Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Şubat 2012 Salı

TEMEL DEMİRER: Şiir Ve Şair Üstüne Düşünceler




RESİM:ORHAN TAYLAN

ŞİİR VE ŞAİR ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER[1]

“İşte yine bahar geldi.
Yeryüzüne şiirler söyleyen
bir çocuk gibi.”
[1]

Hem kendisi, hem de başkaları olabilmek gibi benzersiz bir ayrıcalığa sahip olan şair, “Dilin simyageridir,” Melih Cevdet Anday’ın deyişiyle…
Sonra da Turgenyev’e göre, “Şiir, ilâhların dilidir.”
Cervantes’e göre, “Şiir, yalnızlığın dostudur.”
Montaigne için ise,  “Büyük şiir düşüncelerimizi doyurmaz, allak bullak eder.”
Nihayet “Şiir, felsefenin kahramanıdır… Şiir demek ruhu coşturma sanatı demektir,” Novalis’in altını çizdiği üzere…

Sadece bu kadar da değil; Nesrin Kültür Kiraz’ın, “Sevmeyeceksen insanı, şiir sana ne yapsın ey insan?” ya da Haydar Ergülen’in “Kimsenin kimseye gözü değmeyecekse şiir niye?” dizelerindeki soruları sorarak betimlenmesi mümkün olan şiir; aşkı, hayatı, insanı ve özgürlüğü savunup, onun için başkaldırıyorsa cidden şiirdir.
Bu bağlamda Celal Sılay’ın dizesindeki üzere, “Şair bütün yolların son durağıdır,” dik durup, diz çökmediği sürece…

* * * * *

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in ‘Karagün Dostu’nda, “Biliyorum/ matarada su/ torbada ekmek/ ve kemerde kurşun değil şiir/ ama yine de/ matarasında su/ torbasında ekmek/ ve kemerinde kurşun kalmamışları/ ayakta tutabilir
biliyorum/ şiirle şarkıyla olacak iş değil bu/ dalda narı/ tarlada ekini kızartmaz güvercin gurultusu/ ama yine de/ diler arasında bıçak gibi parlar kavgada/şiirin doğrultusu
göz güzü görmez olmuş/ tek bir ışık bile yok/ yürek bir yaralı şahindir/ döner boşlukta
belki bir şiir/ belki bir şiir kırıntısı/ çalar kapımızı umutsuz karanlıkta/
yoklar yüreğimizi/ iğilir yaramıza/ dağıtır korkumuzu
ve karşı tepelerden/ gürül gürül bir kalk borusu,” dizeleriyle betimlenen şiirin önemi yaşamsaldır…

Ülkü Tamer’in, “Şiiri yaşamak - şiirle yaşamak” bütünselliğinde irdelediği konuda Tevfik Fikret, Federico García Lorca, Sandor Petöfi, Nâzım Hikmet Ran, Melih Cevdet Anday, Can Yücel, Ahmed Arif, Orhan Veli Kanık, Thiago de Mello, Arif Damar, A. Kadir, Arkadaş Zekai Özger, V. Mayakovski, A. Hicri İzgören, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nihat Behram, Louis Aragon, Nicolas Guillen, Pierre Jean de Béranger, Johannes R. Becher, Nikolay Vaptsarov vd. isimleri ve 12 Eylül darbesinin Yaşar Miraç’ın kitaplarını sıkıyönetim boyunca, yedi yıl yasakladığını anımsamak yeter de artar bile…

* * * * *

Kolay mı?
“Şiirin izi ortaya çıktığı çağdan sürülebilir. Çağ, şiire bir sahnedir. Şiiri çağı yazmaz. Her çağ kendi üzerine yansımış şiiri görür. Her çağın gördüğü şiir vardır. Şiir, şiirler olarak görünebilir. Şiirin bin bir yüzü düşer kağıtlara. Yazılara. Tüketilemez şiir.
Kendini sürekli çoğaltır. Şairlere dadanır. Yazıcılara abanır. Zor yakalatır kendini. Kılıktan kılığa girer. Çağlarda farklı yüzleriyle ortaya çıkar. Çağ şiiri belirleyemez. Şiire kanal açar yalnızca. Şiire kanal koyar. Şiir o kanallardan akar. Çağ, şiir sonrasıdır. Şiiri taşır. Şiiri dile getirenler, onu çağa emanet ederler. Çağ onları ilerdeki çağlara taşır ya da taşıyamayıp, bitirir. Çağlar kapanır ama şiir sürekli açılır…
Şiirin açığa çıkardığı hakikât onu görebilenlerin hakikâtidir…
Şiir yazılamaz, yazdırılır? Şiir yaşamdan tüter.”[3]

Tam da bunun için Veysel Çolak’ın işaret ettiği gibi, “Şiir en az bir kişi tarafından okunup algılanınca yazılma süreci tamamlanmış olur…
Şiirin oluşumu için gerekli olan temel öğeler; yoğunlaşma, bellek, inan, ritim ve esin…
Şiir, uzun bir yolculuk…
Yazara göre şiir de insandan yana yeni olanı sunmalı, dilde, yapımda, biçimde, yaşamda bir gelecek tasarımı olmalı. Şiir olanı değil olması gerekeni ortaya koymalı…
Şairler bir anlamda da serüven tutkusu olan kişiler. Bu zor ve uzak yerlere yapılan bir serüven…”
Kesinlikle unutulmamalıdır ki, “Şiir üstüne düşünmek, yalnızca sözcüklerle uğraşmak ya da bir yapı kurma çabası değildir; yeryüzündeki bütün canlıları, doğayı ve evreni anlamaya çalışmaktır.”[4]

Nihayet “Şiir evrene karşı bir tutum olarak bir yaşama olanağıdır. Evrene atılan bir çığlık olarak içtendir. İnsanın bedeni, duyguları, aklıyla attığı şiir çığlığı, insan var oluşunun vicdanının çığlığıdır. Şiiri, şiirin kendi vicdanı arar. Neden? İnsan vicdanı şiiri aradığı için. Neden? Şiir vicdanı insanı aradığı için. Şiir, nicedir söylüyorum, sıradan, düz bir yaşamı yarma hareketidir,” Ahmet İnam’ın dediği gibi…
Böyle olunca da insanî ve insana özgü olan her şey için direnenlerin, baş kaldıranların safındadır şiir…

* * * * *

Mesela Almanya’da Hitler faşizmine başkaldıran direniş ozanlarından Bertolt Brecht, R. Bêcher, Erich Weinert gibi…
Almanya’da Hitler’e karşı haykırılan direniş şiirleri, 1939’da patlayan II. Dünya savaşıyla birlikte başlamaz, daha 1933’lerde başa geçen yönetime karşı, ilk direniş ürünlerini vermeye başlar.
Söz konusu şiirlerin coşkuyla dillendirdikleri direniş, yalnızca Almanya’yla sınırlı değildi: Faşizmle boğuşan bütün halklarla da bir dayanışma ve bütünlük içindeydi...
Bu ozanlar, Almanya dışında da olsa, bulundukları ülkeler zapt edildiği için, tutuklandılar. Toplama kamplarına kapatıldılar. Çoğu zaman şiirlerini yazacak kağıt-kalem bile bulamadılar! Ve bilindiği gibi bu gencecik ozanlar; toplama kamplarında ya da mapushanelerde, sorgusuz sualsiz, ya gaz odalarında ya da yaylım ateşleriyle yok edildiler...
Örneğin 1942 yılında kurşuna dizilen David Pliskine gibi…
Veya “Yazık kahramanlara gerek duyan ülkeye”...
“Önce ekmek, sonra ahlâk”...
“Banka kurmanın yanında/ banka soymak nedir ki!”
“İyiliğe rağbet yoksa,/ hiç kimse uzun süre iyi olamaz”…
“Bugün her buluş/ bir zafer çığlığıyla karşılanıyor,/ ama çok geçmeden bu çığlık/ bir korku çığlığına dönüşüyor”…
“İnsan nedir bilmem, ama/ Fiyatını sor, söyleyeyim hemen”…

“Bana bir iyilik yap, bu kadar çok sevme beni,” diye haykıran komünist Bertolt Brecht gibi…

Yalnız Hitler faşizmi karşısında mı direniştir şiir? Elbette ki hayır.
Örneğin “Koşan elbet varır; düşen kalkar,” diyen Tevfik Fikret…
O, şiirlerindeki erdemli, yürek dolusu seslenişi ve düşüncelerindeki, haksızlığa karşı koyuşuyla tanınıyor. “Kıran kırana da olsa/ kırıl, düş,/ fakat sakın eğilme...” diye haykırıyordu.
Yaşamı sürecinde, yobazlıklara, bağnazlıklara, zorbalıklara, haksızlıklara karşı durmuştu. Siyasi erkin buyurganlığına tepkili olmuştu. 1867’de doğdu, 19 Ağustos 1915’te daha 48 yaşındayken öldü.

Yenilikçi şiirimizin öncüsü Tevfik Fikret, “Servet-i Fünun” dergisinin de kurucularındandı. Şiirlerindeki yenilikçi, devrimci ve değişimci bakış onun aydınlanmacı ve farklı düşünce yapısındandı. Yeni edebiyatın doğuş kıvılcımı da bu farklı düşüncelerdendi.
Tevfik Fikret, sanatı, eserleri ve düşünceleriyle toplumda beğeniyle izlenmiş ve örnek alınmıştı. “Han-ı Yağma” adlı şiiri dün olduğu gibi günümüzde de ilgiyle okunan, taşlama sanatının güzel bir örneğidir. “Yiğin efendiler yiğin/Bu han-ı iştiha sizin/ çatlayıncaya, patlayıncaya/ tıksırıncaya kadar yiğin” diye haykırıyordu.
Ya da “Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim,/ Heyhat!.. Ben nevaibi eyyamı inlerim,” diyordu…[5]
* * * * *
Tevfik Fikret’in, Bertolt Brecht’in öncesinde “Özgürlük ve sevmek/ bu ikisi de gerek bana!/ Aşkım için, yaşamım/ feda olsun,/ özgürlük uğruna aşkım” diyen bir Sandor Petöfi var.
Hani ‘Çağımızın Şairlerine’, “Öyle kolay sanma sen bu işi, kardeşim,/ hemen kalkışma tellerden şarkılar döktürmeye!/ Sazı bir kere eline almaya göresin,/ bir görev yüklendin demektir, bilesin,/ çok ağır bir görev, ve belâlı.//
Ey şairler, gireceksiniz halkla kol kola,/ alevlerin, fırtınaların içinden geçeceksiniz,/ hiç durmadan yürüyeceksiniz, ama hiç durmadan;/ alçaktır halkın bayrağını elinden düşüren de,/ şurda, geride, bir kenarda gizli gizli,/ bir parça dinleneyim, diyen de alçak./
Halk bakacak, görecek, anlayacak,/ acı çeken kim, başkaldıran kim, dövüşen kim,/ kim işi oluruna bırakmış,/ kim günü gün eden,/ kim şarlatan,/ kim korkak!”
dizelerinin isyancı ozanı…
Sandor Petöfi’ye, yalnızca Macaristan’ın yetiştirdiği birkaç büyük ozandan biri olarak bakılmıyor. Bütün Avrupa ülkelerinde de, Hugo’ların, Byron ve Heine’lerin yanında anılıyordu adı. Üstelik yalnızca bir ozan değildi o, aynı zamanda katıksız bir devrimciydi... Hatta yaşamını gencecikken, daha yirmi altı yaşında, ülkesinin kurtuluşu için verdi...

Petöfi yoksul bir aileden geliyordu. Okulu da çok erken bıraktı. Bu kararında yoksulluğunun etkisi olduğu kadar, ülkesini ve halkını yakından tanıma tutkusu da vardı. Bu yüzden Macaristan’ı karış karış gezmeye başladı.

Böylece Petöfi; hem halkını, hem de sorunlarını çok daha yakından tanıdı: Halk, Habsburg’un dayattığı feodal yönetimin boyunduruğu altında inim inim inliyordu. Hâliyle Petöfi; acımasızca ezilip sömürülen bu yoksul halkının çektiği çilelerin bilinciyle bütünleşti; onlarla mayalandı...
Bu bilinç, içinde yaşadığı halkın acıları ve düşünceleriyle içselleşen Petöfi’nin sanat yaşamını ve yapıtlarını yönlendirmeye başladı... Böylece şiirlerinde “yapmacık bir biçem” (üslup) yerine, halk şiirinin en doğal ve yalın biçemini ve dilini benimsedi.

Petöfi’nin ilk amacı “Özgürlük, bütün dünya halklarının özgürlüğü”ydü…
Petöfi bu konuda kadar çok yazıp söyledi ki, artık sonunda, katıksız “bir özgürlük şairi” olarak edebiyat dünyasında hak ettiği seçkin yeri bulmuş oldu.
Ne var ki Petöfi’nin algıladığı özgürlük, günümüz ya da onun çağdaşı olan yazarların, ozanların anladığı şekilde değildi. “Liberaller” denen bu zevat için özgürlük; tıka basa mal edinme, kapitali gönlünce büyütme, emekçileri, hâliyle halkları sonuna dek sömürme demekti.

Oysa Petofi, özgürlük kavramını Babeuf’ün gözleriyle algılıyordu. Yani tek başına soyut bir özgürlüğün onun gözünde bir anlamı yoktu. Zaten böyle bir özgürlük insanın amacı da olmamalıydı. Çünkü özgürlüğün gerçek amacı, toplumsal bir mutluluğa, insanlar arasında tam bir eşitliğe ulaşmak olmalıydı.Yani özgürlük bir yol, bir araçtı… Bu düşüncesini “Apôtre” adlı şiirinde açık seçik dillendirdi:
“Hepimizin tek amacı neydi?/ Mutluluk, değil mi?/ Ne ulaştırır bizi ona ? Özgürlük!/ Özgürlük için savaşalım öyleyse…”

1823-1849 yılları arasında yaşayan Sandor Petöfi; 1848 Devrimi sırasında, hem halkın belleğine kazınan toplumcu şiirleriyle, hem bedenen katılımıyla önemli bir yönlendirici oldu... Ülkesi Macaristan’a, karısı Julia’ya ve bütün halkların özgürlüğüne karşı beslediği aşklarını dillendirdi şiirlerinde...

Bu önsezili ve dünyaca tanınan devrimci evrensel şair; ‘Kafamı Bozan Düşünce’ şiirinde aynen öngördüğü gibi, yirmi altı yaşındayken, vatanının bağımsızlığı için savaşırken öldü...

Gerçekten de Kazaklara karşı savaşırken, diğer yoldaşları gibi altında atı yoktu! Ailesine para göndermek için onu satmak zorunda kalmıştı! Tek başına atsız savaşırken, 1849 yılında, daha yirmi altı yaşındayken savaş alanında vuruldu. Ve ölüsü de bulunamadı. Şiirlerinin birinde öngördüğü gibi, büyük bir olasılıkla toplu bir mezara gömüldü...
O, ‘Düş...’ başlıklı dizelerinde, “Düş dediğin,/ En güzel armağanı doğa anamızın.// Ama benim düşlerim bir başkadır: Düşlerimde ben bütün tutsak halkların,/ Zincirlerini kırarım çatır çatır!” diye haykırırken; O, ‘Köleydik, İnsan Olduk İnsan’da ekler:
“Artık öyle fazla kızmıyorum insanlara epeydir,/ Yalnızca çok gücendim onlara, çok kırgınım.../ Çünkü öylesine pısmışlar ki habire susuyorlar.../ Oysa kapmış mutluluğunu, mallanmış başkaları!/ Yahu verin şu aldıklarınızı diye gürlemiyorlar./ O yüzden zaten, bin yıllardır hiç dinmiyor acıları.
Gene de inanıyorum gelecek o anlı şanlı günlere,/ Yakındır, diyorum insanlığın Altınçağı./ Hele bir uyanmaya görsün halklar./ Toz toprak içinde ezilmiş başlarını/ Şöyle bir kaldırıp diklensinler:/ ‘Köleydik, insan olduk insan!’ diye,/ Dünyayı gümbür gümbür inletsinler!”[6]

* * * * *

Sandor Petöfi’nin katledildiği gibi, Federico García Lorca da, İspanya İç Savaşı’nın hemen başlangıcında, Franco’nun faşistlerinin kurşunlarıyla öldürüldü.

Pablo Neruda’nın, “İncelikle dehanın, kanatlı yürekle billur çağlayanın Lorca’daki bir araya gelişini hiç görmedim... Bütün İspanya ozanlarının en sevileni, en arananı ve inanılmaz neşesiyle en ‘çocuk’ olanıydı,” diye betimlediği Lorca, 1936’da, İspanya İç Savaşı’nın patlak vermesine üç gün kala Madrid’den memleketi Granada’ya dönerken Franco yanlısı milliyetçi milislerce kurşuna dizilmişti.

Granadalı tarihçi Miguel Caballero Perez’in, polis ve ordu arşivlerinde yaptığı üç yıllık bir araştırma sonucunda yayımladığı ‘García Lorca’nın Son 13 Saati’ başlıklı kitabı, hem Lorca’yı kurşuna dizen idam mangasında yer alan altı polis ve gönüllünün kimliklerini belirliyor, hem de ozanın gömüldüğü yeri saptıyor.

Kitapta, idam mangasındaki kişilerden Antonio Benavides adlı bir gönüllü, “O koca kafalının kafasına sıktım bir tane” diye böbürlenmiş sonradan…

Şimdilik, ozanın ‘Sessizlik, Son Türkü’ şiirinin dizelerini Cevat Çapan’ın Türkçesiyle mırıldanmayı yeğliyorum:
‘İşte iniyor gece.// Vuruyor ay ışınları/ akşamın örsüne.// İşte iniyor gece.// Giyinmiş ulu bir ağaç/ türkülerin sözlerini.// İşte iniyor gece.// Gelirsen beni görmeye/ rüzgârlı yollar boyunca.// İşte iniyor gece.// Bakacaksın ağlıyorum/ koca kavakların dibinde./ Esmerim oy/ koca kavakların dibinde…”[7]

Evet 18 Ağustos, XX. yüzyıl İspanyol şiirinin en büyük ozanı Federico García Lorca’nın ölüm yıldönümüdür.

Katledildiğinde 36 yaşındaydı Lorca. “Evet, cinayet Granada’da işlendi, şiir tarihinin en büyük cinayetlerinden biri. Ve kurban, insancıl bütün değerlerin, iyi-güzel-doğru bütün niteliklerin simgesi, olağanüstü bir ozan.
Bir görevlidir ozan, tarihsel ve toplumsal oluşumların, gerekliliklerin bulup seçtiği bir görevli. Kendi şiir tarihinden, kendi halkından süzüp damıttığı birtakım yaşamsal özleri yoğurup biçimleyerek kendi geleceğine ve insanın geleceğine taşımakla görevli. Bu güç, bu kutsal işin üstesinden gelebilenler her ülkede, her çağda parmakla gösterilecek kadar az yetişen seçkinlerdir. İşte Lorca da İspanyol dilinin, İspanyol şiirinin özel olarak yaratılmış seçkinlerinden biriydi.”[8]
İşte, “Yeşil seni seviyorum yeşil./ Yeşil rüzgâr./ Yeşil dallar” ya da “Deniz gülümsüyor uzaktan./ Dişleri köpükten, dudakları gök,” çarpıcı betimlemeleriyle García Lorca’nın ‘Cante Jondo’sundan ‘Şaşırtı’ şiiri:
“Ölmüş, sokakta kalakalmış,/ göğsünde bir hançer./ Kimse tanımıyor onu./ Nasıl da titriyor fener!/ Anacığım./ Nasıl da titriyor/ sokak feneri!/ Gün doğuyordu. Kimseler/ yansımadı sert havada/ açık kalmış gözlerine./ Ölmüş, sokakta kalakalmış,/ göğsünde bir hançer,/ hem de tanımıyor onu kimseler.”[9]

Evet A. Hicri İzgören, ‘Irmakları Olan Bir Yürek’in başlıklı yazısında işaret ettiği üzere, “Kendi mezar çukurunu kazdırdılar ve kurşuna dizdiler…
Ölüm fermanının çıkarılmasına gerekçe olarak, sivil muhafızlar için yazdığı şiir gösterilir:
“Karadır atları, kapkara/ nalları kapkara demir/ pelerinlerinde parıldar, mürekkep ve mum lekeleri/ hepsinin de kurşundan beyni/ yoldan aşağı çıkageldiler/ o çılgınlar, o gececiler/ boğdular geçtikleri yeri...”

Usta bir şairdi García Lorca… Pablo Neruda, “Lorca’yı İspanya’nın soluğunu kesmek için öldürdüler. Bu ölümün duruşmasında birbiriyle uzlaştırılamaz iki İspanya vardı: Korkunç çatal tırnaklı lanetli cinayetlerin zehirli İspanya’sı ve karşısındaki İspanya: Yaşama onuru ve ruhuyla gülen, sevginin, geleceğin parıltılı İspanya’sı... Lorca’nın İspanya’sı,” diyordu bir konuşmasında Onun için…

Arif Damar’ın deyişiyle: “Onu halk çok sevmişti. Şiirlerinde bir şairin bireysel duygularıyla bütün bir halkın duyguları birbirine karışır. İnce bir lirizm vardır. Acıyı, ölümü, aşkı ve İspanya’yı söyler. Hem yerel, hem de bir dünya şairidir O.” Bu yüzden yazdığı şiirler zamana ve yıllara dayanıklıdır.

Adnan Özer, Lorca’nın söylemini bir delikanlı duyarlığına benzetir: “...Lorca insanla şair arasında durur, şairlerin katlanılması zor bencillikleri, toplumsal yaşayış dışı tasarımları karşısında insana dönüktür. Bir uzlaştırıcıdır. Din, aşk, doğa, şiir sanatına ilişkin şair sırlarını paylaşmak ister okuyucuyla. Neruda bunu erkekçe yapar, Lorca’ysa narin bir delikanlı duyarlılığıyla. Bunu yaparken de tıpkı Nâzım Hikmet gibi kulağımızın hemen kapacağını da tutturur.”
Turgut Uyar’ın O’nun için yazdığı bir şiirde dediği gibi:
“Artık kat’iyen biliyoruz/ halk adına dökülen kan/ sapı güldalı güzelliğinde bir bıçaktır, dişlerin arasında/ İspanya’da ve her yerde...”

* * * * *

Ve kendini “Sevdalınız komünisttir”, “Beni partim yarattı” diye tanımlayıp, “Ben yanmasam/ sen yanmasan/ nasıl çıkar/ karanlıklar aydınlığa,” gerçeğini hepimize anımsatan Nâzım Hikmet Ran’ın altı özenle çizilmesi gereken; “Göğsümde 15 yara var!/ Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!/ Kalbim yine çarpıyor,/ kalbim yine çarpacak!!!”
“1921/ Kanunisani 28/ Karadeniz/ Burjuvazi/ Biz/ Onbeş kasap çengelinde sallanan/ Onbeş kesik baş/ Onbeş arkadaş/ Yoldaş/ Bunların sen isimlerini aklında tutma/ fakat/ 28 Kanunisaniyi unutma…”
“Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz/ Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz/ Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını//
Bir çelik aynadır gözlerimiz,/ Onbeşler’in resmini/ görmek isteyenlere…” dizeleri olduğunu belirterek Onun şiirinde sosyalist mücadele ve isyanın rolünün; aşk ve hayat kadar kilit önemde olduğu görülmelidir.

Ayrıca Onun şiirinde -doğal olarak- doğanın önemli bir yeri var. Yani Nâzım Hikmet’in şiiri insanı toplumsallığı ve tarihselliği kadar içinde yaşadığı doğa bakımından ele alır. Bu noktada özellikle ağaç, hem birey olarak insanı simgeler hem de insanın doğayla ilişkisini ifade eder. Öyle ki öldükten sonra da ağaçlar, örneğin bir çınar ağacı insanın yanında durabilir. 8 Eylül 1958 tarihli şiir, güz başlarında güneyde yazılmış. Denize, kuma, güneşe, ağaca bulanan şair, ölümü de doğaya karışıp gitmek olarak görür: “Denize, kuma, güneşe, elmaya, yıldızlara/ alışıyorum, gülüm/ iyice alışıyorum/ denize, kuma, güneşe, elmaya, yıldızlara/karışıp gitmenin zamanı geldi.”

Nâzım Hikmet’in şiirinde dünyanın ve insanlığın durumu kadar, evrende olası dünyalara ve insanlara yönelik ilgisi de dile gelir. Bu konuda özellikle ‘Kosmosun Kardeşliği Adına’ başlıklı şiiri akla gelebilir.

‘Yolculuk’ ve ‘Vera’ya’ başlıklı şiirlerinde şairin dünya ötesi insan ve kültürlere yönelik düşüncesi ve yaklaşımıyla karşılaşırız. Bir bakıma öteki dünyalardaki yaşam düşüncesi, şairin siyasal ütopyasıyla da şekillenir: “Yolcular füzelerden/ çoktan indi içimdeki yıldıza/ düşümde işittiğim dille konuşuyorlar/ komuta, böbürlenme, yalvarıp yakarma yok.”

Bir başka deyişle, ‘Davet’ şiirinde dile gelmiş olan hasretin gerçekleşmesine ilişkin bir umut ve inanç söz konusu. Kulluktan özgürlüğe geçilmesi, el kapılarının kapanması, yani büyük insanlığın insanca yaşamaya başlamasından bahsediliyor. Bu bağlamda Nâzım Hikmet’in siyasal tasarımını yalnızca yeryüzü bağlamında değil, enternasyonalist bir bağlamda işlediğini görürüz.
“alamanlar 18 yaşında bir kız astılar./ 18 yaşındaki kızlar belki nişanlanır/ astılar onu.
moskova’dandı./ gençti, partizandı./ sevdi, anladı, inandı/ ve geçti harekete.../ /
boğuluyor nazlı boynu kuğu kuşunun./ Fakat dikildi ayaklarının ucunda partizan/ ve hayata seslendi İNSAN:
‘- Kardeşler/ hoşça kalın./ Kardeşler/ kavga sonuna kadar./ Duyuyorum nal seslerini/ geliyor bizimkiler!’…” dizelerindeki üzere direncin ve teslim alınmazlığın yanında saf bağlayan Onun şiiri büyük insanlığın umudunu ve hasretini dile getirir.[10]

‘Neyi Bildirir Sayılar’ın da büyük insanlığa seslenen O, “Sayılar bebelerin kundakları/ sayılar tabutları şehirlerin/ öldürülmüş, öldürülebilecek olan/ sayılar yaklaşan bir şeyleri bildirir/ /
Yıl 1962/ 62 yılında iki avcı uçağını sofraya koysak/ çevirsek ete ekmeğe şaraba salataya/ 40 milyon adam doyasıya yer içer/ 40 milyon kediye de artar ekmekten etten/ kediler salata yemez şarap içmez/ kedileri ben kattım ziyafete/ 2 balistik füze yakıp kül eder 150 kitaplığı daha kurulmadan onlar/ 2 bombardıman uçağı 4 sağlık evini yükler yanına bombalarının/ /
62’de atomlu atomsuz silahlanma yarışı 12 milyar dolar yılda/ 10 yılda 120 bin milyar/ yıldızların sayısına yakın mı bilmem/ 120 bin milyar yahut 150 milyon yapılmamış ev...” derken ve de hep eşitlikçi özgürlüğe mündemiç hasretlerinin altını çizerken; bunu da ‘Bütün Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden’ başlıklı dizelerinde şöyle dillendirir:
“Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ gölgem gibi demiyorum/ çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da
Ellerim ayaklarım gibi de değil/ uykudayken yitirirsin elini ayağını/ ben hasreti uykuda da yitirmiyordum
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ açlıktı, susuzluktu demiyorum/ sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı aramak gibi de değil/ giderilmesi imkânsız bir şey/ ne sevinç ne keder/ şehirlerle bulutlarla türkülerle de ilgisiz/ içimdeydi dışımdaydı
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ zaten elimde ne kaldı bu yolculuktan/ hasretten gayrı…”

Gerçekten de O hasretle kavrulur.
Örneğin 1954’te yakın dostu Zekeriya Sertel ile birlikte Varşova’ya gittiğinde, Chopin’in müze hâline getirilen evinde bir konser dinler. Konser çıkışı Sertel Chopin’in George Sand ile aşkından söz etmeye başlar. Ardından Polonyalılar için Chopin’in öneminden bahsederlerken, “Biliyorsun, Chopin’i hiç unutmadılar, onunla gurur duyuyorlardı. Paris’e bir heyet yolladılar. Kendisini yurda davet etmek istiyorlardı. Ona hediye olarak bir torba içinde vatan toprağı yollamışlardı," der Zekeriya Sertel.
Nâzım Hikmet bunları dinlerken derin düşüncelere dalıp, “Zekeriya” der, “Elbet bir gün bize de bir torba vatan toprağı getiren olur, değil mi?”[11]

* * * * *

Nâzım Hikmet’in dizeleri, aşk ve hayata dair hikâyesi olan bir şiirin (ve şairin) kalıcı olabileceğini kanıtlarken; “Hikâyesi olan şiirler yaşıyor,” Refik Durbaş’ın dediği gibi…

‘Hasretinden Prangalar Eskittim’in, ‘Otuz Üç Kurşun’un şairi, “Kalbim dinamit kuyusu” diye haykıran ve “Akşam erken iner/ mahpushaneye./ İner, yedi kol demiri,/ Yedi kapıya./ Birden, ağlamaklı olur bahçe/ Karşıda duvar dibinde./ Üç dal gece sefası,/ Üç kök hercai menekşe,” dizelerindeki yaşanmış içtenliğin ozanı Kürt komünisti Ahmed Arif de, hikâyesi olan bir TKP’liydi…

Hayatının bir hikâyesini kendisine anlattırırsak:
“Ankara’dan beni iki komiser, dört polis götürdü. Serçe kadar canım vardı. Boğazımda kanama vardı. Hastaydım. Ekmek çiğneyemez, yemek yiyemezdim. Zaten zayıf bir çocuktum, büsbütün zayıflamışım. İşte böyle bir günde götürdüler beni...

Trenle gidiyoruz. Kompartımanda bir teyze ile bir amca var. Amca galiba demiryolu emeklisi... Yanılmıyorsam kızlarına gidiyorlar. Bir de ben ve dört görevli... Polislerin kocaman tabancaları var, neredeyse dizlerine ulaşacak... Teyze ile konuşuyorlar. Polisler, ‘Koyun tüccarıyız, Erzurum’a gittik, hayvan aldık, İstanbul’da satacağız’ falan diyorlar. Teyze yutmadı tabii... Bu arada da psikolojik bir terör var. Polisin biri gazete okuyor, bir yandan da konuşuyor: ‘Adamın dişinin altına cereyan veriyorlar. Işıklı odaya bir girdi mi hâli dumandır.’

Ben hem polisi dinliyor, hem işkenceyi düşünüyorum. Aklıma Fontamara geliyor, Çan Kay Şek’i öldürmek için kendisini arabanın altına atan Çen geliyor. Çen de benim gibi bir felsefe öğrencisi... Kendimi onunla ölçüyorum. Ona göre benim durumum daha iyi...
Bu arada polisler horlamaya başladı. Bunun üzerine o teyze fısıltıyla bana sordu: ‘Oğlum nedir hâlin?’ Şimdi cevap olarak ne diyeyim? Siyasi desem olmaz, üniversite öğrencisi, o da olmaz... Eylemci desem, sosyalistim desem... Tutmayacak... O kadıncağıza bunlar ne ifade edecek?
Müthiş bir sıkıntı çektim 5-10 saniye... Birden ‘Sevdadır bu teyze’ deyiverdim. Nasıl aydınlandı kadıncağızın yüzü... Beni kucaklayıp öpmek istedi. Bir sevgili, bir anne gibiydi. Ömrümce böyle bir anneye, bir ablaya hasret kaldım.

Çıkınını açtı, para vermek istedi bana. Almadım. Cebimde de beş liram var. Keşke alsaydım, ama çok utandım. O da garip...”[12]
Tam da bunun için yazabilmiştir ‘Terketmedi Sevdan Beni’yi Ahmed Arif…

Ya da ‘Telgrafhane’de, “Uyuyamayacaksın/ Memleketin hâli/ Seni seslerle uyandıracak/ Oturup yazacaksın
Çünkü sen/ Artık o sen değilsin/ Sen şimdi/ Issız bir telgrafhane gibisin/ Durmadan sesler alacak/ Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hâli/ Düzelmeden dünyanın hâli/ Gözüne uyku giremez ki
Uyuyamayacak/ Bir sis çanı gibi gecenin içinden/ Ta gün ışıyıncaya kadar/ Vakur, metin, sade/ Çalacaksın,” dizeleriyle Melih Cevdet Anday…

Sennur Sezer’in ifadesiyle, Onu uzun süre düşüncenin şiirdeki payı yüzünden edebiyat dünyamız umursamadı (ilk şiir ödülü 1976) Ceza kanunu maddeleri ve mahkemelerse hep ciddiye aldı: 1956 yılında yayımlanan Yan yana kitabı Ceza Yasası’nın 142. maddesine aykırı görülerek toplandı: “Bu gürül gürül otların yanı başında/ağacın gölgesine değdi değecek/ Tam şeftalinin kokusu başlarken/ Öpüşmeye kıl kadar bitişik/ Akarsuyun burnunun dibinde // Bu zulüm, bu haksızlık, bu işkence”.
Mahkemede beraat etti. Yıllar sonra yargılanan şiirlerinden söz ettiğimizde, beraatını, şiirin zaferi olarak niteleyecekti. Bir şiirin ne söylediği kadar nasıl söylediğine dikkat etmek zorundaydık. Çünkü gerçek şiir suçlanamazdı. Suçlansa bile sonuçta kazanırdı. Şiir mahkûm edilemezdi.
Bir şair “Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün/ Suçun yarısı bizim yarısı günün” mü demeli yoksa “Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün/ Demek tümü omuzlarımızda yükün” mü? Anday bu iki yargıyı ardı ardına söyleyebilirdi.

Türkiye’de hemen herkes “tel örgünün deliğinde buluşan parmakları” onun dizeleriyle tanıdı. Bir çift güvercinin havalanmasıyla, karanfillerin yanık yanık kokuşuyla idama giden insanların gecelerini hatırlamayı, hapishaneleri düşünmeyi onunla öğrendik. Barışı kısacık özetlemeyi de “Selamını kurda kuşa ilettim/Almayana darılmadım ettim/ Bir elmayı kırk kişiye pay ettim”.
Melih Cevdet Anday’ın şiirleri bir film kadar aydınlık insan görünümleri yansıtır. Karacaoğlan’dan Troya’ya öyküler, maden ocağındaki göçükten gelinlik kızın ölümüne acılar. Ama benim gözdem onun barışı anlatışıdır: “ O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör/ Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör/ Seyreyle gülü bülbülü/ Çifter çifter aylar gökyüzünde/ Her gece ayın on dördü”

Bu ışıl ışıl dünyada çocukların uçak seslerinden korktukları günleri anımsamasını istemez: “Kuşlar geçecek damların üstünden/ Kuşlar konacak dallara/ Kanat seslerini duyup uyanırlarsa/ Gene kuşlarla uyusun çocuklar/ Olanı biteni anlatma.”
Onun “barış” diye anlattığı yeni bir çağdır. “Yeni bir gün başlıyor demek/ Yeryüzünde korkusuz yaşamak/ İki milyar kişiye bir dünya/ İki milyar kişiye iki milyar ekmek”
Melih Cevdet Anday, insanlığın barışı özlerken, eşitliği özgürlüğü de gözden kaçırmaz. Köroğlu’nun Pir Sultan Abdal’ın adını anar: “Yazık olur bu düş yarı kalırsa/ Barış günü insan hakkı yenirse/ Köroğlu’nun sözü dinlenmelidir/ Sivas ilinin Banaz köyünden Pir Sultan Abdal dirilmelidir/ Ah günüm yetse görmeye seni/ Seni övmeye gücüm yetse/ Barış çağı altın çağ/ Son ozanı ben olayım bu özlemin/ Bu özlem bitse”.
Melih Cevdet Anday görmedi barışın geldiğini, göremedi. Onun bıraktığı yerden bu özlemi söylemeyi sürdürüyoruz Onun dizeleriyle: “O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör/ Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör/ Seyreyle deli ozanı/ Baştan başa sevda, baştan başa tutku/ Dili baldan tatlı”![13]

* * * * *

Sonra “Ne zormuş yonca yolması/ Bizim memlekette adam olması,” dizelerinin Can (Yücel) Babası…
“Açıldı nefesim, fikrim, canevim/ Hayatta ben en çok babamı sevdim.”
“Bahar mıdır bizi bu hâle getiren?/ Galiba./ Ben her bahar aşık olmam ama/ Her bahar gitmek isterim./ Gittiğim olmadı hiç./ Ama olsun… istemek de güzel”
 “Yalnızlığım benim sidikli kontesim/ Ne kadar rezil olursak o kadar iyi./ / Yalnızlığım benim süpürge saçlım/ Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi”…
“Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin”...
“Köpek, mülkün sahibi değil köpeğidir”...
“Bayram nedir ki dedim kendi kendime/ Bayram bir ömürdür ben gibi bir deliye”…
“Her şey bozuk/ yine de bozuk para yok”...
"Türkiye’de en çok basılan kitap/ Ne Yaşar/ Ne Aziz/ Ne Kur’an-ı Kerim/ Türkiye’de en çok basılan eser/Sansürdür kardeşim, sansür!”
“Cümlemiz cümle değildir,/ Çoğumuz bir kelime bile etmez,/ Ümmîdirler kendileri,/ Bakmayın aydından saydıklarına!”
“öyle keyifli yazıyorum ki/ bu adamlar hem üniversitede var/ hem gastede yazar/ hem de bozarlar/ asaf savaş sakat/ ve belgeli murat/ bu murat belgeli murat/ çok ingilizce bilir/ ama hel’sinkiyle güvey girer/ bu özel üniversite randevucuları/ aydın doğan solcuları/ dünyaya birşey öğreteceklerini sanırlar/ ekonomi ekonomi diye/ kendilerini unuttukları gibi/ bizleri de unuturlar/ / adları lazım değil esasında/ kendileri lazımlık” dizeleriyle müsemma O…

Aslı sorulursa “Argo ve küfür bir arınma işlemidir Can Yücel’de. Kötülüğe, kötü düzene karşı aşılanmak için kutsal’ı delik deşik eder.”
Hatırlanacağı üzere Can Yücel, 12 Eylül günlerinde, siyaseten değil, “genel ahlâka aykırı davranışla” yargılanır; Türkçedeki bir kelime nedeniyle... (“Türkçede göte göt denir” dediği için!)
“Yücel’in şiirindeki küfür ve argo dili, rezaleti savunma durumu ve ironik bakış, viktoryen kültürüne karşı ortaya çıkar. Can Yücel’in şiirinde konuşan anlatıcı-ben için dünyaya başkaldıran özne de denmiştir.”[14]
Onu şiiri, egemenin suratına indirilmiş bir şamardır; bir isyan ateşi; bir başkaldırı çağrısı; bir hücum borusudur…

Nihayetinde “Şiir bize yangın yerlerini anlatır. Ruhlarımızın anlam veremediği fırtınaları, kaçtığımız delikleri, mazeretlerimizi, geciktirdiğimiz fasılları, düşüşlerimizi, kalkışlarımızı, yenilişlerimizi, zavallılığımızı, erdemlerimizi, budalalıklarımızı. Şairlerin mezarlarını parçaladığınız zaman bütün bunları yok sayıyor, umursamıyorsunuz demektir. Kısaca insanlığınızı, kendinizi yok sayıyorsunuz demektir bu,” Müge İplikçi’nin işaret ettiği üzere…
Tam da bunun için saldırdılar Can Babanın mezarına; eşi Güler Yücel’ın, “Can’ının yandığına eminim” dediği üzere…
AKP İlçe Başkanı’nın “Biz kimsenin içkisiyle uğraşacak değiliz ama milletimizin inançlarına, geleneklerine, manevi duygularına küfretmeye, hakaret etmeye kalkışmalarına da sessiz kalacak değiliz” demeci patlatması ardından, ellerinde baltalarıyla geldiler…
Mehmet Aksoy’un, “İçindeki çocuğu daima canlı tutan bir adamdı Can Yücel.” “Şimdi Can Yücel mezarında bile dik duruyor, bize o güzelim basbariton sesiyle şiirler söylüyor. Haklılığın, doğruluğun, umudun, sevginin, özgür düşüncenin sesi o”…
Doğan Hızlan’ın, “Ben buna barbarlık diyorum ve şaire saygıdan öte ölüye saygı diye bir durum söz konusu ise yapılan daha vahim ve daha büyük bir ayıptır”
Sunay Akın’ın, “Bu, bir sanat eserine, sanatçıya saldırıdır. Ha Sivas’ta şairleri yakmışsınız, ha bir şairin mezar taşını kırmışsınız, aynı şey”…
TYS’nin, “Sevgili Can Yücel, cennet onlarındır, cehennem senin. Hep onun zehir zemberek aleviyle yazdın. O cehennemin ateşidir onların cennetlerini de ışıtan. Senin toprağın, senin cennetin yeryüzü şairlerinin uçsuz bucaksız yürekleridir. O toprağı hiç kimse yağmalayamaz. Sen güzel uyu, barbarları biz bekleriz”… dediği bir saldırıya kaldı bizim Can Baba…
Ama unuttukları bir şey var: Can Babanın şiiri baş eğmezliğin, teslim alınamazlığın can damarıdır, tahammülü olmayanlara inat, dik durmayı, vazgeçmemeyi ve diklenmeyi öğretir hâlâ insan(lar)a…

* * * * *

Evet nihayetinde bizim şiirimiz “Gün doğmadan./ daha bembeyazken çıkacaksın yola/ Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;/ Sevineceksin./ Ağları silkeledikçe /Deniz gelecek eline pul pul”// Heeeey!/ Ne duruyorsun be, at kendini denize;/ Geride bekleyenin varmış, aldırma;/ Görmüyor musun, her yanda hürriyet;/ Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;/ Git gidebildiğin yere,” der Orhan Veli gibi ‘Hürriyete Doğru’sunda…

Sonra ekler Arif Damar’la, “Anadolu’yu sevmek cesaret ister/ Adım başında yoksulluk/ Adım başında keder/ ve kelepçe/ Adım başında”

‘Bir Ağıt’ında A. Kadir’le, “Kim demiş ölüm var diye bize/ Kardeş kardeş atan bu yürek bizim/ Bize ölüm yok/ Bize ölüm yok/ Bu yürek hiç durmayacak/ Bu yürek hiç susmayacak/ Ve doruklarda açan/ Bu kırmızı gül hiç solmayacak”

“Vedalık’ında Nikolay Vaptsarov’un, “Bazen ziyaret edeceğim düşlerini/ davetsiz konuk gibi, hiç istenmeyen./ Dışarda yol ortasında bırakma beni/ kapını sürgüleme, lütfen”

Sevdadır’ında, “Göğü kucaklayıp getirdim sana/ kokla/ açılırsın”… ‘Aşkla Sana’ da, "alnını/ dağ ateşiyle ısıtan/ yüzünü/ kanla yıkayan dostum/ senin/ uyurken dudağında gülümseyen bordo gül/ benim kalbimi harmanlayan isyan olsun/ şimdi dingin gövdende/ uğultuyla büyüyen sessizlik/ birgün benim elimde/ patlamaya sabırsız mavzer olsun/ / başını omzuma yasla/ göğsümde taşıyayım seni/ gövdem gövdene can olsun,” diye Arkadaş Zekai Özger’le birlikte…

TEMEL DEMİRER
N O T L A R
[1]18 Eylül 2011 tarihinde ‘II. İstanbul Tavır Kültür Sanat Festivali’nin, “Toplumcu Gerçekçi Şiirin Günümüzdeki Önemi ve Genç Şairlerle Sohbet” oturumunda yapılan konuşma… İnsancıl Dergisi, No:259, Şubat 2012…
[2]Rainer Maria Rilke.
[3]Ahmet İnam, “Şiir Üstüne Birkaç Tüttürme”, Akşam, 7 Ağustos 2011, s.10.
[4]Turgay Fişekçi, “Ozanlar Arasında”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2011, s.15.
[5]İ. Gürşen Kafkas, “Şiirde, Düşüncede Yenileşme ve Tevfik Fikret”, Cumhuriyet, 27 Ağustos 2011, s.14.
[6]Yaşar Atan, “Şiirlerde Şahlanan Özgürlük”, Evrensel Hayat, 7 Ağustos 2011, s.6.
[7]Celâl Üster, “Hayır, Asla Bulamadılar Beni...”, Cumhuriyet, No:1119, 28 Temmuz 2011, s.6.
[8]Sait Maden, “Cinayet Granada’da İşlendi”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2011, s.14.
[9]Federico García Lorca, Bütün Şiirler, çev: Sait Maden, Çekirdek Yay.
[10]Mustafa Günay, “Şair, Büyük İnsanlığa Sesleniyor Hâlâ”, Cumhuriyet Kitap, No:1100, 17 Mart 2011, s.18-19.
[11]Hıfzı Topuz, Hava Kurşun Gibi Ağır - Nâzım Hikmet’in Romanı, Remzi Kitabevi, 2011.
[12]Refik Durbaş, Kalbim Dinamit Kuyusu, Cumhuriyet Kitapları.
[13]Sennur Sezer, “Melih Cevdet’i Özlüyorum”, Evrensel Hayat, 4 Eylül 2011, s.5.
[14]Yücel Kayıran, “Viktoryen Kültürüne Başkaldırı”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:545, 26 Ağustos 2011, s.4-5.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder