geçirmeyen kıyısında bırakılır,” dediği türden…


Eğer, insan(lık)a mündemiç “güzeli”/ “güzelliği” tarifteki ufkunuz, dünyayı değiştirecek “hayal gücü”nüz toplumsal vicdan ile taçlandırılamamış ise, istediğiniz kadar “masumiyet”ten söz edin, muhtaç olunan bir ahlâktan söz edemezsiniz…


MASUMİYET


Hayır, Pamuk’un hakkında koparılan yaygaralar kadar hükmü olamayan ‘Masumiyet Müzesi’nden söz ederken, “Ahlâka uygun ya da aykırı kitap diye bir şey yoktur. Bir kitap ya iyi yazılmıştır ya kötü. Hepsi bu kadar,” diyen Oscar Wilde’ın uyarısını göz ardı ediyor falan değilim…


‘Masumiyet Müzesi’, kötü bir roman…


“Bütün hayatımı değiştirecek olaylar ve rastlantılar, bir ay önce, yani 27 Nisan 1975’te ünlü Jenny Colon marka bir çantayı Sibel ile bir vitrinde görmemizle başladı,” cümlesiyle başlayan ‘Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal, otuz yaşında, “Amerika’da iş idaresi okuyup dönmüş”, askerliğini bitirmiş, babasının dağıtım ve ihracat şirketinin genel müdürü olmuş. Sorbonne’da okumuş, güzel, alımlı bir kız olan Sibel’le nişan hazırlıkları yapmaktadır. Ertesi gün ise, sevgilisinin ilgisini çeken çantayı satın almak için Şanzelize Butik’e gider. On sekiz yaşındaki uzak ve yoksul akrabası Füsun, butikte tezgâhtar olarak çalışmaktadır. Çoktandır görmediği bu akrabasının güzelliğinden ilk görüşte etkilenir. “Genç bir memurun altı aylık maaşına denk bir para” olan 1500 liraya çantayı alır…


Sonrası da, Pamuk, 70’li yılların İstanbul’unu zengin ve eğitimli bir İstanbullu’nun ağzından anlatır. Dışarıdan bir bakışı vardır: “Türk erkekleri” şöyle yapar, kadınları böyle davranır diye anlatır. Kendi deyimi ile “nahoş antropolojik gerçekler”den söz ederken; romanın sonunda, “Uzak ülkelere gitmiş, orada yıllar geçirmiş biri gibi görüyordum kendimi: Sanki Yeni Zelanda’da yerlilerin arasında yaşamış, onların çalışma, dinlenme, eğlenme (ve televizyon seyrederken konuşma) alışkanlıklarını, törelerini gözlerken bir kıza âşık olmuştum. Gözlemlerim ile yaşadığım aşk içiçe geçmişti. Şimdi tıpkı bir antropolog gibi, topladığım eşyaları, kap kacağı, incik boncuk ile elbiseleri ve resimleri sergilersem, yaşadığım yıllara bir anlam verebilirim ancak,” der.[2]


Nakli bir sıradanlık ve dışsallık şahikası olan anlatı; Pamuk’a göre, “on yıldır üzerinde çalıştığı” bir yapıttır; ama hiç de öyle görünmemektedir…


Kendini “bir aşk romanı” olarak takdim eden yapıt; Nişantaşı, İstanbul’un zengin çevreleri, kentin sokakları, dostluklar, yalnızlar gibi Pamuk’un gözde temalarının tümünü barındırırken; özellikle, aşk, bağlılık, cinsellik gibi konuları öne çıkarıyor.


Devam edelim… Kahramanımızın butikte karşılaştığı tezgahtâr-kızla aralarında baş gösteren aşk Kemal’in yaşamını kökten etkileyecek, onu tutkulu bir insana dönüştürecektir. Kemal, o baştaki mutlu anların birer hatırası olarak toplamaya başladığı nesneleri bir koleksiyoncu titizliğiyle biriktirecek, artıracak, saklayacak ve sonra bir müzeye dönüştürecektir. Füsun’la olan aşklarının müzesine, Masumiyet Müzesi’ne...


70’lerden günümüze uzanan hikâye, bu müzedeki nesnelerle birlikte gelişip ilerliyor. Kemal Basmacı’nın ağzından anlatılan öykünün sonunda, tıpkı Kar’da olduğu gibi yazar Pamuk da devreye giriyor. (Romanın medyatik açıdan önemli özelliği, gerçek bir Masumiyet Müzesi kurulması!)


A. Ömer Türkeş’e göre, “Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’nde anlattığı aşk, Cumhuriyet Türkiye’sinin modern muhafazakâr karakterinden kaynaklanan bir tür… XX. yüzyılın başlarında Batı ile Doğu arasında melezlenerek hayat bulmuş, çoğaltıla çoğaltıla, nesilden nesile aktarıla aktarıla benimsenmiş, yüceltilmiş, cinselliği neredeyse dışarıda bırakıp sadakati öne çıkarmış bu aşk türü de şimdi biraz tuhaf görünmekle birlikte, aşkın ta kendisidir.”


“Batı/ Doğu” ikilemi üzerine inşa edilen Pamuk’un romanı, bir yanıyla yine uyarlama…


“Nasıl” mı? XIX. yüzyıl sonu New York sosyetesini anlattığı romanlarıyla Amerikan edebiyatının büyük yazarları arasına giren Edith Wharton’ın, 1920’de yayımladığı Pulitzer ödüllü romanı Masumiyet Çağı’na[3] (Martin Scorsese tarafından 1992’de filmleştirildi) yönelik çağrışımları (başlık ve dahası), Pamuk’un liberal göndermeler yoluyla Batı edebiyatı kanonunu Türk kültürüyle yoğurup yeniden yorumlama arzusunu ortaya koyuyor…


‘Masumiyet Müzesi’ndeki aşk için “yıkıcı”, “çıldırtıcı”, “erotik”, “acılı” gibi çok değişik nitemler kullanılabilir. Ancak romandaki aşkı belirleyecek, en kuşatımlı sözcük “hormonlu” nitelemesidir…


Aslı sorulursa “Benzersiz bir aşk romanı” diye sunulan yapıt, daha ilk sayfasında Vladimir Nabokov’un, Anna Karenina’yı değerlendirirken yaptığı şu saptamayı anımsatıyor: “Aşk yalnızca cinsel olamaz, çünkü o zaman bencildir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar.”[4]


Oysa Pamuk’un, Kemal ile Füsun arasında kurgulayıp oluşturduğu aşkı, bir cinsellik üzerine temellendiriyor.


Aşkı, tek boyutlu bir cinsellik üzerinden kurguluyamazsınız;[5] çünkü…


“AŞK” İÇİN


Post-modern Pamuk’tan çok farklı biçimde Saint Exupery’nin, ‘Küçük Prens’in de, “Bir insanı sevebilmen için, bütün insanları sevmen gerekir”; Alexis Carrel’in, “Bencilliğimizin barındığı siperleri yalnız aşk gücü yıkabilir; bizdeki heyecan kıvılcımlarını o oluşturur, fedakârlığın ızdırablı yollarında neşe ile ilerlememizi o sağlar”; Miguel de Unamuno’nun, “Aşk hayallerin çocuğudur”; Cervantes’in, “Aşk herkesi eşit kılar”; Chekhov’un, “Önemli olan aşık olduğun değil, aşık olmaktır”; Sokrates’in, “Aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur”; Voltaire’in, “Aşk, doğanın dokuduğu, düş gücünün işlediği bir kanaviçedir,” diye tanımladığı “aşk” bahsi, her dönemde geçerliliğini yitirmeyen yaşamsal önemdeki bir hâldir…


Aşktaki sevgi, sadece kadınla erkek arasındaki bir çekim gücünü değil bunun ötesinde bazı anlamları da içerir…


Yani Viktor E. Frankl’in, “İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef sevgidir,”[6] dediği şeydir…


Örneğin bir Arap atasözü “Aşk hasretten doğar” derken; Mevlânâ da, “Aşka uçamadıktan sonra kanat neye yarar?” diye sorar.


Aşkta seven sevdiğiyle beraberdir; mesafeler bu beraberliğe yenik düşer.


Öte yandan Fuzuli, “Aşk imiş âlemde her ne var ise” derken, her şeyin aşktan ibaret olduğunu ifade eder.


Yine ‘Hürriyet Kasidesi’nde Namık Kemal, “ “Ne efsunkâr (büyüleyici) imişsin ah ey didâr-ı hürriyet (hürriyetin yüzü)/ Esîr-i aşkın (aşkının esiri) olduk gerçi kurtulduk esâretten,” derken hürriyet aşkını vurguluyordu…


Nâzım Hikmet’e de, “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da,/ Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil” dizelerindeki toplumsal ülküler ile “Seviyorum seni/ ekmeği tuza banıp yer gibi/ Geceleyin ateşler içinde/ uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,” kişisel sevdaların nasıl da insanî bir bütün olduğunu anlatır hepimize…


Ya “Ben sana mecburum bilemezsin/ adını mıh gibi aklımda tutuyorum/ büyüdükçe büyüyor gözlerin/ ben sana mecburum bilemezsin/ içimi seninle ısıtıyorum,” diye haykıran Attila İlhan’ın veya Özdemir Asaf’ın dizelerine, “Bir seviyi anlamak/ Bir yaşam harcamaktır,/ Harcayacaksın./ Bir gün, tam anlatmaya…/ Bakacaksın,/ Gözlerimi kapayacağım…/ Anlayacaksın,” diye yansıyan, emek isteyen tutkudur aşk...


Murathan Mungan’ın dizelerinde, “Aşk yeniden/ Akdeniz’in tuzu gibi/ Aşk yeniden/ Rüzgârlı bir akşam vakti/ Aşk yeniden/ Karanlıkta bir gül açarken/ Aşk yeniden,” haykırışıyla ifadesini bulan aşk; Sabahattin Ali’nin ‘Değirmen’ başlıklı hikâyesindeki üzere tamı tamına şöylesi bir gerçektir: “Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?... İnsan ilk aşkından sonra ikinci bir aşka oradan üçüncüye ve dördüncüye doğru yönelir. Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?... Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?... Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?... Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır; kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... Siz sevemezsiniz adaşım…”


Burada durup, “Hayat sanatı, sanat hayatı taklit ediyor. O bakımdan, Orhan Pamuk’un anlattığı aşkın ve hastalıklı tutkunun bu hayatta bir karşılığının olmadığını söyleyemeyiz,” diyen İsmet Berkan’a ve onun gibi düşünenlere anımsatmadan geçmeyelim: Edebiyatın görevi “hastalıklı tutkular”ı yüceltmek, “Aşkın sonu”nu ilan etmek[7] değildir!


Kaldı ki aşkı da, “hastalıklı tutkular”ın, tek boyutlu bir cinselliğin, bireyciliğine mündemiç kurguluyamazsınız; bu romana, edebiyata haksızlık olur…



EDEBİYAT PARANTEZİ


Elbette insanı, içinde doğduğu tarihsel, toplumsal koşullardan soyutlayamayız. İnsanın bireysel tarihinin ardında bu koşullar yatar aslında; Milan Kundera’nın ‘Roman Sanatı’na ilişkin söylediği sözlerdeki üzere: İnsan ve dünya sümüklüböcek ve kabuğu gibi bağlıdır birbirlerine. Dünya, insanın bir parçasıdır, onun uzantısıdır; dünya değiştikçe varoluş da (dünyada konumlanmış olma) değişir. Balzac’tan bu yana varoluşun “dünya”sı tarihseldir ve roman kahramanlarının yaşamı, tarihlerin belirlediği bir zaman uzamı içinde geçer.


‘Masumiyet Müzesi’ne bu açıdan bakılırsa onun çok katmanlı bir roman olduğu söylenebilir. İlk katmanında Kemal’le Füsun’un “melodramatik” aşkları verilirken öteki katmanlardaysa toplumsal yaşamımızdaki değişimler, dönüşümler, siyasal dalgalanmalar yansıtılıyor. İçeceklerden yiyeceklere, giyim kuşamdan kullanılan eşyalara, geleneklere, törelere değin birçok şey etkileşimsel bir örüntü içinde veriliyor. Daha doğrusu “romanını insan manzaraları” tarihsel, toplumsal koşulların içinde oluşturuluyor. Bu da ister istemez romanın söylemsel örüntüsünü etkiliyor, değişik söylemler üretiliyor.


“Yalınlaştırarak belirteyim, üç tür söylem biçimi ağır basıyor romanda. İlki, sevişme sahneleriyle, ‘yüksek sosyete’ diye adlandırılan kesime özgü ilişkiler ağının betimlenmesinde kullanılan ‘magazinsel söylem’dir.”[8]


Burada bir kez daha “… ‘Masumiyet Müzesi, mutluluk ve bilmek üzerine bir roman,” diyen Cem Erciyes’e; Turgay Fişekçi’nin saptamalarını anımsatmadan geçmeyelim:


“Pamuk, roman geleneğimizin dışına çıkan bir yazar. Türk roman geleneği, aynı zamanda bir ‘memleket’ romanı olma özelliği taşır. Ülkenin ve insanlarının sorunlarını sergileme, tartışma alanıdır. Orhan Pamuk, bu alanı Nişantaşı-Çukurcuma-Boğaz üçgenine indirgiyor. O alanı da kendi gerçeğinin dekoru olarak anlatıyor. Kahramanları bu üçgenin dışına yalnızca fabrikaya, havaalanına ya da otomobille Paris’e gitmek için çıkıyorlar.


Masumiyet Müzesi’nin çok acı bir konusu var. Umutsuz bir aşk hikâyesi... Böyle bir konuyu Kafka yazsa, okurunu karabasanlara sokar, intiharın eşiğine getirip bırakırdı. Orhan Pamuk, bu acıklı konuyu bir pembe dizi uçuculuğunda anlatıyor. Zaman zaman gerçek değil de gerçeküstü bir olaylar zinciri içindeymiş duygusu da uyandırıyor okurda…”[9]


Özetle Pamuk’un post-modern anlatısı, bireyci imgelerle yaratılmış bir kurgudur; hayatla ilintisi, sadece “Nişantaşı-Çukurcuma-Boğaz üçgeni”ndedir…


Ruth Berlau’nun deyişiyle, “Kapitalizmin toplumsal ilişkiler konusunda, özenle ve zorbalıkla ayakta tutan bilgisizlik”ken; hayatı, fantezilerinizde de olsa, “Nişantaşı-Çukurcuma-Boğaz üçgeni”ne hapsedemezsiniz; hapsederseniz buna da edebiyat diyemezsiniz…


Hayır Mario Vargas Llosa’nın, “Edebiyat, aşkın, tutkunun ve cinselliğin sanatsal yaratı niteliği edinmesine de katkıda bulunmuştur,” uyarısını “es” geçmiyorum; ancak Ralph Waldo Emerson’un, “İnsanlar kötü edebiyattan o kadar hoşlanıyorlar ki, iyi edebiyatı hak etmiyorlar”; Roland Barthes’in, “Edebiyat, soru eksi yanıttır”; Umberto Eco’nun, “Edebiyatın gücü, bir metnin, hiçbir zaman tümüyle tüketilmeksizin durmadan farklı okumalar üretebilmesindedir,” saptamalarının altını özenle ve defalarca çiziyor ve sözü Ahmet Oktay’a bırakıyorum:


“60’lardaki, 70’lerdeki roman yazılmıyor artık Türkiye’de. Bir Orhan Kemal, bir Yaşar Kemal yok. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de başka türlü bir roman anlayışı empoze ediliyor ve moda kılınmaya çalışılıyor. Onun üzerinde düşünüyorum, niye böyle oldu bu? Romanımızı dönüştüren nedir yani toplumsal konulardan uzaklaşma durumu. Türk romanının 80’den sonra vicdanı azaldı hatta kayboldu. Şimdinin romancıları başka şeylerle uğraşıyor. Bütün dünyada izlenen bir olgu bu...


Kapitalizmin, Lenin en yüksek aşaması diye tarif eder Emperyalist dönemi, ürünü romanlar bunlar. İşte bu roman bizde değişmeye başladı.


Adorno’nun yani Frankfurt Okulu’nun teorisyenlerinin söylediği gibi ‘kültür endüstrisi’ bir toplumu en çok etkileyen ve orada bir biçim verebilen bir güce sahip. Dolayısıyla ister istemez kültür alanından bir giriş yapıyor Kapitalizm. Emperyalizm eskiden saldırgan metotlar seçerdi, işte fiilen işgal yaygındı, şimdi bu tip yaklaşımlardan mümkün olduğunca uzaklaşıyorlar, daha rafine yöntemler buluyorlar. Önemli olan rızayı sağlamak...


Bu rızayı da ancak fikirler, duygular yoluyla sağlamak, entelektüel savaşla bu işi yürütmek daha kolay. Maddi açıdan bakıldığında da ikna yoluyla teslim almak daha ucuz. Türk romanı da böyle böyle değişiyor, değişti ister istemez.


12 Eylül sonrasında piyasa ekonomisi ve küreselleşme söylemi egemen kılındı, kültürel alan büyük ölçüde yeni sağ ideoloji çevresinde üretildi ve homojenleştirildi. Bu ortamda birçok Türk yazarı, başyazarlarından köşe yazarlarına, medyanın neredeyse çoğunluğu toplumsal ve siyasal sorunları yumuşatarak ele alma gayretinde. Eskiden gelir dağılımı, toplumsal adalet gibi sorunlarla uğraşılırdı şimdi öyle kaygılar kalmadı. İşte uluslararası pazarda ne geçerliyse, Amerika’da ne yapılıyorsa benzerleri uygulanıyor. AKP hükümeti güdümlü büyük sermayenin elindeki medya, düzenli ve sürekli biçimde, başpatron ABD’nin yaşam biçimini ve çarpık duygu dünyasını emekçi sınıf ve kesimlere içselleştiriyor.


Türk yazarın yeniden vicdan sahibi olması, toplumsal meselelere ilgi duyması, tespitlerde bulunması lazım… İnsanlar niye bu hâle geldi? Bu bir ahlâk sorunu son kertede, yani niçin Yaşar Kemal Çukurova’yı terk ediyor? Bu tip soruları sormak lazım... Şimdi bir köy romanına, köyün sorunlarını irdeleyen veya işçi sınıfının durumunu ele alan bir romana rastlıyor musunuz? Hayır. Bunların belirli nedenleri var.


Bu nedenler de sandığımız gibi edebi nedenler değil. Hepsinin altında siyasi oluşumlar yatıyor. O oluşumları anlamadan bu işler çözülemez.”


MANZARA


Pamuk’un çocukluğunu, ailesini, İstanbul’u, edebiyat dünyasını ve çeşitli konularda düşüncelerini anlattığı yazıları derlediği ‘Manzaradan Parçalar’ başlıklı yapıtta Ahmet Oktay’ın değerlendirmelerinden (ve elbette itirazlarından) muaf değil…


‘Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat’, özyaşamöyküsü niteliğinde; yazarın yaşamından bölümlerden, yaşamın içinden gözlemlerden, yaşadığı ve gittiği kentlerle ilgili izlenimlerden, okuduğu kitaplardan, gördüğü mimari yapılara ilişkin düşüncelerinden oluşuyor.


Kitabın başında yer alan ‘Bir Hayat Hikâyesi Denemesi’nde söyledikleri, bir bakıma, ‘Manzaradan Parçalar’ın yazılış nedenini de dile getiriyor: “… ‘İstanbul’ adlı kitabımın bir yarısı şehirden söz eder, bir yarısı da yirmi iki yaşıma kadarki hayat hikâyemdir. Kitabı yazıp bitirdiğimde, aşırı bir hayal kırıklığına kapıldığımı hatırlıyorum. Kendi hayatımda anlatmak istediğim, vazgeçilmez bir hatıra olarak gördüğüm şeylerin onda birini bile ‘İstanbul’a koyamamıştım. Yirmi iki yaşıma kadarki hayatımı özetleyen ve bambaşka hatıralarla kurulmuş yirmi cilt anı daha yazabilirdim. Otobiyografinin bir hatırlama yolu değil, unutma biçimi olduğunu o zaman anladım...”


Banu Güven’in ifadesiyle, “Yazarın çoğu zaman romanına aktardığı gözlemleri, tecrübeleri, ilişki biçimleri hayatından, ailesinden, yakın çevresinden, bunları oturttuğu fikir, zemin ve çerçeve de sokaklardan, İstanbul’dan, tarihten, sanattan besleniyor. Ama romanlara giremeyen ya da tam tersi, onları bizlere hissettirmeden şekillendiren, yazarda iz bırakan ilişkiler, hatıralar ve eserler de var. Onların bir kısmını ‘Öteki Renkler’ ve ‘İstanbul’da okuduk…”


Aslı sorulursa çeşitli mecralarda yayımlanan metinlerin yer aldığı yapıt, Pamuk’un hayatını ve yazı dünyasını ortaya koyan bir kırkambar niteliğinde.


Seksen iki yazının yer aldığı hacimli kitapta Pamuk’un romanlarından yayımlanmamış bölümlerin, anıların kaleme alındığı ‘Manzaradan Parçalar’, ‘Bir Hayat Hikâyesi Denemesi’ adlı yazıyla başlıyor.


Yazar, hayatını ve kitaplarını anlattığı çalışmasına ilişkin, “İleride kitaplarım hayatımdan daha önemli ve eğlenceli bulunacak sanırım,” derken; ‘Hayat’ başlıklı bölümde de, “Onun bana verdiği güven olmasaydı yazar olmak, bunu bir hayat olarak seçmek, benim için çok daha güç olurdu,” dediği babasını, börek yapan annesini, tıraş olurken yaşadıklarını ve başa bela bir sivrisineği anlatıyor...


Bunlar çok önemli mi? Ya da Ugo Betti’in, “Anılar, zaman ve uzaklığın asit gibi aşındırdığı taşlara benzerler,” dediği kapsamda neyi, ne kadar ilgilendirir? Veya yazarlık bu mu olmalı?


Miguel de Cervantes’in, “Kalem, zihnin dilidir”; Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Açık seçik bir üslûpla yazmak istiyorsan, önce düşüncelerini açık seçik kılmalısın”; Flannery O’Connor’un, “Kitap muhalif olacak diye korkmam, muhalif olmayacak diye korkarım”; Mario Vargas Llosa’nın, “Yazar olduğunuz için öldürülüyorsanız, bilin ki, görüp göreceğiniz en büyük saygı ifadesidir bu,” uyarılarını göz ardı etmeyeceksek; post-modern Pamuk anlatıcılığına fazla itibar etmek için bir neden yoktur; olmamalıdır da…


Hem de Karl Marx’ın, “Yazar yaşabilmek ve yazabilmek için para kazanmalıdır; ama asla para kazanmak için yaşamamalı ve yazmamalıdır”; Moliere’in, “Yazarlık fahişeliğe benzer. Önce sevdiğin için yaparsın, sonra birkaç yakın dostun için, en sonunda da para için,” sözleri kulaklarımızda çınlarken…


Evet Hakkı Devrim, “Orhan yeni kitabıyla, bize hatıra defterini açar gibi yapmış, diyebilirim,” diye durumu kurtarmaya kalkışabilir; Orhan Pamuk da, “Dünyanın doğu kısmında, Çin’de, Hindistan’da Kore’de Japonya’da Batılı yazarlara göre daha çok okunan bir yazarım. O okurlar bir Türk ve biraz batı dışı bir insan olduğum için, ama daha çok hayatlar benzediği için beni seviyorlar. Ben de oraları görmekten gözlemlenmekten hoşlanıyorum,” diyebilir; ancak hiçbir şey bireyselliğini bu denli öne çıkarmayı haklı ve anlaşılabilir kılmaz…


‘Kitaplar ve Edebiyat’ bölümünde Pamuk’un, yazı dünyasını biçimlendiren Dostoyevski, Flaubert, Nobokov, Camus, Tanpınar gibi yazarlar hakkındaki yazıları yer alıyor.


Gustave Flaubert için: “Pek çok yazar, hayatının bir kısmında benim gibi Flaubert olmak istemiştir. (...) Mektuplarında da sık sık karşılaştığımız, insanoğlunun ve özellikle burjuvaların budalalığından bıkıp usanmış bu alaycı ses, gücünü Flaubert’in zekâsından ve çok özel mizah yeteneğinden alır. Zekâsının ve mizahının hedefinin, bütün hayatı boyunca uzak durmaya çalıştığı sıradan orta sınıf değerlerine, modernleşme ve sanayileşmenin ürettiği yeni, rahat, huzurlu günlük hayata yönelmesi, Flaubert’in sesine günümüzde pek çok yazarın özdeşleşmekten hoşlandığı bir güç verir.”


‘Benim Kitaplarım’ bölümünde de Pamuk yapıtlarından kimileri hakkında bir hayli iddialı ve hiçte mütevazi olmayan biçimde konuşur ‘Kara Kitap’ için, örneğin; “Kara Kitap bana bir kitabın başarısının kıstasının kendi koyduğu edebi, biçimsel sorunları çözebilmesi değil, bu sorunların büyüklüğü, iddiası ve onları çözebilmek için yazarın harcadığı umutsuz çabanın ölçüsü olduğunu göstermiştir. İyi kitaplar yazmak kadar zor bir şey de, yazardan sürekli her şeyi, bütün gücünü, yaratıcılığını, bütün hayatını talep eden konular bulmaktır,” derken; yine ‘Benim Adım Kırmızı’ için de ekler: “Benim Adım Kırmızı, büyük emeklerle, tutkuyla, hayatımdan çok şey koyarak ve bütün bir millete seslenen ‘klasik bir kitap’ olsun diye yazıldı. Mağrur bir şekilde, bunu başaracağımdan emin olduğumu söylesem çok mu kendime güvenmiş olurum...”[10]


Pamuk, kendini ve yapıtlarını neden bu kadar “önemsiyor”, “önemliymiş gibi sunuyor” ya da Seneca’nın, “Büyüklüğün belli bir ölçüsü yoktur. Yükselen ya da alçalan şey kıyaslamadır. Nehirde büyük görünen bir gemi, denizde küçüktür”; Mevlânâ’nın, “Kitaplardan önce kendimizi okumaya çalışalım,” sözlerini “es” geçiyor?


Gerçekten de ‘Manzaradan Parçalar’ın son bölümünde, siyaset ve vatandaşlığa dair dertlerden yakınan Pamuk’un; Bush, Saddam, Erdoğan, Chomsky ve hakkında açılan 301 davası konusunda düşüncelerini dile getirmesine göz attığımızda, siyasi tavır(sızlık)ına değinmek “olmazsa olmaz” oluyor…


SİYASİ TAVIR(SIZLIK)I


Nâzım Hikmet’in, “Yeryüzünde çocukların bir daha öldürülmemesi için her namuslu yazarın, hangi milletten olursa olsun yalnız mısralarla ve kafiyelerle değil, gerekirse elde silah dövüşmesi gerektiğini bir daha anladım,”[11] deyişine “angaje eleştirisi” yöneltenlerin, her hâlde Thomas Mann’ın, “Her entelektüel tavır gizliden gizliye politiktir,” saptamasına bir itirazı yoktur ve olamaz da…


O hâlde siyasi tavır, bazı şeyleri söylemeyi seçmek kadar, ifade de “olağan”ın sınırlarına teslim olmadan tavır almak/ taraf olmaktır ki, politik olan da tam budur…


Bu bağlamda Pamuk, politik değil, aksine apolitiktir…


Kaldı ki, vasatın arayışındaki Pamuk’un NTV’de Banu Güven’in sorularını yanıtlarken, 12 Eylül 2010’daki Anayasa referandumunda “Evet” oyu kullanacağını açıklayıp; yine CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na da, “Ben edebiyatçıyım ve böyle siyasi bir tartışmanın tarafı olmaktan rahatsızım. Yurtdışında olacağım için referandumda da oy kullanamayabilirim,” demesi bunu çok iyi sergilemektedir…


Yani bir zamanların “muhalifi”, TCK 301 mağduru Pamuk’un siyasi tavır(sızlık)ının pek tutarlı, parlak, uzun soluklu olduğunu söyleyebilmek mümkün olmadığı gibi, büyük ölçüde de hayal kırıklığına eşitlenmiş gibidir…


Örneğin TCK 301 sürecini ve sonrasında Pamuk’un soluğu ABD’de aldığı suskunluğunu/ çekimserliğini anımsayın…


Daha fazlası gerekli mi?


Evet, tam bu noktada BBC’de yayımlanan ‘Hardtalk’ programında Pamuk’un, sunucu Stephen Sackur’a, “Kutuplaşma yaratan bir kişi değil mütevazı bir yazarım. Milliyetçi sağ kanat aleyhimde kampanya yürütüyor. Otoriterlerle problem yaşıyorum,” dediğini anımsatabilirsiniz…


Ancak, Güneri Cıvaoğlu’nun, “Nobel Ödüllü, küresel üne sahip bir yazar. Yakışıklı, kültürlü, dünyanın saygın üniversitelerinden Columbia’da ders veriyor. Kitapları 58 dilde yayımlanmış, 7 milyondan fazla satmış… Ona kadınların ilgi göstermesi doğal… New York’ta East River’a bakan terasta söyleşirken manzaranın güzelliği ve romantizmi ile örtüşen ‘kadınların ona ilgisi’ sorusunu yönelttim,”[12] türünden medyatik sunumlara mazhar olan Pamuk’un “kutuplaşmanın neresinde olduğu”nu ve “otoriterlerle yaşadığı probleme karşı tutumu”nun ne olduğunu, açık açık izah etmesi gerekmiyor mu?


‘Manzaralar’da kendinden sık sık söz eden Pamuk için elbette, elbette gerekiyor…


TENEKE TRAMPETLERE SARILAN İNSAN(LIK)


Pamuk’un yaşadığı ve yazdığı, aslında “seyirlik bir hayat”tır…


Evet, post-modern Pamuk anlatısı, “asri zamanlar”da “seyirlik bir hayat”ı naklettiği için bu denli modadır…


Bir an düşünün: Hep birileri bizim adımıza bir şeyler hazırlıyor; anayasayı hazırlıyor, kahvaltımızı hazırlıyor, yaşadığımız ortamları hazırlıyor, yatağımızı hazırlıyor; biz sadece ve sadece bu hazırlanışları izliyor ve hazıra konmanın hazzını yaşıyoruz, hazıra kondukça daha fazla hazıra konma isteği kabarıyor içimizde ve daha fazla uyuşuyoruz.


“Asri zamanların içe dönük seyirlik hayatı” bu!


Kabullenilmemesi, reddedilmesi gerekenin ta kendisi…


“Çivisi çıkmış hayat” tam da böylesi bir kabul üzerinde yükselip, sürdürüyor varlığını; Eflatun’un, “Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez,” uyarısını anımsatırcasına…


İnsan(lık)ın, kendinden başkasını görmeyen bireysel bir körleşmeyi dayattığı “Asri zamanların içe dönük seyirlik hayatı”nda sadece bakmak değil görmek, insan olmak ve kalmak bağlamında kilit önem taşıyor…


Aslında Mevlânâ’nın dediği gibi, “İnsan göz”dür; öte yanı deriden, etten başka bir şey değil... Göz neyi görüyorsa değeri o kadardır insanın… Çünkü bakmak gözle yapılan bir eylem iken, görmek aklın devreye girmesiyle mümkündür…


Ancak gören, “Hayır” diyebilir; bakan da “Evet”…


“Evet” dediğinizde, başkalarının kendileri için dayattığı kuralları onaylayıp, onların dünyasının seyircisi olmaya devam edersiniz. “Hayır”, sihirli bir sözcüktür; isterseniz dünyayı değiştirebilirsiniz; bütün dünya ona göre şekillenir…


“Evet”, yok edicidir; “Hayır” da var edici…


“Olağan” denilen kapitalizm koşullarında “Evet”, özgürlükten kaçıştır…


Oysa Nikos Kazancakis’in, “Beklediğim hiçbir şey yok. Kimseden korkmuyorum. Özgürüm”; Ambrose Bierce’nin, “Özgürlük, hayal gücünün sahip olduğu en değerli şeylerden biri”; Clarence Darrow’un, “Peki, kim özgür öyleyse? Yalnızca kendi kendinin buyruğunda olan, yoksulluktan, ölümden ve zincirlerden korkmayan, kendi tutkularına meydan okuyacak ve rütbeye nişana değer vermeyecek kadar güçlü, yetkin, olgun ve çok yönlü, akıllı insan;” Horatius’un “Bu dünyada özgürlüklerini ancak başkasının özgürlüğünü koruyarak koruyabilirsin. Ancak ben özgürsem özgür olabilirsin,” diye tarif ettiği özgürlük, bireyin kendi yaşam sorumluluğunu üstlenmesi ve seçimlerinin sonuçlarına katlanabilmesidir.


Bunun için gücün (çemberin) dışına çıkmak, yani “Özgürlük; mutlak bir güvensizlik, kuşku, yalnızlık, kaygı ve korku duygusuna yol açar.” Yaşam sorumluluğunu üstlenemeyerek, “Korkuya kapılan birey, özgürlüğünü teslim edeceği bir güç arar; kendi bireysel özüne katlanamaz. Özgürlüğün yükünü sırtından atarak güvenlik aramaya çalışır.”


Fromm’a göre, “Kendini ortaya koyamayan, talepte bulunamayanlar, bunun yerine başkalarının gerçek ya da gerçek dışı buyruklarına boyun eğme eğilimi gösterirler. Bunlar çoğu zaman güç karşısında “ben istiyorum, ben buyum” duygusunu yaşama yetisinden yoksundurlar. Yaşamı, yaşadıklarını kendi denetimlerinin dışında değiştiremeyecekleri bir güç olarak algılarlar.”[13]


Yani ya “Hayır” der kendinizi ve size ait dünyayı var edersiniz ya da boyun eğip, “Evet” ile özgürlüğünüzden kaçarsınız.


İtaat etme beklentisini de beraberinde getiren “Evet”, baskıcıdır…


“Hayır”ı ortaya çıkarabilmek, yaşamı tüketici bir seyirci refleksiyle alkışlamak, yuhalamaktan kurtulmayı “olmazsa olmaz” kılıyor…


Bu da tekdüze ritmi, seyirci refleksini bozacak, gösteriyi dağıtacak, seyreden ile seyredilen ikiliğini sonsuza dek iptal edecek “trampetli deli”lere olan ihtiyacı büyütüyor…


Gerçekten de Rahmi Öğdül’ün işaret ettiği gibi, “Günter Grass’ın aynı adlı romanından uyarlanmış ‘Teneke Trampet’ filminde yetişkin olmayı istemeyen, büyümesini altı yaşında durdurmuş Oscar, bozuk bir ritimle çaldığı teneke trampetiyle, Nazilerin düzenlediği tekdüze, uygun adım, askerî resmî geçit törenini darmadağın edebiliyordu.


Seyredilecek gösteri kalmıyordu sonunda. Mahallemizin delisi de hayatın sıradan, rasyonel akışında bir çatlak yaratabilir, biz ‘akıllı’ insanların ‘akıllı, sağduyulu’ işlerinden başlarını kaldırıp kısa süreli oyalandıktan sonra yine egemen rasyonalitenin içine gömülmelerini sağlayan tekdüze ritmi toptan bozabilirdi.


Teneke trampetlerimizi sakladığımız yerden çıkarıp kendimizce çalma zamanı geldi galiba. Tepede alınıp biz aşağıdakilere dayatılan kararları, temsilcilerimizin sahneye koydukları temsilleri, gösteri toplumunun piramidini alaşağı edecek başıbozuk, gayri resmî geçit törenleri düzenlemenin zamanı; sadece izlemekle yetinmek yerine aktif katılımcılar olarak kendi gösterilerimizi kurmanın vakti geldi,”[14] diyenler için Pamuk anlatıcılığının ifade ettiği hiçbir şey yoktur…



TEMEL DEMİRER



N O T L A R

[1]Roland Barthes, Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı.
[2]Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yay., 2008, s.548.
[3]Edith Wharton, Masumiyet Çağı, çev: Gizem Genç, Altın Bilek Yay.
[4]Vladimir Nabokov, Edebiyat Dersleri, s.86.
[5]Theodor Reik, Aşk ve Şehvet Üzerine-Cinslerin Duygusal Farklılıkları, Çev: Ali Kılıçoğlu, Say Yay., 2009.
[6]Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, çev: S. Budak, Öteki Yayınevi
[7]Düşünür, yazar, psikanalist Julia Kristeva’ya göre artık aşk yok. Çünkü, insanlar hayal kırıklığına uğradıkça inançsızlaşıyor ve artık biz “Şüpheci, bilinçli, uyanık, aklı başında ve her şeyi ortada varlıklarız.” (Figen Şakacı, “Mutlak Aşk Yoktur, Sonsuz Arkadaşlık Vardır”, Radikal, 12 Haziran 2010, s.22.)
[8]Emin Özdemir, “Hormonlu Bir Aşk Romanı”, Cumhuriyet Kitap, No:977, 6 Kasım 2008, s.24-25
[9]Turgay Fişekçi, “Masumiyet Müzesi”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2008, s.14.
[10]Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar-Hayat, Sokaklar, Edebiyat, İletişim Yay., 2010, s. 240-341-349
[11]Nâzım Hikmet, Sözcükler Dergisi, Eylül 2010.
[12]Güneri Cıvaoğlu, “Orhan Pamuk: Çapkın Değilim”, Milliyet 10 Ekim 2008, s.2.
[13]E. Fromm, Özgürlükten Kaçış, Payel Yay., 1988.
[14]Rahmi Öğdül, “Trampetin Çağrısı”, Birgün, 26 Ağustos 2010, s.15.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder