Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Aralık 2011 Çarşamba

MİRCAN KARAALİ: Adil Okay İle Yolculuk





M. Şehmus Güzel’in, “Adil Okay ile Geçerken” adlı kitabını yeni bitirdim ve kitap hakkında yazmam gerekir dedim. Geçmiş deneyimlerimden biliyorum ki, bu tür çalışmalar başkaları için anlamsız iken serüvencilerin yolculuklarında hoş anılardır. Öncelikle belirteyim ki: Adil Okay biyografi için erken olduğunu söyleyip, itiraz etse de Şehmus usta ısrar etmekte ve onu ikna edip yazmakta ne iyi etmiş. Ne biyografiler gördüm, gerçek hayatla ilgisi yok,  çölde kum tanesi kadardılar. Onlardan sonra M. Şehmus Güzel’in kitabını okumak, hayatın patikalarında gerçeğin anlamıyla doğru-güzel bir yolculuktu. Hele de hayatı hakkıyla yaşamak; onur için, insanlığın en yüce erdemleri için mücadele eden ve özgürlük aşığı bir devrimcinin hayatına tanık olmak ayrı bir anlam taşımakta.

Kitabın sohbet biçiminde olması kuru anlatımdan uzak olması insanı saran bir sıcaklık yaratıyor. Benim açımdan yıllardır görmediğim, haberlerini uzaktan aldığım bir yoldaşla randevu gibiydi. Uzun teknik cümleler yerine akla gelen her soruya samimi, içtenlikli cevaplarla çırılçıplak gördüm bir hayatı. Gizli saklı değildi, gün gibi açıktı ama yine de kod adlarında işaretlenmiş hayatları da yaşatıyordu.

Ve bu hayatların, Okay’ın yanıtlarının bendeki yansıması şunlar oldu:

Kamil Tosyalı, Yalçın Ergönül ve Süleyman Okay ile evlerinde düzenlenen şiir gecelerinde şiirimi dinledim. Dayanamadım ben de eşlik ettim.  Her biri bizi dağların ardına götürüyordu. Kendimle yüzleşmek için mi yoksa ‘ölümsüzlük’ düşüncesinden miydi, foto Numan’da fotoğraf çekildim. Acıktım sonra Adil’in ninesinin yaptığı zeytinyağlı patates kızartmasından ve şıhıl mehşi dedikleri dolmadan yedim. Alt dudağı yerde, üst dudağı gökte ejderhalar ve devlerin bulunduğu ama sonu mutlu biten fantastik masalları Okay’ın ninesinden ve halasından dinledim.

Büyüdüm biraz, büyük düşlerle nineye İnce Memed’i okudum. İnce Memed gibi sorgulayan, antik tanrılarla savaşmaya cüretliler gibi önde olan, onlar gibi ağır bedellerle örülmüş, kaç defa ölümün elinden çekilip alınmış, hakkıyla kazanılmış bir hayata tanıklık etmek benim için onurdur. Zira biliyorum ki bu hayat kardeş bir hayat. Çocukken kahramanlarına özendiğimiz Texas ve Tom Mix’ler gibi değil. Bir halkın özgürlüğü uğruna, onlarla birlikte yapılan yolculuğun, zorunluluğun koşulu onurlu bir hayat.

Kötüler iktidar olunca iyilere ya kölelik kalıyor ya da hep yolculuk, sürgünler, tutsaklık. Düşlerimiz büyük olduğundan Antakya’dan sürüldüm ben de. Okay’ın anılarından adlarını öğrendiğim Jozef, Michel, Nicola, Lizet uğurladılar beni. Yolda Safiye Sema’nın(baba Süleyman Okay’ın maslahı) şiirleriyle besledim düşlerimi.  Sesimi dostların sesine verdim. Mustafa Kuseyri’nin cenaze töreninde ‘devrimciler ölür, devrimler sürer’ yazılı pankartı taşıdım Okay’la.  Biraz künefeyle, Eskimo ve meyan suyuyla bedenimi sevindirdim. Ruhum kıskandı onu da, Ruhi, Su, Dede Efendi, Nuri Sesigüzel ile dindirdim. “Kahverengi Gözler, Yıldızların Altında, papatya gibisin beyaz ve ince, ismin dudaklarımı yakıyor neden, nedir bu çektiğim senin elinden…” Sevdiğim bütün kadınların sesleri hala kulaklarımda.  Halkımın yoksul hallerini duydum Aşık İhsani’nin sazında: “Bir tabut çaldım, soğuğa dayanamadım…”

Denizleri severim. Uzaklara bakarım hep, ötelere, taa ötelere. Uzak ülkeleri düşünürüm. Kimsenin gitmediği, bilmediğim ülkeler düşlerim. Gemileri seyrederim. Nereye gider gemiler. Hatay ‘Gülcihan’ plajında bu yüzden kamp kurdum.

Sırlar çözüldükçe ayaklarımın dibinde, hayat da bedeller istedi benden. Adana İ.T.İ.Akademisinde faşistlerden, polislerden çok dayak yedim. Kalabalık caddelerde vuruldum, ölmedim. Hastanede kanıma kızların kanı karıştı, feminist oldum. Kodesler, işkencehaneler, mapus damları mekân oldu bana. 30 yıllık etle yapılan haşlamasını, Ankara hapishanesinin “İzmir Caddesi” adını verdiğimiz koridorunda voltalarda hazmettim.

Az ölmedim ben. Beyler Deresi’nde üç kez öldürüldüm. Bu bedeller ağırdı. Kabulü zordu. Ama karşıya geçebilmek bunları koşulluyordu. Ama hep ölmedim ya. Baskınlar yediğimiz kadar baskınlar da yaptık. Yükselttik sesimizi. Duymayan kalmasın diye. Biline ki insanlık elbette mavi bir gökyüzü altında bire bin veren yemiş bahçesinde kardeş kabileyi er geç yaratacaktır.

Okudum insanlığın öyküsünü. Antik ağrıların mirasını yüklendim. Hayat nasıl örgütlenirdi ki? Steinbeck, Sholohov, Stendal, Sevgi Soysal, Tolstoy, Hugo… kitaplar arasında yüzler aradım. Çok insan tanıdım. Çok sözler duydum. İhanete uğradığımda “Dört yanım puşt zulası” diyen Ahmed Arif’e sığındım. Âşık olduğumda Nazım Hikmet’e. Muzur zamanlarımda ise Cemal Süreya yanı başımdaydı.

Bazen de yaşamak ne garip diyorum. İşkencehaneden ayakkabısız götürülüyorum öldürülmeye, öldüm sanılıyor. Öldü sanılmak ne garip. Ama en sıkı, ölmeme arzusunun kollarında buluyorum kendimi, bir apartmanın asansör boşluğuna atılırken. Hücrede ayakkabılarım kalmış. Öldüğüm sanılıyor. Yaşıyorum…

Yaşıyorum ve yeniden düşüyorum mapus damlarına. Mapusta gelecek günlerin prototipi bir komünde yoldaş kollarında yaralarımı onarıyorum. Acemi komün üyesiyim. Komün komün keser aratıyorlar gülüşmeler arasında. Şakayı gerçek kılıyorum devrimci iradeyle. Santim santim tünel kazıyoruz hayata, ışığa, yarına, özgürlüğe doğru. Erken patlıyor tünelimiz. Kesiliyor yolumuz. Parçalıyoruz bu kez bizi ayıran demir parmaklıkları; ziyaretçilerin arasında kucağıma verilen bir çocuk beni özgürlüğe götürüyor. O çocuğun gözlerinde kendimi okuyorum bir kez daha: devrimci irade teslim alınamaz.

Adım manşetlere çıkıyor, eşgalim soruluyor her yana. “Masum yüzlü Dörtyol canavarı”na çıkıyor adım. Aranıyorum. Ardımda polis, jandarma. Her yanım pusu. Kaçağım.

Ve artık sürgünüm yurdumdan. İki ülke arasında, ricat yolarında, bir teknede kuruyorum düşlerimi yeniden. Gitmek en var halimle kalmakmış. Anladım o zaman. Yunusların nümayişlerinde yeminlerimi kuşandım.

Lübnan’da dost halklarla omuz omuza savaştım. Eksik yanım sürgünde benimle. Hissettiğim en hakiki duygu: Geçicilik duygusu azığım gibi zulamda. Gitme özlemi ama gidememe…

Döndüm ama ülkeme. Gün devrilmekteydi sulara. Kararıyordu zaman. Bu defa olmadı ama kendi güneşimizi yaratmak da var alternatiflerde… Bu yüzden pes etmek, teslim olmak yaraşmaz bize. Çünkü bizler güzel insanlarız. Bir de öğrendim ki, gündelik tayından payımıza düşeni almayı en çok biz hak ediyoruz…

Sonuçta bir hayat daha tanıdım Adil Okay ile geçerken.  O yaşamdan çok şey gördüm. Öğrendim. Ben de beraber geçtim o hayattan. İnsanın yaşayabileceği en ağır bedelleri de, umudun Kevser suyunu da, en güzel, ağız dolusu gülmeleri, sevinçleri de onunla yaşadım, tanık oldum.

Akdeniz’in kucakladığı Antakya’nın ağzı sulandıran yemek kültürünü tanıdım. Farklı inanç ve etnik kökenden insanların davranış biçimlerini ve insan ilişkilerinin ipuçlarını buldum kitapta. Ayrıca dikkatli okunduğumda bölgedeki ekonomik yaşamı da gördüm. Dahası uğruna can verip, can aldığımız devrim sevdasında gidenleri, düşenleri, inatçı sevdalıları gördüm. Umudum tazelendi. Unutmak öldürmektir. Bir kez daha andım güneşe gömülenleri. Dönemin politik koşullarını Adil Okay sayesinde gördüğümde yanlışlarımızı, doğrularımızı gözden geçirme fırsatım oldu…

Evet, Adil Okay’ın biyografisine dair yazacaklarım bunlardır. Şehmus ustanın emeklerine sağlık. Kitap hakkında gözüme çarpan birkaç teknik meseleyi de yazmak istiyorum. Kitabın birçok yerinde italik ile normal yazı biçimi (soru-yanıt) karışmış. Ayrıca 52. Sayfadaki fotoğrafta yaş belirlemesinde yanılmışsınız.

Sonuç olarak Şehmus hocayı kıskandığımı da belirtmeliyim. Kitabın içerik bakımından sıra dışılığı, kronolojik biçimde ele alınışı, soru-cevap biçiminde fazla zorlanmadan okunuşu, iyi bir senaryo çıkarabilmeye olanak veriyor. Sinemaya olan ilgimle bir hayalimi de buraya yazayım. Gün olur da olanaklar elverirse bu eseri sinemaya aktarırız. Her ne kadar Adil Okay, “Ben daha yaşlanmadım kardeşim ne oluyor sizlere…” dese de, sorun hayatla alakalı.

Yolculuğumuz sürüyor. Sürecek. Bu yüzden geçmişte olanla, bu gün olanları gelecek açısından bilmek-sorgulamak önemli. Hatta zaruri. Geçmişte yaşananlar, geleceğe uzanan yoldaki bataklıkları kurutmak için döşeyeceğimiz taşlardır.

MİRCAN KARAALİ [*]

[*]Not: Halen Sincan cezaevinde olan yazar – şair Mircan Karaali (İbrahim Şahin)’nin  “Gorki’nin Gitarı” adlı romanı ile “Fulin” adlı şiir kitabı vardır.

1 yorum:

  1. belgin diyorki şükran kurdakulun gecesini kutladık şiirler okuduk sanatçılarda vardı alkış aldık

    YanıtlaSil