Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Mayıs 2012 Pazartesi

YAVUZ AKÖZEL: Ördekli Park



ÖRDEKLİ PARK




Aşağı-yukarı her gün kasabamızın Ördekli Parkına yürüyüş yaparım. Aslında bu parkın adı “Kurpark”tır.

İçindeki küçücük gölcükte kırkı aşkın ördek yüzdüğü için bu adı ben verdim. Ördekler, bir insan geldiğini gördüklerinde sürü halinde gaklıya guklıya, pati pati koşuşmaya başlarlar. Çünkü gelenler elleri —yasak olmasına karşın— boş gelmez, genellikle ekmek getirirler. Ördeklerin en çok sevdiği yem de ekmek olsa gerek; çünkü birkaç kez elma, kuş yemi verdim de pek iştahsız, lütfen kabilinden yediler. Hatta bazıları yemeden tornistan geri dönüp kendilerini suya atıp sessizce uzaklaştı. Ama ekmek götürüp de sunduğumda bir kızılca-kıyamet kopuyor ki sormayın gitsin.

Ekmeği kapabilmek için aralarında dişe diş bir savaşım yürütüyorlar. Birbirlerini gagalamalar, rest çekmeler, nerdeyse cinayet çıkacak! Olaylı ziyafetleri biter bitmez de bu kez serçelere sıra geliyor. Ördeklerin gagalayamadıkları, es geçtikleri küçük kırıntıları da bu kez serçeler tin tin yürüyüp hoplayarak iştahla yemeye başlıyorlar. Ama ördekler gibi aç gözlülükle ve birbirlerine saldırarak değil, oldukça sakin ve nezaket kurallarına uyarak yapıyorlar bunu. Ve sonra pırrr… Birbiri ardı sıra, herhangi bir yerden komut, sinyal gelmiş gibi uçup gidiyorlar.

Gölcüğün dört yanı bodur çam, söğüt, çınar, fındık ağaçları; birbirine karışmış yabani gül ve böğürtlen kümeleriyle çevrili. Ağaç diplerinde ise oturacak kanepeler var. Çocuklarını gezdiren aileler ile kadınlı-erkekli yaşlılar en çok buraya uğrayanlar arasında.

Sürekli oturduğum iki kanepe vardır. Yağmurlu günlerde oturduğum kanepe yaprakları oldukça geniş ve sık tam bir şemsiye görevini üstlenmiş genç bir çınar ağacının dibindeki kanepe. Yağmur istediği kadar yağsın ıslanmazsın ve yağmurun göle düşen taneleri, çıkardığı şıkırtı, ördeklerin görünümü adeta büyüler beni. Yağmurun dinmesini istemem.

Memleketimden binlerce kilometre uzakta, Almanya’nın bir ücra kur kasabasında… Aklımdan neler geçmez ki?.. Yalnızlığım, bir zamanlar bir karımın, oğlumun olduğu… Yani yalnız olmadığım, Türkiyeli komşularım… Oturduğum ikinci kanepe yaprakları küçük, cılız bir ağacın dibinde güneşi iyice alan bir yer. Anlayacağınız gibi yağmurlu olmayan günlerde bu kanepede oturmayı tercih ediyorum.

Parkın sakin günlerinde oturmamın bir bölümünü kitap okuyarak geçirir, bir bölümünde de ördekleri, konup-uçuşan değişik ve rengârenk kuşları hayranlıkla gözlerim. Bu kuşları tanımadığım için, adlarını, cinslerini bilmediğim için hayıflanırım. Bildiğim birkaç tanesi var canım… Güvercin, serçe cinsi kuşlar, sığırcık, karabatak… Bir de beyaz, narin ve uzun ayaklı, uzun boyunlu, uzun gagalı bir kuş: Balıkçıl! Her halde o da bu küçük gölümüzde balık avlamaya gelir. Hoş hiç balık avlarken falan görmedim ya! Gelip biraz dinlenir, bir-iki tur atar sonra da çekip gider. Hayran hayran kanat çırpışını, havada süzülüşünü izlerim.

Tabii burada tanıştığım değişik milliyetlerden arkadaşlarım da yok değil. Rusya’dan gelmiş Rus Almanları, Ermenistanlılar(Harut, Türkçe biliyor), Somali, Etyopya, Kenya, İtalya(Sardinen), Makedonyalılar.(Şenol –Mak. Çingenesi, Türkçe biliyor)

Rus Almanları içerisinde en çok sohbetinden haz duyduğum hep akü’lü bisikletiyle övünüp gurur duyan yetmişlik Alex’tir. Sibirya’nın Omsk kenti çevresindeki kırsal alandan gelmiş. Hani Türkiye’ye gelen Balkan göçmenleri nasıl kendilerine özgü kırık bir Türkçe konuşuyorlarsa Alex de işte öyle kırık bir Almanca konuşuyor. Göçmen Almancası anlayacağınız. Tabii en çok konuştuğumuz konu da Rusya’nın Sosyalist dönemi, yani Sovyetler Birliği üzerine.

Alex, bisikletinin arka oturağından sallanan heybesinden çıkardığı ekmek artıklarını ufak parçalara bölerek etrafımızı sarmış, gözleri dönmüş ördekçiklere atarken, bir yandan da Sibirya’da bıraktığı ördeklerini, kazlarını, kedi ve köpeğini özlemle anlatır:

“Her şey çok müthişti… Doğa harika ve cömertti. Yaban hayvanları ile iç içelik günlük yaşamımızın bir parçasıydı adeta… Rengârenk bir doğa âlemini, rengârenk aldatmacalı bir sentetik dünyaya yeğ tutmak ne kadar büyük aptallık!

Duvar yıkılmadan her şey çok güzeldi. Ama orada biz hep Almanya’yı kendi vatanımız olarak gördüğümüzden gerçeklere hâliyle gözlerimiz kapalıydı, kulaklarımız ise sağır! Almanya ne verdi bize? Bana hiçbir şey! Üstelik özgürlüğümü elimden aldı. Tutsak gibiymişim gibi duyumsuyorum kendimi ve soluk almakta güçlük çekiyorum. Dört yanımın katı kuralların duvarlarıyla çekilmiş olduğunu görüyorum. Ah, diyorum kendi kendime... Ben ne yaptım? Ve biz ne yaptık böyle? Sibirya’nın o eşsiz durgun gecelerinde gelecek kaygısı olmadan oturup sohbetler yaparken ve Avrupa’yı övüp göklere çıkarır, kendi yaşantımıza naletler yağdırırken ne kadar kör ve sağır olduğumuzu şimdi körlükten kurtulmuş gözlerimle görüyor, pası açılmış kulaklarımla da artık duyuyorum…”

Alex’in ördeklere vereceği ekmeği kalmayınca gelip yanıma oturur ve ellerini dizlerime şaplatarak “İşte böyle kamarat”[1] deyip gülümserdi. Saçları ağarmış, avurtları çökmüş ve saydamlığını giderek yitirmiş mavi gözlerinde derin bir yorgunluk okunan Alex’in bu hâlleri bana dokunur, gözlerimi yumarak onun Sibirya’daki küçük bir çiftlik yaşantısını canlandırmaya çalışırdım… Akan bir derede yüzen ördekler, koşuşan küçük Alex ve kız kardeşi… Kediler, köpekler, kazlar, domuzlar... Uçuşan rengârenk kuşlar, çam ormanlarından boşalan gizemli bir uğultu… Bacası tüten bir çiftlik evi...

Akşam ormanların ardından inip de gün geceye döndüğünde şöminesinde çam kütüklerinin yandığı geniş bir ahşap salonun tam ortasında uzun sarı saçları iki yandan örgü olmuş Alex’in annesi akşam sofrasını yanık bir “Heimat “(memleket)ezgisini mırıldanarak hazırlıyor.

—Peki ya annen baban? Diye soruyorum.
—Orda kaldılar… Yani mezarları evimizin hemen yanı başında… Şimdi yaban otları sarmıştır üzerini. Düşünüyorum da bu beni çok üzüyor… Geceleri düşüme bile girdiği oluyor… Sararmış yapraklar mezarların üzerini kaplamış, çalılar, dikenli kuru otlar gömütleri görünmez duruma getirmiş öyle ki, haçlar zorlukla seçiliyor. Sonra bazen annem, bazen de babam ağlamaklı ve derinlerden iniltilerle kopup gelen bir sesle bana sitem ediyorlar...  ‘Bizi buralarda yalnız bırakıp gittin’ diye. Çok üzülüyorum, ağladığım oluyor.
—Eviniz,eşyalarınız?
—Ev bize aitti. Yani mülkümüzdü… Çok ucuz bir fiyata eşyaları ile birlikte Ruslara sattık. Aslında mezarlarımıza bakacaklarına söz vermişlerdi... İnsanoğlu… Artık verdiği sözünde durmuyor… Sosyalizm bozulduğundan beri gerçek insan çok az kaldı, parmakla sayılacak kadar az. Kişisel çıkarlar her şeyin önüne geçti. İnsanların ruhu zengin olabilmek hırsıyla kirlendi. O eski, kutsal saydığımız komşuluk ilişkileri, birliktelik, imece gibi insanî şeyler yok oldu. Onun için mezarlarımıza bakacaklarına inanmak istiyorum ama bir türlü inanamıyorum…
—Git, doğduğun, büyüdüğün ve özlemini çektiğin o yerleri bir kez daha gör, annenin, babanın mezarını ziyaret et, kendi ellerinle yaban otlarından arındır, bakımını yap!
—Güzel söylüyorsun da hangi parayla? Bana bağlanılan aylıkla ayı zor getiriyorum. İki oğlum ve bir kızım var. Aldıkları paranın yarısını ev kredisine ödüyorlar, zar-zor geçiniyorlar. Durum böyle olunca onlardan bir şey istemek veya bir şeyler ummak olur mu? Almanya’da kendimi aynı senin gibi bir yabancı olarak görüyorum. Dünyamız çok küçüldü… Yoldaşsız, dostsuz, komşusuz… Bir tek çocuklarım ve torunlarım var; işte, hepsi de bu kadar! Bu insan yığınağında insansız olarak var olup yaşamak! Sadece kendi çocukların ve torunlarından oluşan hain bir dünya!
—Ne kadar emekli aldığınızı sorabilir miyim?
—Elbette kamarat! Bağladıkları 700 euro! Bunun 370 eurosunu ev kirası, elektrik, su, kalorifer, çöp parası olarak hesaplamak gerekiyor… Geriye kalan para ile tam bir ay!?

Göl, güneşin kırılan ışınlarını yansıtırken bazen ağaçların rengine —yeşile—dönüşüyor, bazen de hafif bir rüzgârın esmesiyle birlik kıpır kıpır hareketlenip mavileşiveriyor… Alabalık ve sazan balıkları da ara sıra suyun üstüne sıçrayarak yaşamın sevinç ve ahenkliliğini fısıldıyorlar.

Gölün kenarına gelen çocuk arabalı, peşlerine kızlı-oğlanlı çocuklarını takmış bayanlar, genellikle ördeklere ekmek atarak çocuklarının sevinmesini ve mutluluktan sekiz köşe olmalarını sağlarlar. Yaşlılar ise boş buldukları kanepelere oturarak sessizce, hem gölden kopup gelen temiz havayı, bol oksijeni içlerine doyasıya çeker, hem de özenle genç anneleri, bağrışıp koşuşan çocukları gözlerler.

Çoğunlukla bu ‘eski ve yeni yurt [2]‘ sohbetlerine, Kazakistan’ın Schakhtinsk kentinden gelmiş Aleksandre Sascha ile Ermenistan’ın ikinci büyük kenti Vanadzor(Wanadsor)dan 1992 sonrası gelmiş ”Lohmanyan Harutyun“ da Almanca ve Rusça’yı birbirine karıştırarak katılırlar. Konuşmalarını sık sık keserek Rusça değil de Almanca konuşmaları gerektiği ikazında bulunarak sarı ve kırmızı kart gösteriyorum gülüşmeler arasında…

Sascha, Sosyalist dönemin Kazakistan’ından hiç memnun olmadığını, çok acılar çektiklerini, şimdiki yaşantısının sosyalist dönemin Kazakistan’ından kat kat iyi olduğunu vurguluyor.  Harutyun “Hayır” diyor… Rusça atışıyorlar! Sarı kart gösteriyorum, Almanca devam ediyorlar:

Harutyun:
—Eh… Tabii sen kömür ocaklarında yerin bilmem kaç yüz metre dibinde çalışıyordun. Yaşantın biraz zordu diyebiliriz. Ama karşılığında bizden çok fazla rubli alıyordun. Şimdi bak bakalım Almanya’daki kömür işletmeciliğine...

Özel şirketler en aşağılık yöntemlerle ve en düşük ücretlerle işçiyi tam anlamıyla sömürüyorlar… O eski sendikal haklar, erken emekli olma ayrıcalıkları, yan primler falan artık yok. Aracı –taşeron- firmalardan kiralanan işçilerle durumu en kârlı bir şekilde yürütüyorlar. Yani Kazakistan’da durum böyle miydi?

Sascha:
—Ben onu bunu bilmem… Artık emekliyim ve kömürü mömürü unuttum gitti. Almanya bolluk. Yok diye bir şey yok! İşsizlik var ama ona göre de yardım kuruluşları var… Kimse aç-susuz değil! Caritas[3] var, Kilise var, sozialamt[4] var. Var da var.

Harutyun, Sascha’nın konuşması karşısında sanki kendisine hakaret ediliyormuş gibi kıpkırmızı kesildi. Tez canlı, çabuk alınan ve sinirlenen bir tip olduğu için de onu sakinleştirmek görevi bana düştü.

—Gel şöyle otur Harutyun! Herkes kendi düşüncesini elbette ki söyleyecek! Kimisi bu düzenden, kimisi öbür düzenden hoşnut kalmıştır. Nihayet, her ne olursa olsun burası yine de bir gurbet! Senin için de, benim için de Alex için de, Sascha için de bir gurbet. Hep hor görüldüğümüz ve görüleceğimiz, hep dışlandığımız ve dışlanacağımız, bundan dolayı da ruhumuzun Almanlaşamayacağı bir gurbet burası.

Harutyun’un içi doluymuş boşaldı:

—Böyle şeylere kızıyorum! Bir arabaya, iki elektronik eşyaya ve iki paket çikolataya tav oluveriyor bazıları! Gözlerini yumup da asıl insanı mutlu eden, yaşamını anlamlaştıran şeylerin neler olduğunu geçmişini yeniden düşleyip de yargılayamıyorlar! Güzel şeylerin Sosyalizmde kaldığını bildikleri halde işte böyle haince konuşabiliyorlar!

Harutyun... Yetmiş yaşını aşmış, bembeyaz hafif dalgalı saçları yana doğru özenle taranmış. Sürekli hareket halinde olduğu ve yediğine, içtiğine dikkat ettiği için de hâlâ dinç ve atletik… Dört dil konuşuyor. Rusça, Ermenice, Türkçe, Almanca. Ermenistan’da, sosyalizm döneminde makine mühendisi olarak çalışmış. Konuşmasını sürdürüyor:

—Stalin sonrası sosyalizm giderek çözülmeye başladı. Kruşçev dönemi kötü bir dönemdi, Brejnev gelince biraz düzeldi, sonra Andropov… O dönem de iyiydi… Ama 1 yıl Komünist Parti genel sekreterliğini yapabildi, öldü. Gorbaçov döneminde sosyalizm artık tamamen bitmiş, rezil ve utanılacak şeyler olmaya başlamıştı. Yani nasıl anlatsam... Mafya, rüşvet, kaçakçılık, aklınıza ne kadar kötü şey geliyorsa tümü… Fuhuş, kumar, devletin zenginliklerini yağmalama, işsizlik, haksızlık, açlık... Toplumda kitlesel olarak kişilik bozulması…

Bu çok önemli bir şey… İnsanlar insan olmaktan çıkıyorlar böylece… Her koyunun kendi bacağından asıldığı dönemi başlıyor. Herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda… Acımasız bir savaş meydanında aniden buluyorsunuz kendinizi. Ölmemek için öldürmek zorundasınız. Başkalarının cesedinin üzerine basarak yükselmek zorundasınız. Sosyalizm döneminde 120 ruble(Rubli, rubel)kazanıyordum. Bir o kadar da hanımım kazanıyordu. Şöyle ufak bir hesaplama yapmak istiyorum bugünkü Almanya ile kıyaslamak için. Ekmek 20 kopek, Et 2 ruble, şeker 90 kopek, votka,3,5 ruble… Ev bedava… Elektrik-su parası ayda 3,5 ruble kadar… Taşımacılık inanılmayacak kadar mükemmel ve ucuz… Belediye otobüsü şehir içi 5 kopek, Moskova metrosunda trene bin, tüm şehri gez, 5 kopek! Erivan-Moskova arası tam 2.500 km ve uçak 40 rubleye, tren ise 28 rubleye götürüyor!

Her yıl yaz aylarında senelik iznimizi geçirmek üzere bir aylığına Karadeniz’e Sochi’ye trenle giderdik. Tam 800 km. Ücreti 10 ruble, gece yatmak 1 ruble, yemek de 1 ruble…

Şimdi Almanya’da elimize geçen parayla bırakınız 400 km uzaktaki kuzey denizine gitmeyi, yakınımızdaki şehre bile gitmeye neredeyse gücümüz yetmiyor. Olduğumuz yer ile Marburg arası 25 km ama taşıma ücreti bir gidiş 4 euro. 4 euro da dönüş için… Etti 8 euro… Gidebilirsen git bakayım!

Harutyun daha çooook anlatacaktı… Hepimizi susturmuş, ağzının içine bakar olmuştuk… “Gerisini bir başka zaman, daha gerisini de yine başka zamanın başka zamanında anlatırsın” dedim ve anlattıklarını yazacağıma ilişkin de söz verdim. İşte sözümde duruyor ve yazıyorum!

Harutyun’un öyküsü aslında henüz yeni başladı. Yazmaya değer bir yaşam serüveninin olduğu düşüncesindeyim.

Ördekli parkta biz yaşlılar neredeyse akşamı etmiştik. Güneş hâlâ batı istikametinden tüm görkemiyle gülümsüyor, karınları iyice doymuş olan ördeklerin kimileri çimenlerin üzerinde uyukluyor, kimileri de gölün bu akşam zamanının tadını çıkarırcasına yüzüyorlardı.

Bir kırlangıç suya pike yaptı, suya değdim-değecek, alacağını alıp hızla yükseldi. Ardı sıra bir diğer kırlangıç aynı şeyi yineledi...

Park giderek daha da kalabalıklaştı. Bir kaç kişi de oltalarını göle atıp, getirdikleri seyyar sandalyelere de oturarak balık yakalamaya başladılar.

Eve doğru yürümeye başladığımda her akşam olduğu gibi yine içimi bir acı ve hüzün kapladı.

Gurbette yaşam zor!

YAVUZ AKÖZEL
11.05.2012,Bad Endbach

NOTLAR:
[1] Kamarad (Kame’rad)Almanca:Dost,arkadaş
[2] Eski yurt:Rusya,Yeni Yurt :Almanya
[3] Caritas: Katolik kilisesinin himayesinde muhtaç insanlara yardımda bulunan bir organizasyon.
[4] Sozialamt: Sosyal işlerle ilgili geniş bir alanda faaliyet gösteren devlet organı. Muhtaç olanlara para, ev, eşya, yiyecek, giyecek vb. ’Sosyal hilfe’(sosyal yardım) adı altında sunmaktadır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder