Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Şubat 2012 Salı

ADNAN DURMAZ:“Beni Sevdiğim Yaratır”



“BENİ SEVDİĞİM YARATIR”


Kenanlı Yusuf zindana konunca Züleyha’ya ayrılık ağır gelmeğe başladı.
Evi barkı ona zindan gibi dar göründü. Her gece zindana gidiyordu.
Birisi ona dedi ki: 'Aşk ateşi seni yak¬mamış, sevgi bahçesinin meyvasını tatma¬mışsın.
Bu gayet güzel bahçeli saraydan uzak kalıp suçlular gibi ne vakte kadar zindanda oturacaksın?

Züleyha cevap verdi: 'Dostun cemalin¬den uzak kalınca, bütün âlem sahası bana karınca gözü gibi dar gelir.
Eğer onunla beraber bir karınca gö¬züne yerleşsem, bu bana yüzlerce bağlı bah¬çeli saraydan daha hoş, daha ferah gelmekte!

Cami-Salaman ve Absal



Yeryüzünde aşka dair söylenmedik söz kaldı mı? Belki kalmadı. Kalmasa da, hâlâ, başka bir biçimde aynı anlama gelen cümleler söylenmeye devam ediyor. Aciz bir biçimde, insan yaşadığı duyguyu ifade edemedikçe, ısrarla başka sözcüklerle anlatmayı, yeniden deniyor. Mevlana, kendisine aşkı soranlara; ”ben ol da gör” diyerek, sözün aczini dile getirmiyor mu? Fuzuli; 'Aşk imiş her ne var ise âlemde, ilim bir kıyl ü kal imiş ancak' (Âlemde ne varsa aşktır, ilim bir dedikodu-falanca şunu dedi, filanca bunu dedi-dan ibarettir) derken, her ne kadar İslam tasavvufundaki âlemlerin yaratılmasının nedenini aşk olarak gören anlayışı dile getirse de, biz burada şöyle bir düşünce geliştirebiliriz.

Bilim insanın yaşamını kolaylaştıran buluşlar yaptı. Buzdolabı, kalorifer, araba, uçak, bilimin on binlerce yılda ortaya koyduğu, insanlığın yaşamını kolaylaştırma amaçlı buluşlardır. Ancak insan yemek yiyen, otobüse binen, bir canlı değildir yalnızca. İnsan bilimin ürettiği malzemeleri kullanarak mutlu olamaz. ”Dünyanın en güzel yeri sizce neresidir?” dediğimizde herkes farklı bir yanıt verecektir. ”Herkesin maddi anlamda düşlediği yaşam biçimi nedir?” dediğimizde de, çoğunluk hep, lüks evler, arabalar, deniz kıyıları vb sayabilir. Ancak düşlenen kentlerde, parasal sorunu olmayan nice insan var ki, sürekli ruh hekimlerine gitmekte, depresyon geçirmekte, bunalımlarından çıkamayıp, intihar etmektedir. Dünyanın en güzel yeri saydığımız yerlerde de insanlar mutsuz olabiliyor yani. Bilim, insana belki daha kolay ve rahat bir yaşam sunabiliyor; ama mutluluk, aşk, huzur gibi kavramları sunamıyor. Burada sözü edilen teknolojinin dışında, egemen ideolojilerin geliştirdiği felsefe, sanat, gibi etkinlikler de, o ideolojinin amaçlarına uygun olarak, insanlara mutluluk değil mutsuzluk getirir ancak. Yirminci yüzyılda burjuva düşünürlerinin ürettiği felsefeler varoluşçulukta olduğu gibi, insanı ancak, kendi değerlerini ”hiç”leyen bir bataklığa saplamayı amaçlamaktadır. Sanat, ilk çağlardan bu yana, insanın yaşamını “güzelleştirme” yolunda yapılan etkinliklerdir. Bir sınıfın diğer sınıfı sömürdüğü zamanlarda, egemen olanların sanatı, ancak dar bir çevreye hitap eden bir yapıdadır. Bunun örneklerini, Osmanlı divan şiirinden, son yüzyılda ortaya çıkan bir takım sanat akımlarına kadar görebiliriz. Kaldı ki bununla da yetinmeyip, geniş yığınların sanatını yok etmek, yozlaştırmak için her yola başvurmuşlardır. Evreni aşkla görenler, kuşkusuz ki onlardan daha mutlu ve huzurlu olabilirler. Kapitalist sistem doğanın düşmanıdır ve Tanrı kavramını tanımaz. Doğaya ve Tanrı’ya daha yakın olan, hayatın ortasında aciz bırakılmış kitleler, bulutlara, kuşlara, tanrıya daha yakındırlar; bu yüzden de aşk ancak onların yüreklerini vatan kılabilir kendine.

Belki de aşka dair söylenmedik söz, söylenmiş olanlardan çok daha fazladır kim bilir. Çünkü aşk, her insan nasıl benzersizse, her insanda farklı yaşanan bir duygu değil midir? Her insan kendini farklı sözlerle ifade eder. Aslolan da söz değil, bize o sözleri söyleten duyguları yaşıyor olmamız değil mi. Söz ki, insanın yaşadığı içsel fırtınaları anlatmakta hiçbir zaman yeterli olmayacak.

Bilim sınıflı toplumlarda egemen sınıfların elinde, insanlığın rahatını huzurunu düşünerek işleyemez. Kapitalist toplumda insan değil, sömürü söz konusudur. İnsan mutluluğu ise asla önemsenemez. Bilim insanlığın hizmetinde olduğu zaman gerçekten de, iç dünyamıza yansıyan güzellikler üretiliyor olacaktır. İnsanı sömürme temeli üzerinde yükselen her sistemde, kadın–erkek, ana-baba-çocuk, seven–sevilen ilişkileri de, dostluk arkadaşlık, aşk gibi duygular da, onları sakatlamak üzere kurgulanmış koşulların avuçlarına doğacaktır. Bundandır, aşklar hep yalan çıkar; dostlarsa hep sahtekâr. Sonuçta, sürekli olarak mutsuzluklar, düş kırıklıkları yaşanır. Fuzuli’nin “Aşk imiş her ne var âlemde” sözü, bu âlem için geçerliliğini kaybeder. Âlem çünkü, insanın insanı kul ettiği, çocukların başına bombalar yağdırılan, para adındaki puta milyarlarca insanın sabah akşam secde ettirildiği bir âlemdir. Orada aşk olsa olsa, bu sisteme karşı savaşmakla sağlığına kavuşup, anlamını bulabilir. Bunu görmezden gelerek, aşk üzerine, inci gibi söz dizen zamanımızın şair ve yazarları, yalnızca, insanların karşısına sistemin bir aldatmaca olarak koyduğu sanal bir aşkın belleklere daha bir çivi gibi çakılmasına yardım etmektedirler. Filmlerde, kitaplarda anlatılan, dizelere dökülen aşk, kapitalist sistemde milyonlarca insanı kandırmaya yarayan bir hayaldir yalnızca, bir hastalıktır. Maksim Gorki’nin ”Yazarlar insan ruhunun mimarlarıdır” sözündeki gibi şairin ve yazarın bir görevi de, ruhlarımızı sağaltmak olmalıdır. Dünya piyasalarında en çok satan postmodern kitaplar nasıl ki, sakat bir aşkı insanların bilincine allayıp pullayıp giydiriyorsa, bizde de bunun benzerlerini adım başı görmek olası. Hatta diyebiliriz ki, doğru olan istisnadır. Arzu, güçlü istek anlamına gelen bir söz olarak, aşk için kullanıldığında çoğu zaman cinsel isteğin bir ifadesidir. Örneğin, insana düşünmemesini buyuran Orhan Veli neyin temsilcisi olabilirdi.
“Düşünme,
Arzu et sade!
Bak, böcekler de öyle yapıyor "

Bu örneği o kadar çoğaltabiliriz ki. Ancak, zamanımızın yazıcılarının sadece düşünmeyen, arzu eden insan tiplemesinin mimarlığında, sistemin iyi birer temsilcisi olduklarını söylememiz ve bu örnek, konu hakkında başka söze gereksinim bırakmıyor sanırım.

“Bu sistemde aşk olmaz mı?” gibi bir soru, bu sisteme rağmen aşk hep var olacaktır biçiminde yanıtlanmalıdır. Evet, sistem, insanlık dışı bir sömürü düzeni olunca, insanı insanlıktan çıkartmanın tüm koşullarını sürekli hazırlamaktadır. Her sistem de her canlı gibi ölüm korkusunu yaşar sürekli. Nedense, diktatörler, zorbalar, halktan daha çok korkar ölümden. Onların bu dünyada sonsuza kadar kalacakmış gibi yaptıkları her şey, tarihin çöplüğüne gömülecektir; bilirler bunu. Bu da zulümlerini daha bir arttırır. Çünkü yaşam biçimleridir zulüm, zulmederek daha çok yaşayacaklarını sanırlar. İşte tam da bu noktada, aşktır kalabalıkların, milyonların direncine verdikleri sabırlı su. Başkaları için ağlamanın, yanmanın, direnmenin, savaşmanın, ölmenin güzelliğini bilen insanlar, aşka layıktır. Bencillikle işi olmayan bu yüce duyguyu sökemedi zorba sistemler insanlığın sinesinden. Aksine, öyle bir duygu ki, bencil yanlarımızı onardı kalbimize düştüğü zaman. Yoksulların en büyük zenginliği oldu ilk insandan bu yana. Milyonlarca türküye, ağıda döktük, efsaneler yarattık aşka dair. Ona sığındık yalnızken; kimsesizken kimsemiz oldu,yaramızı yar ettik,sabır taşlarını çatlata çatlata bekledik, özledik, aradık…

“İnsan çift yaratılmış” derdi eskiler. Herkese göre deliydi ama yâriydi yârinin kimisi… “Tencere kapak” benzetmesini yaptılar maşukunu bulan âşıklar için. Her insanın bir insanı var mıydı sahiden. Yani bu zamanda bu düzende, bize en çok uyan birileri olur muydu? ”eş ruh” diye bir aldatmaca uydurdu batı kaynaklı düşünce sistemi. Olaya daha nesnel bakmak gerekiyor. İnsanın bir benzeri, eşi olur mu?

“Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül, iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz. iki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir ama ışıkları birbirine katışmış birleşmiştir. Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını ara¬sın, dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin! Fakat aşk, âşıkların vücudunu inceltir, zayıflatır; sevgililerin vücutlarınıysa güzelleştirir, semirtir!

“Bu gönülden sevgi şimşeği çaktı mı bil ki o gönülde de sevgi vardır.
Gönlünde Tanrı sevgisi arttı mı şüphe yok ki Tanrı seni seviyor.” 
diyor Mevlana. Bize diyecek söz bırakmayacak kadar güzel söylüyor. Eğer sen gerçekten doğru olanı bulup sevmişsen, o da seni sever. Burada Marks’ın ünlü sözünü alalım: “İnsanı insan olarak düşünün ve onun dünya ile ilişkileri de insanca olsun,o zaman sevgiyi sadece sevgiyle,güveni güvenle...değiştirebilirsiniz.” diye başlıyor Marks, yani sevginin karşılığı sevgiden başka bir şey olursa, o sevgi satın alınmış demektir, sevgi değildir.

(Burada Halil Cibran’ın şu sözlerini anımsıyoruz;  ”Karşısındakine kendinden başka hiç bir şey vermez Sevgi, ve kendinden başka hiç bir şeyi de geri almaz. Ne kendi dışındaki şeylere sahiptir, ne de kendisine sahip olunabilir; Çünkü Sevgi, kendi kendini bütünler ve kendi kendine yeterlidir.” )

Marks devam ediyor; ”Eğer sanattan tad almak istiyorsanız, sanatkârca eğitilmiş olmanız gerekir, eğer başka insanları etkilemek istiyorsanız, onlar üzerinde gerçekten uyarıcı ve geliştirici etki yapan bir kişi olmalısınız. İnsanlarla ve doğayla olan her ilişkiniz, sizin iradenizin nesnesi olan, gerçek bireysel yaşamınızın en net yansıması olmalıdır.” Sanatkârca kendini eğitmemiş birinin sanatkârlık taslaması, sanatkârlık yapmaya kalkması soytarılıktan başka bir şey olamaz. Bu anlamda, zamanımızda pek çok sanatçıyı(!) bu kategoriye sokmak mümkün. İnsanları etkilemek için bir takım oyunlara girmenin de hiçbir anlamı olmaz. Böyle bir davranış olsa olsa şaklabanlık olabilir. ”Eğer sevginiz sevgi doğurmuyorsa bu, sevginizin, sevgi üretmediği anlamını taşır. Eğer seven kişi olarak yaşamınızı ortaya koyuyor ama sevilen bir kişi olamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür. Bu bir talihsizliktir,mutsuzluktur” diye bitiriyor Marks sözünü. Sevginiz, karşı taraf üzerinde, doğal ve kendiliğinden bir akış sağlamalıdır, bunun dışındaki her çaba, boşuna olacaktır. Ben bu alıntıyı bu biçimde yorumladım. Sana ait yârse eğer, o da seni arıyordur ve ilgiler mutlaka karşılıklı olacaktır.

Mevlana diyor ki; ”Tek elin sesi çıkmaz. öbür elin olmadıkça, İki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda! Susuz, ey tatlı su diye ağlar, inler ama su da nerde o susamış, diye ağlar, inler! Bizdeki bu susuzluk, suyun bizi çekmesinden ileri gelir.. biz suyunuz, su bizim!  Tanrı hikmeti ezelde bizi birbirimize âşık etti. O ezelî hükme göre kâinatın büyük zerreleri çift çifttir ve her cüz'ü de kendi çiftine âşıktır.Âlemde her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini İster. Kehribar, nasıl saman çöpünü çekerse her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini çeker.”

Mana âleminin sarrafı olarak adlandırılan gönül adamı,
gökyüzünü erkeğe, yeryüzünü kadına benzeterek devam ediyor; ”Bu iki güzel, birbirlerinden süt emmeseler, bir¬birlerini sevip koçmasalar nasıl olur da birbirlerinin muradına dolanırlardı? Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl biter, gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur? Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlansın diyedir. Bu birlikte âlem beka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı bir meyil verdi. Her cüz'e de, diğer bir cüz'e meyil verdi., ikisinin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur.”

Bütün bunlar kuşkusuz güzel sözler. Ancak gerçekten de, bir yerlerde bizi bekleyen ve arayan bir yârimiz var mı? İslam inancındaki, ruhlar yaratıldığında, ruhumuzun tanış olduğu sevgili var mı gerçekten. Eğer varsa, insanların çoğu bunu bilmiyor. Eğer varsa, neden bu dünyada karşılaşmak ihtimali, neredeyse imkânsız denilecek ölçüde zayıftır. Eğer aynı zaman diliminde dünyaya gelmişsek, kim bilir, nerededir, hangi ülkededir. Belki bir genelevde saat başı bir başka insana satılan kadının eş ruhu, Paris’te bir kilisede rahiptir; belki Afrika’da bir ülkede açlıktan öleli çok zaman olmuştur. Kim bilir belki de, birlikte olduğumuz kişinin ta kendisidir.

“Tüm diğer konularda değersiz ve yararsız biri olsam da, en azından seven ve sevileni kolaylıkla ayırt edebilme yetisi, her nasılsa bana tanrı tarafından verilmiştir.” Diyen Sokrates’e göre; ”Eros mitolojik olarak konuşulduğu zaman bile, bir tanrı değildir. Tanrılar yetkindirler, oysa Eros'un kendisinin bir yetkinliği yoktur ve yetkin olan bir şey, her ne olursa olsun, zorunlu olarak, aşktan yoksundur. Aşkın özü daha çok yetkinliğin karşıtıdır: Yetersizlik, eksiklik, yoksunluktur, eksiklik bilinci ve gerçekleşme ve tamamlanma arzusudur. Aşk sevilenin eksikliğidir ve tanrılar hiçbir şeyin eksikliğini duymazlar
.
Tanrı değilse eğer. Eros nedir? Hâlâ söylenceye dayanarak konuşan Sokrates, Eros’a büyük bir tin ya da daimon adını verir. Bir başka deyişle Eros ne tanrı ne de insan olup, tanrılarla insan arasında bulunan, 'aradaki uzayı (mekânı) dolduran ve bütünü kendisinde birleştiren' bir şeydir.”

İslam Tasavvufunda ise “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim ve âlemi yarattım.” kudsî hâdisine dayarak, yaradılışın gayesi aşktır. Kur’an’da Âraf,172’de “Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diyerek kendilerini birbirine şahit tutmuştu da onlar da 'Evet şahidiz' demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı; 'bizim bundan haberimiz yoktu’ ” biçiminde anlatılan, ezel meclisinde, Allah’ın ruhlarla yaptığı bir tür sözleşme vardır. Orada ruhların birbirini gördüğü belirtilip ve bu dünyada karşılaşınca, birbirini bulacak olan âşıklar, dostlar biçiminde yorumlanır bu ayet. Sonuçta,”âlemde ne varsa aşktır” İslam tasavvufuna göre.

Sokrates’in düşüncesi de bundan çok uzak değil görüldüğü gibi. İslam Tasavvufunda,”vahdet-i vücut” olarak adlandırılan ilahi aşktır. Sokrates ise “Tanrılarla insanlar arasındaki boşluğu dolduran ve bütünü kendisinde birleştiren” bir unsur olarak söz eder aşktan.

DNA’larımızın, dedelerimizden bize gelen bir takım özellikler ve hastalıklar gibi, ezel meclisinde, bu dünyada bize en uygun, diğer yarımız olan insan için de kodlandığını belirten zamanımızın bir takım yazıcıları, yeryüzünde insanı biçimlendiren koşulları tümüyle reddeden bir anlayışın savunuculuğuna düşüyorlar. (Zamanımızda bilim DNA’lara, genlere müdahale ederek hastalıkları ortaya çıkmadan yok etme noktasına gelmiştir.) Bu tıpkı, insanın başına gelen bütün olumsuzlukların, savaşların, belaların sorumluluğunu, kadere yüklemekle aynı şey oluyor. İnsanın insanı kul ettiği, insanın yaşam biçimini, insanın isteklerini, zevklerini, dünyaya bakışını belirlediği zamanlarda, bu dünyada olan her şeyin sorumluğunu, doğmadan önce belirlenmiş olan yazgıya yükleyen, ”şükürcü” anlayışla aynı konuma düşmüş oluyorlar. Filmlerde gösterilen çok zenginle çok yoksulun aşkı ne yazık ki bu dünyanın koşullarına pek uygun düşmüyor.

Sokrates aşka dair gayet akla uygun tespitler yapıyor: ”Aşk her zaman bir şeyin aşkıdır Zorunlu olarak bir nesneye doğru yöneltilmiş durumdadır. Sevmek demek bir şeyi sevmek demektir. Ancak aşkın nesnesi nedir? Çok yalın olarak, insanın gereksindiği, arzu ettiği ve istediği şeydir. İnsan zaten sahip olduğu bir şeyi gereksinmediği, istemediği ve arzu etmediğine göre, aşk her zaman insanın henüz sahip olmadığı bir şeye yönelmiştir” Burada biz şunu söyleyebiliriz: çoğu insan için aşk, bu dünyada yaşamını araç yaparak yöneldiği amaçtır. Farkında olmadan kölesi olduğu, istekler, giderek büyür ve, onun tüm varlığını gasbeden bir canavar olur. İslam dininde “nefis” denilen, bu hırs yüklü istekler, asıl aşktan bizi yoksun bırakan hastalıklarımızdır. Çoğu insan hayat boyu insanları sömürür, haksızlık yapar, rüşvet alır, haksız kazanç yolları bulur, para kazanır; ama o parayı yiyemeden de ölür. Onlar için aşk, bu yaşamlarını gasbeden çılgın tutkudan başkası değildir. Böyleleri için, karşı cinsten kendilerine en uygun kişinin fiyatı, ya paradır, ya gösterişli meslek diploması vb. Elbette onlar için de bu dünyada, satın alabilecekleri, biçilmiş kaftan, tencere kapak kişiler vardır. Bu dünyada, karşı cinsten, herkese en çok uyan birisi elbette vardır. Olmaması akla ve bilime aykırı olurdu. Sokrates’in bu konuda söyledikleri şöyle devam ediyor: ”Aşk iyi, yararlı ve hayırlı olan bir şeye duyulan arzudur; doğamız itibariyle, eksikliğini duyduğumuz, gereksindiğimiz, eşdeyişle doğamız itibariyle bizim bir parçamız olan ve bizi tamamlayacak bir şeye duyulan sevgidir. İnsansal aşk. İnsan için iyi olana duyulan sevgiden başka bir şey değildir, insanın doğal ereği ve hedefine doğru yönsemesidir, her bireyin doğuştan getirdiği, kendini-gerçekleştirme gereksinim ve isteğidir” Aslolan da bu değil mi: insanın kendini gerçekleştirmesi. İnsanın, yeryüzünde benzeri olmayan bir varlık olarak, kendi dışında önüne konulmuş yasa, kural ölçülerin duvarlarını aşarak “kendi” olabilmesi. Bu elbette, insanı var eden koşullar dâhilinde oldukça zor. Beğenilerimiz ve zevklerimiz bile dışardan bize veriliyorken, kendi iyi’mizi, güzel’imizi, aşk’ımızı var edebilmek hiç de kolay değil.

Bizim en büyük eksikliğimizdir aşk, bundan olmalı yaşam boyu bitmeyen susuzluğumuz olması.Büyük bir kendini tamamlama çabası içinde çırpınarak yaşanan mutsuzluğumuz ve mutluluğumuz..Sokrates tam da bunu anlatıyor; ”Eksikliğini duyduğumuz, doğamıza uyan bir şeye duyulan arzu olarak görüldüğünde, aşk bizim dışımızda bulunan bir mutlak diye sunulmuş bir şeye duyulan aşk değildir, tam tersine, bizim doğamızın bir parçası olan, ve onu tamamlayan bir şeye duyulan aşktır. Çok yalın olarak, eksikli ve sonlu oluşumuza ilişkin bilinçliliğin doğurduğu gerçekleşme aşkıdır.”

Çoğu insan arayışının farkında bile olmadan aramaktadır kendisini tamamlayacak olan diğer parçasını. Eksikli yanı sürekli sancıyarak ve kanayarak yaşanan bir maceradır insan ömrü. Bizim diğer parçamız olan kişi de, kendi diğer parçasını arayarak, kendini tamamlama, gerçekleştirme sancılarını yaşar. Biz kendimizin diğer yarısını çeken bir mıknatıs gibi yaşarız; böyle olunca da, ne yaşı başı vardır aşkın, ne de insanların koyduğu denklik kurallarını tanır. Mevlana; “Âlemde her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini İster. Kehribar, nasıl saman çöpünü çekerse her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini çeker. Gökyüzü yere merhaba der, demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle Öyleyim.” diyordu. Sonsuz bir arayıştır işte bu macera, yurtsuzların yurdunu aramasına benzer. Âşık yana yana arar maşukunu, bir garip yolculuktur. Mevlana şöyle diyor; ”Sevgililerin aşkı, onların yanaklarını parlatır; âşıkların aşkı, âşıkların canlarını yakar, yandırır! Kehribar, niyazdan müstağni gibi davranan bir âsıktır., o uzun yola düşen, o uzun yolda savaşansa saman çöpü!..”

Hüsrev ü Şirin’in başlangıcında; ”Hayvan gibi yalnız yemek ile, uyku ile kalma; bir kediye de olsa gönül bağla! Senin bir kediye âşık olman, kendi kendine aslan olmadan daha iyidir.” diyen Nizami’nin Mevlana’nın biraz önceki sözlerine çok benzeyen sözleri aynı şeyi pekiştiriyor; ”Eğer bir taşın sinesine aşk düşerse, bir cevhere âşık olmaya hak kazanır. Eğer mıkna¬tıs, âşık olmasaydı, o şevk ile demiri nasıl kapardı? Eğer yolunun üzerinde aşk olmasaydı, kehrubar saman çöpünü aramazdı. Ne kadar taş ve ne kadar cevher vardır, yerlerinde öylece dururlar, ne demiri ne de samanı kapmazlar. Her bir cevher —ki bunlar sayısızdır— kendi merkezine meyleder”

Bizim için, önceden hazırlanmış, buluştuğumuz zaman her şeyin, yerini bulup oturacağı; gerekli bütünlüğün oluşacağı bir insanın varlığına inanmak mümkün olabilirdi; eğer ki, aşk ilişkisinin doğasına ters olarak, karşımızdaki insanı olduğundan farklı göremeseydik. Sevgili daima en mükemmel olan değil midir? Onda kusurlar bile bir özellik oluvermez mi çoğu zaman. Onu tanıdığımız anda, karşımızda, bütün gizemleri ve güzellikleriyle, keşfedilmeyi bekleyen bir dünya değil midir sevgili. Başka olandır o,en farklı olandır; ve böylece başlar Şeyh Galib’in “Aşk”ına ateş denizlerini aşmayı göze aldıran yolculuk. Aşkın doğasında bu var; ancak, gerçekte olanla, bizim, aklımızı bir tarafa atarak, gönlümüzde, düş dünyamızda yeniden var ettiğimiz aynı varlık değildir. Ama eğer, şansımız yaver gider de, yârimiz, onun varlığına attığımız her adımda, bizi şaşırtarak, tam da umduğumuz gibi çıkarsa, işte buna mucize denir. Belki de, bütünlenip tamamlanma böyle bir şeydir. İki taraf da karşılıklı tamamlanıp, kendini gerçekleştiriyor, Mevlana’nın kandilleri gibi, birlikte ışık saçarak. ”Çünkü tüm insanlar gerçekten iyi olanı, eşdeyişle doğaları itibariyle kendilerinin bir parçası ve kendilerinin olan bir şeyi severler ve bu nedenle, iyi bir şey yaratır ve arkalarında iyi bir şey bırakırlarken, sevdiklerini korur ve ölümsüzleştirirlerken, gerçekte kendilerini yaratmakta, korumakta ve ölümsüzleştirmektedirler” diyor Sokrates.

Bir insanı değiştirerek, kendi insanımız kılmanın mümkün olamayacağını, söyleyebiliriz burada. Bir insanı, kendinden başka bir insan yapmak, kafamızdaki kalıplara uydurmak olanaksızdır. Bunu kendisi istese bile, başaramayacaktır. O yalnızca bizimle tamamlandığında kendisi olabilen bir varlıksa, bizim yârimiz demektir.

İlişkilerinin başlangıcında, sürekli kavga eden insanlar tanıdım. Sürekli kavga eden, başkalarının ne diyeceğini umursamadan birbirini kıran, rezil olan arkadaşlarım oldu. Özellikle, bir çift var ki, bu yazının yazılmasına neden olan onlardır. Anımsıyorum; İzmir’de iki dersane öğretmeni olarak tanışmışlardı. Kadın felsefe öğretmeni, erkek tarih öğretmeniydi. Kavgalı bir ilişkiydi onlarınki. Defalarca ayrılıp, sonra yeniden bir araya gelmişlerdi. Kadının ailesi öğretmen kökenli, erkeğin ailesi gecekonduluydu. Biri alevi diğeri sünni kökenliydi; ama önemsemedikleri bir durumdu bu. Sonra erkek, İzmir’den, İstanbul’a gitti. Bu gidişle, aynı zamanda kadını terk etmiş de oluyordu. Fakat çok zaman geçmedi, kadın da onun peşinden İstanbul’a gidip, orada bir dersanede çalışmaya başladı. Yedi-sekiz ay sonra da, bir yaz günü evlendiler İzmir’de. Kadın, erkeğin ailesini sevmiyordu başından beri. Bunu da sürekli olarak belli ediyordu. Çok bir zaman geçmedi, birkaç ay sonra, erkeğin İstanbul’da evini önce terk ettiğini; bir ay kadar sonra da, geri döndüğünü. Bir süre sonra, erkeğin İzmir'deki ailesinin evinde aileyle birlikte, mahalleye rezil olurcasına bir kavga edildiği duyuldu. Kavga sonucunda, gecenin bir yarısı erkeğin ailesi, gelinlerini evden kovmuşlardı. Tam bir rezalet. Eşi de ağzını bile açmamıştı. Buna benzer olayları pek çok insan yaşamış; yaşamayan azınlık da defalarca tanık olmuştur.

Arkadaşım, yaşadığı aile faciasından sonra, biraz kendine gelebilmek için, benim yaşadığım bozkır köyüne geldi. Gezdik, tozduk, konuştuk, tartıştık. Kaçınılmaz olarak boşanacak ve bir daha da arkasına bakmayacaktı. Döndükten bir süre sonra, eşiyle tekrar aynı eve yerleştikleri haberi duyuldu. Bu olayla birlikte de, evin tek oğlu olan arkadaşımın ailesiyle arasındaki köprüler tümden yıkıldı. Öyle ya, eşinden memnun olmayıp bunu ailesiyle paylaşarak cephe oluşturan bir insan ailesine ne diyecekti ki. Ailesiyle birlikte, eşini sokağa atmıştı.

Beş yıl kadar bir zaman sonra onların ziyaretine gittim. Zaman içinde çok uyumlu bir ilişki geliştirmişlerdi. Son derece birbirini tamamlayan iki insan vardı şimdi. Anlaşılan o ki, bir ağaç büyütürcesine emek verilerek, iki insan birbirini yeniden yaratıyordu. Çocuğun önce emeklemesi, sonra düşe kalka yürümeyi öğrenmesi gibi, iki insanın sevgisi de, ancak bin bir güçlüğü yenerek, koşmayı başarabiliyordu. Sokrates bu saptamayı şöyle destekliyor; ”Bu, hiç kuşkusuz, seven ya da sevilen*söz konusu olduğu sürece, sevgi ilişkisinin daha az maieutik (x) olduğu anlamına gelmez. Çünkü, seven her ne denli sevgiliyi, kendi iyi imgesine dönüştürmeye çalışırsa da, bunu sevgiliyi. Onun doğası İtibariyle olma gereksinimi duyduğundan farklı bir şeye dönüştürerek yapmaz. Herhangi bir doyurucu ilişkinin temeli, seven ve sevgilinin ortak olarak (iyi) bir şeye sahip olmaları ve büyük ölçüde aynı şeyi sevmeleri ve istemeleridir, bu nedenle seven sevgiliyi kendi iyisine dönüştürerek, ona zarar vermez, ancak daha çok, onun tam anlamıyla gerçekleşmesi için, doğası itibariyle olması gerekene dönüştürerek, yardımcı olur. Seven bunu. Kendi iyi anlayışını sevgiliye hile ile kabul ettirerek değil de. Onun kendisi için gerçekten de iyi olanı elde edebilecek, kendisi sevgilinin bunu elde etmesinde salt bir vesile olacak biçimde, kendisine doğru dönmesini sağlayarak yapar. Eğer durum böyle olmasaydı, aşk ilişkisi meyvesiz kalacaktı, çünkü ilişkide ortaya çıkan iyileşme ve gelişme, kişinin bizzat kendi gelişmesi değilse, hiçbir biçimde gerçek bir gelişme değildir. Aşk ilişkisi hem seven hem de sevilen tarafında doğurtucu ya da üretici kalmalıdır: Hem seven hem de sevilen diğerinin kendi kişisel gelişmesi, ortak iyiye doğru karşılıklı bir ilerleme için bir vesile, bir fırsattır.” O halde insanların başlangıçta, kimseden utanmadan, yaptıkları onca kavga ve rezillik, hayalimizde yeniden oluşturduğumuz sevgilinin gerçeğiyle buluşma sürecinde ortaya çıkan hayal kırıklıklarının bir sonucu olduğu gibi, aynı zamanda karşılıklı birbirine nüfuz etme, bir tür uç noktalarda sınama değil midir. Biz aynı zamanda da kendimizi sınıyoruz o zaman. Sadece sınamakla kalmıyor, dönüştürüyoruz da, hem kendimizi, hem de karşımızdakini. Bu dönüşümde, zaten, değişmesi mümkün olan fazlalıklarımız değişiyor. Eğer ki, kişinin “kendi”ne dair bir değişme veya değiştirilme söz konusu olursa, işte o zaman, ilişki bitiyor.”Aşk ilişkisi, doğası gereği, sorgulayıcı ve çürütücüdür. Her şeyden önce, aşk bir anlamda kuşkudan, sevgiliyi sorgulamadan, incelemeden ve sevgiliye ilişkin bir araştırmadan oluşur, çünkü seven sevgilisinde kendisini tamamlayacak, gerçekleştirecek olan şeyi aramaktadır; bu nedenle seven gerçek sevgilisini bulmak ereğiyle, bıkıp usanmadan insanları sınar ve inceler ve eğer talihi yaver gider de, aradığı sevgiliyi bulabilirse, onun gerçekten araştırmasının gerçek nesnesi olup olmadığını anlamak -gerçekte, onu (iyiye ilişkin) yeni araştırmasının nesnesi yapabilmek- için, bu kez de sevgiliyi inceler. İkinci olarak, aşk sorgulayıcı ve çürütücüdür, çünkü insanın kendisiyle olan bir ilişkisi olarak bile. Aşk doğası gereği, insanın kendisi ve kendi gerçekleşmesi için kaçınılmaz bir arayıştır: Bir sorgulama ve kuşkulanma (ben altı üstü bu kadar mıyım? Ben yalnızca bunlardan mı ibaretim?) , bir araştırma (Ben neyim? Ne olmam gerekir?) , bir yâdsıma (Şu an bende ortaya çıkmış kişi, kesinlikle yeterli biri değildir!) ve gelişmeyi isteme sürecidir.” Diyor buna Sokrates.

Sokrates’ten bu kadar alıntı yaptıktan sonra, çok başka bir yer ve zamandan uzak doğudan Me-Ti’nin sözlerine kulak verelim; ”Burada üzerine çok şey söylenebileceğinden kuşku etmediğim bedensel zevklerden söz etmiyorum. Amacım, üzerine söylenebilecek pek bir şey olmayan aşktan söz etmek de değil. Dünya, bu iki olguyla da yetinebilirdi. Ama sevgi bir üretim olgusu olduğu için, onu ayrıca ele almak gere¬kir. Sevgi, iyi ya da kötü yönde olmak üzere, sevenleri ve sevilenleri değiştirir. Daha dışardan bakıldığında sevenler yüksek bir düzenin üreticileri olarak görünürler. Tutkuludurlar ve engel tanımazlar; yumuşak başlıdırlar, ama zayıf değildirler. Her zaman ne gibi sevecen davranışlarda bulunabileceklerini araştırırlar (ve bunu yalnız sevdikleri için değil, herkes için yaparlar) . Sevgileri için sürekli olarak yapıcıdırlar, sanki bir gün gelip de tarihini yazacakmışçasına, o sevgiyi tarihsel kılarlar. Sevenler için hiç yanlış yapmamakla, tek bir yanlış yapmak arasındaki fark, çok büyüktür — oysa dünya, böyle bir fark üzerinde rahatlıkla durmayabilir. Sevgilerini olağanüstü kıldıklarında, teşekkür edecekleri yalnızca kendileridir; başarısızlığa uğradıklarında ise, nasıl halkın yöneticileri, halkın kusurlarını ileri sürerek kendilerini aklayamazlarsa, sevenler de sevdiklerinin kusurlarıyla kendilerini aklayamazlar. Sevenlerin üstlendikleri görevler, kendilerine karşı görevlerdir; bu görevlerin yüklediği borçları yerine getirmek için gösterdikleri titizliği kimse gösteremez. Sevenlerin başkalarının ciddiye almadığı pek çok şeyi, en küçük dokunmaları ve en algılanamaz gibi görünen sesleri bile ciddiye almaları, gerek sevginin, gerekse başka büyük üretimlerin özünden ileri gelir. Sevenler arasından en iyileri, sevgileri ile başka üretimler arasında tam bir uyum sağlamayı başarırlar; o zaman sevecenlikleri genel bir nitelik kazanır, yaratıcı yetenekleri çoğunluğa yarar sağlar ve bu türden sevenler, üretici olan ne varsa desteklerler.” Bu sözlere katacak bir yorum bulamıyorum.

“Sana büyük bir sır söyleyeceğim zaman sensin” Diye başlayan dizelerin şairi çağımızın büyük aşığı Aragon, Elsa’ya “zaman sensin” diye sesleniyor ve ekliyor “zaman kadındır” Zaman, öldüren ve yaşatandır. Her şey zaman içinde büyür ve gelişir; yaşlanır ve ölür. Zaman üretken ve doğurgandır. Elsa’yı, daha doğrusu kadını, zamanla özdeş kılıyor Aragon. Kadın üreten ve var edendir, sevginin mimarı odur. Aşk onun dâhilinde var olur ve büyür. Aşk onun dâhilinde sonsuz olur veya ölür. Her insanın bir insanı var mıdır? Sorusuna karşılık, Aragon’un aşk üzerine söyledikleri oldukça önemlidir. CREMIEUX’in büyük ozanla yaptığı söyleşinin bir yerinde şöyle diyor Usta: ”Önce kavramlar üstünde anlaşmak gerekiyor, yoksa söylenenler açıklığa kavuşamaz. Sözlüğe, örneğin Larousse'a bakacak olursanız, gizemcilik, ilahi düşüncelere dalarak yetkinleşme yoludur. Şiirimin amacının, tuttuğu yolun bu olmadığı biliniyor. Le Fou d'Elsa'yı gizemli anlatıma yaklaştıran tipik anlatımı, Arap gizemcilerinde şöyle bir araştıralım. Arap gizemcilerinin en büyüklerinden biri olan İbni Arabî der ki 'bir varlık gerçekte, yaratıcısından başka kimseyi sevmez’ İşte, başka başka biçimlerde anlaşılabilecek bir söz. Ben kendi adıma, sevdiğimi tanıyorum, ama yaratıcımı tanımıyorum. İbni Arabî’nin bu düşüncesini gerçeğe daha uygun bir hale getirmek için cümleyi tersine çevirip şunu söylemek gerekmez miydi...'Beni sevdiğim yaratır.' İşte bu, ayakları üstüne oturtulmuş gizemli düşüncedir”

Bu söz üzerine, bu konuda söylenecek başka bir söz olduğunu sanmıyorum. İnsanın birer tüketim nesnesi, aşk da dâhil tüm duygularının sökülmeye çalışıldığı zamanlarda, gerçekten de insanı sevdiği yaratır, çiçeklerin yeniden açmasını sağlayan yağmur gibi, güneş gibi. Bütün dayatmalara rağmen, kimsenin uğramadığı yıkıntılardan yükselen çiçekler gibi aşk, en büyük başkaldırıdır. Başkaları için ağlamayı, yanmayı, direnmeyi, savaşmayı, ölmeyi bilen insanlar olduğu sürece, aşka mahcup olmayacaktır insanlık. Şu an, bir yerlerde nasıl, öpüşür gibi usul usul yağıyorsa yağmurlar ve bir yerlerde güneş olanca güzelliğiyle kucaklıyorsa şafakları, aşklar da öylesine aşk gibi yaşanmaya devam ediyor, birbirini aşkla yeniden yaratan sevgililerde, yeniden, yeniden, yeniden…

ADNAN DURMAZ



NOT:Adnan Durmaz'ın yazıları tamamen veya kısmen, kaynak belirtilmeden başka bir yerde yayınlanamaz.  

KAYNAKLAR:
Mevlana,Mesnevi,Veled İzbudak,Milli Eğitim Basımevi,İst.1966
Cami, Salaman ve Absal, Abdülvehhab Tarzi,MEB Yayınları, İstanbul, 1985
Sokrates ve İnsan Sevgisi,Laszıo Versenyı,Çev.Ahmet Cevizci,Gündoğan Yay,Ank.1988
Türkçe Kur'an-ı Kerim (Diyanet Meali)
Bertolt Brecht,Me-Ti’nin Özdeyişler Kitabı,Çev.Ahmet Cemal,Alan yayıncılık,Ankara,1977
Hüsrev ve Şirin Nizami, <Çeviren: Sabri Sevsevil>, 1955, 469 S., MEB Dünya Edebiyatından Tercümeler, Şark-İslam Klasikleri: 29.
Ermiş (The Prophet) Halil Cibran, <Çeviren: Aytunç Altındal>, Ekim 1982 (3. Baskı) , 80 S., 350 TL, Havass
K. Marx, 1844 El Yazmaları, Çev. M. Belge, Birikim Yayınları, İstanbul, 2000
Luis Aragon,Gerçekçiliğin Boyutları,Çev.Erdoğan Alkan,de yay.İst.1985 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder