Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Haziran 2013 Pazar

YAVUZ AKÖZEL: Can Yücel’e Doğru Uzun İnce Bir Yol-I



CAN YÜCEL’E DOĞRU 
UZUN İNCE BİR YOL - I






Datça’ya gitmek aklımın ucundan bile geçmezdi. Kocaeli-Değirmendere’de Türkan Hanımın deniz kıyısındaki dairesinde, İzmit Körfezine inen akşamın kızıllığını efsunlanmışcasına gözlemeye dalmışken “Sen bir de Datça’da güneşin hem doğuşunu hem de batışını gözle! Sadece efsunlanmaz, yeminle söylüyorum çarpılırsın!” diye, sevecenlikle kulağıma fısıldadı. 

Datça! Sadece haritalarda imrenerek  parmağımla işaretlediğim,benim için gizemli bir cennet!

“Datça mı dediniz?” diye biraz da heyecanla sordum.

“Evet! Datça dedim!” Yakında gideceğim de! Orada ufak, ucuz ama denize iki adımlık uzaklıkta bir daire kiralamışım yıllardır ve yıllardır gider gelirim.”

Hemen program değişikliği yaptık.Önce Urla’ya benim evime gidip üç-beş gün kalacaktık ve sonra ver elini Datça!

O günüm  nasıl geçti siz tahmin ediniz. Kafamın içerisnde bir Datça panoraması sürekli renkleniyor. Masmavi uçsuz bucaksız Ege ve Akdeniz. Her iki denizin birbirine kavuştuğu o görkemli birleşmenin olağanüstülüğü. Güneşin Yunan adası Smri (Simi) üzerinden doğuşu ve batışını  mandolin eşliğindeki bir Yunan ezgisinde Hacamat Dağının zirvesine  oturmuş da izliyor, dinliyorum. Sanki Orhan Veli’nin şiirinde olduğu gibi; hani o şöyle yazmıştı ya: “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı/Önce hafiften bir rüzgar esiyor/yavaş yavaş sallanıyor yapraklar ağaçlarda.”

Datçaya ilişkin fazla bir bilgim yoktu. Sadece tuzu kuru arkadaşların anlattıklarıyla bir Datça tablosu çizmiştim belleğimde. Oteller, pansiyonlar oldukça pahalıydı ve bizim gibi altta kalmışların bunun üstesinden gelebilmek anlaşıldığı üzre olanak dışıydı. İşte şimdi üstesinden gelebileceğim oldukça mantıklı bir fırsat çıkmıştı karşıma! Elbetteki bu durumu değerlendirmem gerekiyordu.

Akşamdan herşey hazırlandı ve sabahın köründe Ataman abi, kızkardeşi Türkan hanım ve ben!... Emektar 1997 model VW Polo’nun gazına bastım. Güneş İzmit körfezinin üzerinde kıpkızıldı, bir şilep tam karşı kıyıdaki  Petkim’e  ağır ağır yanaşıyordu, saçları ak-pak olmuş yaşlı bir çift el ele tutuşmuş, yorgun adımlarla yürüyüş yapıyorlardı. Merhaba.. Merhaba.. Martılar sabahın bu ilk ışıltısıyla birlik nafakalarını çıkarmak için habire suya pike yapıp duruyorlar. Ara sıra bir balık gökyüzüne sıçrayıp yeniden suya dalıyor. Merhaba.. Merhaba diyorum, bu güzel güne... Ve elveda Değirmendere. Sizlere de upuzun bir ömür diliyorum, elele, birlikte bir ömür! Ey güzel insanlar!

İstikamet Bursa, Balıkesir üzerinden İzmir/Urla!

Çok ülkeler gördüm, zorunluluktan tabii ki! Ama Türkiye bambaşka bir ülke! Öylesine güzel öylesine cana yakın ve insanı kucaklıyan, sarmalayan bir sevecenlik var kederli duruşunda. Daha Edirne/Kapıkuleden girince güzellikler, insana coşkunluk veren sevimliliklerle karşılaşıyorsun. Yol kenarında koyunlarını otlatan bir çoban, yol boyu usul usul yürüyen bir eşek sizi karşılıyabilir. Biraz ilerde yola çıkmış ve size aval aval bakan ineklere rastlıyabilirsiniz.

Bu güzellikleri içime sindire sindire arabayı sürüyorum. Ataman abi kasetten müzik dinlemek istiyor! Söyleniyorum. Etrafına bak! şu güzel Türkiye’yi dinle, gelip geçen insanlara el et,    bu el değmemiş değerlerden,doğadan müthiş bir müzik adeta ekolaşıyor! İnsan hiç değilse bu müziği dinlemeli, bu aşamada bu süreci değerlendirmeli, bu sürece kilitlenmeli! Ama Ataman abinin dediği oluyor! Binlerce kez dinlediğim bir müzik kulaklarımı adeta tırmalıyor:

“Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç/ Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç.”

Ama yine de herşey güzel.

Arabayı, bu yolculuk bitmesin ve etrafı doyasıya göreyim diye oldukça yavaş sürüyorum. Ataman abi “Tamam, işte böyle yavaş sür, kaza falan yapmayalım” diye memnuniyetini belirtiyor. Türkiye dünyada trafik kazası sıralamasında maalesef  en önden birinci geliyor! Yavaş sürerek hem kendi doyumuma ulaşmış oluyorum hem de Ataman abinin de haklı olarak belirttiği gibi kaza yapma olasılığını sadece raslantılara bırakıyorum böylece. ‘Raslantılara bırakıyorum‘ diyorum, çünkü senin hiçbir suçun yokken karşıdan gelen ve trafik kurallarını hiçe sayan bilinçsiz bir sürücü(trafik canavarı) sana çarpıp televizyonlarda da hergün görüntülenen facialara neden olabiliyor. Bu, herhangi bir insan –insanlar olabilir ve sen olabilirsin! Bunu da işte böyle hesaba katmak gerekiyor.

Bursanın çıkışında mola verdik.Yol boyu sık olarak rastladığımız lokantalar genellikle ana menülerini ‘köfte” üzerine hazırlamışlar. Ehh. Biz de köfte ve salata yedik, üzerine de şöyle demli birer çay içtik. Yine yollarda birkaç yerde çay ve ihtiyaç molası verdikten sonra akşama doğru evimize ulaştık. Evimiz Urlaya 8 km.uzaklıktaki Kalabak’ta. Urlanın bir semti, mahallesi sayılıyor. Urla’nın şehir merkezinde deniz yok ama Benim evimin olduğu yerde deniz var. Yürüyerek 3-4 dakikalık bir mesafede.

Ama deniz kenarını sorumsuzca kirletmişler.Hem denizin getirdiği hem de insanların kendi çöplerini olduğu gibi orada bırakmaları kıyı şeridini olduğu gibi zibilliğe çevirmiş.

Neyse... Biraz kısa keselim ve asıl mevzuya gelelim.

Urladan Datçaya gidişimiz de oldukça zevkli oldu. Çine’de transit yoldan sapıp şehir merkezine girdik ve ev yemekleri yapan kesemize uygun bir lokanta bulduk. Üçümüz de aynı yemekleri tas kebabı ve bulgur pilavı ısmarladık. Gerçekten ucuz ve lezizdi. Çine insanları da oldukça cana yakın, yabancıya karşı da yardımkâr ve sevecen...

Marmaris’ten sonra kıvrıla kıvrıla Emecik Dağına tırmanıyoruz. Altımızda Ege Denizi ve uzaklarda birtakım adalar görülebiliyor. En arkada puslar içerisinde gizemli bir görünüşe bürünmüş Yunanistan’a ait Symi adası. Symi adasındaki yerleşim Türkiye tarafından görünmeyen dağların öbür yüzeyinde kurulmuş. Dolayısiyle ada sanki boşmuş gibi bir izlenim bırakıyor. Denize diklemesine inerek tehlikeli, başdöndürücü yarlar oluşturan Emecik  Dağının uzantıları, kızıl çam ağaçları, yaz-kış yeşilliğini yitirmeyen maki bitki örtüsü ve bunun yanısıra mersin, badem, ardıç ağaçlarıyla kaplı. Bazı yerlerde kaynak suları akıyor. Arabamızı bir kaç kez durdurup hem elimizi yüzümüzü yıkayıp serinledik hem de kana kana bu çam kokan, kekik kokan sulardan içtik... Birçok yerde de köylüler ürettikleri bal ve zeytinyağını pazarlıyorlar. Gerçekten sattıkları çam balı olsun kekik balı olsun oldukça kaliteli. Zeytinyağı ise az bulunur türden, mis gibi zeytin zeytin kokuyor ..
Eski Datça’dan geçiyoruz... Neredeyse Datça’ya ulaştık. Sağlı sollu dükkânlar, tamirhaneler var. Sağ tarafta ufak bir tabela “Eski Datça” yolunu ayırıyor. Eski Datça! Bana hiç bir çağırımda bulunmuyor. Ama Türkan hanım Eliyle Eski Datça’yı sesli okuyup bana soruyor:

-Eski Datça sana bir şey hatırlatıyor mu ?

Düşünüyorum... Düşünüyorum...

—Hayır aklıma birşey gelmiyor! Aklıma birşey gelmiyor... Geliyorrr!
Bağırarak, heyecanla söylüyorum:
—Can Yücel.
Türkan Hanım beni alkışlıyor... 
Bravo en sonunda buldun!

Eski Datça yolunu neredeyse 500 metre geçmiştim. Manevra yapıp geri dönüyorum ve Eski Datça’nın dar, birazda bozuk yoluna arabamı vuruyorum. Türkan Hanım buraları daha evvel defalarca gezmiş. Yolu tarif ediyor ve doğru Can Yücel’in sürekli oturup kafa çektiği “Karya Restoran, Muhtarın Yeri’ne gidiyoruz.



Karya Restoran(MuhtarınYeri)(Orhanın Yeri)... Aslında bir restoranı değil çay bahçesini andırıyor. Oldukca mütevazi bir yer. İnsanlarla hemen senli benli olabiliyorsun. Hele Orhan Baba ağzından bal akıyor... Otur, onun o güzel Datça diyalekti ile konuşmalarını, Can Baba üzerine anlattığı anılarını dinle... Dut, portakal, limon, kauçuk ağaçlarıyla oldukça huzur verici  bir yer. İlk işimiz Orhan Babayla tanışmamız oldu.Servisi kendisi yapıyor.Çaylarımızı getirdi, bir sigara yaktı ve ben sordum o naz-tuz etmeden yanıtladı.
—Adınız ?
—Orhan Karadağlı..1941 doğumluyum
—Can Yücel ile tanışmanızı vb.anlatır mısınız?
—Anlatayım..Can Yücel 1990’dan aramızdan ayrıldığı 12 Ağustos 1999 tarihine kadar tam 9 yıl burada, yanımızda yaşadı. Daha doğrusu iç içe birlikte yaşadık. Ara sıra gözden kaybolur İstanbul, Ankara falan –iş gereği– giderdi. Uzun kalmaz geri dönüp gelirdi. Giderdi derken tabii ki hanımı Güler Hanım da genellikle beraber olurdu onunla.

Tanışmamız da Tekin’in pansiyonunda oldu. Ben muhtardım ve Can Yücel diye sakallı bir şair gelmiş, Tekin’in orda kalıyor dediler. Oraya vardığımda Rakı masasını kurmuş, içiyordu. Beni de davet etti. Başladık içmeye... Söz sözü açtı, bir muhabbet, bir muhabbet... Üç gün içtik... Adam küfürbaz... Biraz tuhafıma gidiyor ama lafları güzel, küfürleri de bazen insanın içini rahatlatan cinsten doğrusu. Bizim küfür etmek isteyip de beceremediğimiz belki de cesaret edemediğimiz cinsten şeyler. Öyle küfürler yapıyor ki, bazen içimden ‘ohh, ağzına sağlık’ diyiyorum. Adam nerden bulup çıkarıyor o ince düşünceleri, o insanı isyana sürükleyen lafları ve içimizi rahatlatan küfürleri? Doğrusu bu pejmurde kıyafetli, Hint fakirlerine benzeyen küfürbaz adamı sevdim. O da bizleri sevmiş olacak ki; “Ben burayı bu mahalleyi sevdim! Beni Datçalı yapar mısın?” diye gözlerimin içerisine biraz da içkinin verdiği mahmurlukla baktı.
—Can Bey! Sizin gibi değerli bir kişiyi yapmayacağım da kimi yapacağım, diye yanıt verdiğimde  hem sevindi hem de biraz bozuldu.
—Bırak bu bey ayaklarını ulan, benim adım Can Baba, ibne, pezevenk ne söylersen söyle ama bey söyleme, nerde bey varsa ...

Ondan sonra benim adım “ulan” kaldı.Can Bey’in adı da Can Baba! (Gerçi ona her yerde Can Baba derlermiş ya! ) İşte bu Can Baba var ya,  ölene dek beni sadece “ulan” diye çağırdı. Onun  “Ulan” demesinde bir sevecenlik, bir okşayış, biraz da muziplik vardı. Hoşuma giderdi!..



Röportaj:
Nedim Kibar: Buraya geliş öykünüzü anlatır mısınız?

Güler Yücel: Ben İstanbul’daydım. Can telefon etti. “Ben Datça’da bir ev aldım” dedi. Ben de genelde sen satarsın diyerek işletiyor sandım. “Yok canım ciddi bir ev aldım. Datça’da yaşayacağız artık” dedi. Ben tabi geldim. O zaman burası yıkıntı, ahır olarak kullanılan evdi(150 senelik bir Rum evi). Buraları o günlerde harabe bir yerdi, şimdi ise gördüğünüz gibi düzenlenmiş bir köy oldu. Can’ın tek mülk sahibi olduğu ev burasıydı. Çok sevdi burayı, Can’a nasıl buldun burayı diye soruyorlar “elimle koymuş gibi” diyor ya.

(Fotosine Kültür Sanat,İnternet sitesinden alınmıştır. Röportaj tarihi: 23 Ağustos 2010)

O sıralarda Eski Datça böyle kıymetli değildi, in-cin top atıyordu. Deli Mustafa benim restoranımın hemen arkasında olan Rumlardan kalma taştan yapılmış ama harabeye dönmüş  bahçeli evini satıyordu. Can Yücel’in haberi bir şeyden yok. Ben Deli Mustafa’ya 10 lira kapora verip 30.000 liraya evi satın almak üzere anlaşıp el sıkıştım. Sonra Can Babaya gidip “Deli Mustafa’nın evini satın aldım” diye müjdeyi verdim. Can Baba “Ulan beni de mi deli yapacaksınız?“ deyip neşe ile gülüştük. Adamın lakabı Deli Mustafa’ydı. Asıl adı Mustafa Küçükambarcı.. Herşey iyi de henüz para yok ortada... Para? Para Garanti Bankasında ve paranın olup olmadığı da belli değil. Can Babaya soruyorum “Evi alacak yeterince para var mı bankada? “Bilmiyorum olabilir de olmayabilir de” diye yanıt veriyor. Çünkü Can Baba’nın parayla falan ilişkisi yok. Eeee.. Şimdi ne olacak peki? O zaman şimdiki gibi İnternet falan yok. Garanti Bankası’nın Datça’da, Marmaris’te olmayışı da ayrı bir problem. Banka bir tek Aydın’da var. Oraya gideceğiz. Telefon açsak dahi paranın olup olmadığına ilişkin yanıt vermezler, olanak dışı.

Ertesi gün erkenden yola çıkıp benim külüstür Kartal ile Aydın’a gidiyoruz. Öğlen üzeri banka kapandım kapanacak. ”Önce sen git bir bak bakayım, banka açık mı?” diye, önümüze çıkan ilk lokantaya dalıp rakı, meze vb. ısmarlayıp beni gönderiyor! Saat 12.05’de ben yalnız başıma bankaya gidiyorum. Banka kapanmak üzere.

Doğru banka müdürünün kapısını çalıp içeriye giriyorum. Sayın müdürüm diyorum. Can Yücel adında bir şairin işi için buraya geldim. Can Yücel yorgun olduğu için gelemedi.. Müdür bey “Can Yücel “adını duyunca yerinden hopladı. Can Yücel mi dediniz? Onunla nasıl tanışmak isterdim. Şu tesadüfe bakınız. Çok memnun oldum. Şimdi banka kapalı, lütfen 14.30’da Can Yücel Bey’i de alıp geliniz. İstanbul’a telefon açar, hesabında para olup olmadığını öğreniriz. O  gelmezse olanaksız hesabına giremeyiz” “Olur efendim” deyip bankadan dışarı çıktım... Yahu şimdi müdür bey Can Babaya Can Bey falan der de oturaklı bir küfür yer. Aydına da boşu boşuna gelmiş oluruz! Yeniden bankaya döndüm.. Sayın Müdür bey  sizden özür diliyorum ancak bir sorunum var da..Nasıl anlatacağımı bilemiyorum? Şöyle desem: Can Yücel kendisine bey falan demesinden hoşlanmıyor. O gelirse ‘Can Baba’ diye hitab eder misiniz? Müdür bey aptalca yüzüme bakakaldı ama ne demek istediğimi de az-çok kavradı. İnşallah unutmaz da ‘Can Baba’ derim! Diye, gülümseyerek beni uğurladı.  Doğru lokantaya gittim. Can Baba’nın  dünya umurunda değil. Ne oldu? Ne gitti? Sormuyor, ha bre içmeye devam ediyor... Ben yine de anlatmak zorunda kalıyorum.14.30 da bankaya gitmemiz gerektiğini falan.

Onun yazdığı bir şiir var dünya ahvali üzerine.. Düşünüyorumda Gerçekten de Can Yücel işte bu şiirde anlatılmak istenen gibiydi. Ama yine de bağlandığı şeyler vardı mesela alkol, mesela ailesi. Bu bağlanmaların yazdığı şiirle ne dereceye kadar ilişkisi var? İşte onu bilemem.


Bağlanmıyacaksın

Bağlanmıyacaksın bir şeye,öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam “ demiyeceksin.
Demiyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmiyeceksin mesela.O daha az severse kırılırsın.

Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen,çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince,çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmiyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa,kaybetmekten de
Korkmazsın.
Onlarsız da yaşıyabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmıyacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de birşeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi,ayı, yıldızları..
Mesela kuzey yıldızı,senin yıldızın olacak.
“O benim “ diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan birşeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de birşeye ait olacaksan,renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın
Çok sahiplenmeden,çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın ucundan tutarak...

Can Yücel



Röportaj:
Nedim Kibar: Datça üzerine ya da onu çağrıştıracak şiirleri de var  değil mi ?

Güler Yücel: “Su” getirmişti. Bir kitap okudum. Böyle yerleri ilk önce Sanatçılar keşfediyor....
............
Malum içkiyi severdi. İçki onun subabı gibi bir şeydi, daha büyük patlamalara  neden olmamak için içiyordu diye düşünüyorum. Potansiyel enerjisini içkiyle patlatırdı, denebilir. Can içki içmediğinde başka bir kişilikti çok ciddi, sakin ama her zaman bir neşe, bir keyif vardı. Biz çok keyifli yaşadık. Keyif ne demek, evde her türlü politika, her türlü sanat... Can öldükten sonra fark ettim, biz bu dünyanın dışında yaşamışız. Bizde ne para konuşulur, ne mülk konuşulur, ne çıkar konuşulur, bizde konuşulan sanat, şiir, edebiyat, resim, politika dediğim gibi bunlar konuşulurdu.

Alıntı : (Fotosine Kültür Sanat,internet sitesi)
                                     
Not:Röportajda adı geçen ‘Güler Yücel’,Can Yücel’in eşi ; ‘Su ‘ise ressam olan kızıdır.        

Aylardan Mayıs’tı ama Mayısın kaçı olduğunu hatırlamıyorum. Oldukca sıcak, güneşli ve esintisiz bir gündü. Can Babayla saat 14.30’a dek ufaktan ufaktan yedik, içtik. Ben araba sürdüğüm için yeni rakı’yı usulünde kıttı kıttı içiyorum. Yine de kafamız çakırkeyf yani. Bankaya gittik. Müdür Bey Can Baba’yı heyecanla bekliyor. Bizim derdimiz para! Para var mı yok mu? Müdür Bey’in derdi de Can Baba’yla tanışmak, muhabbet etmek!.. Muhabbet koyulaştıkca koyulaştı; neyse ki bir ara İstanbula da telefon açıldı, yanıt bekliyoruz. Bir saat geçmedi yanıtı aldık: Yeterince para varmış! 34 milyon lira çektik. Para bende, keyfimize diyecek yok! Hemen yola çıktık Akşama doğru Çine’ye ulaştık. Yol üzerindeki benzin istasyonun yanındaki Ak restoran’da rakıya devam ediyoruz. Zom olana dek içiyoruz. Hava sıcak. ‘zom oluncaya kadar‘ içiyoruz diyorsam da herhalde ben biraz ‘zom’ oluyorum ki böyle duyumsuyorum kendimi. Can Babada zomluk bir hal yok..Dili pelteleşiyor ama aklı yine de başında... Parayı ceplerime bölüştürmüşüm... Ara-sıra gizliden yokluyorum... Tek dileğim paranın başına bir hal gelmeden Datça’ya ulaştırmak. Ama araba sürecek hal mi kalmış bende?  Neyseki  araba karavan,  ben ön bölümde, Can Baba da arkada uyuyoruz.(Ben mutlaka sızmışımdır!)

Güneş üzerimize doğmuş, Can Baba çoktan uyanıp gidip elini-yüzünü yıkamış. Başım dönüyor, kendimi bitmiş hissediyorum.. Can Babanın gür sesi kulaklarımda patlayınca kendime geliyorum. Bir çırpıda gidip başımı soğuk suya dayayııp yıkıyorum, yıkıyorum, yıkıyorum... Sonra Can Babaya soruyorum:
—Kahvaltı?
—Ne kahvaltısı ulan! Kendine geldiysen sür de gidelim!
Bir saatten fazla sürüyorum. Sürerken yolları çift görüyorum.

Yol boyunda durup çay içiyoruz.Yine başımı soğuk suya tutuyor yıkıyorum. İyi geliyor. Can  Baba’da öyle bitkinlik falan durumu yok! Turp gibi!

Yola devam ediyoruz. Dura-kalka konaklıya konaklıya, kendimize gele gele ilerliyoruz... İyice acıktığımı duyumsuyorum. Can Baba acıkmıyor. Az yemek yiyiyor ama çok içiyor. Neyse sonunda Muğlaya ulaşıyoruz. Garajların yanındaki meyhanemsi bir lokanta olan Çınar Restoran’da kendimize birşeyler söylüyoruz yemek için. Tabii yine 70’lik yeni rakı da geliyor..

İç allah iç.. Gecenin yarısını boyladık.. Çine’de olduğu gibi arabada uyuduk. Ben ön kompartımanda, Can Baba kuşetlide.. Tabii ceplerime bölüştürdüğüm 34 milyon parayı da devamlı kontrol ediyorum..Ahhh.. sağ salim bir Datça’ya varabilsek! Bayağı korkuyorum... Ama içimden geçenleri Can Baba’ya söyliyemem ki! Tek çaresi olduğunca ayık kalmaya çalışmak..

Sabah yine Can Baba benden önce uyanmış... Bugün biraz daha iyiyim. Çünkü kontrollü içtim “zom“ olmadım. Birlikte çıkıp çarşıyı gezdik, kahvelerde oturup çay içtik, öğlen üzeri lokantada yemek yedik. Can baba yine birkaç bardak rakı yuvarladı. Artık ben içmedim.. Yola çıktığımızda zaman öğleni biraz geçmişti. Akşam saat 18.00 gibi Marmaris’e ulaştık Can Baba:

—Çek ulan arabayı limana, dedi. Oysa yanımda taşıdığım para beni  iyice sıkıyordu dolayısıyle bir an önce Datçaya varmak ikimizin de selametine olacaktı.

Bir an önce Datça’ya gitsek? Diye sorunca o gür sesiyle: “Ulan ben sana  limana çek demedim mi?  Diye yarı gülümseyerek, yarı sitemkâr bana o gür sesiyle yanıt verdi. Çaresiz arabayı limana sürdüm.

Güzel bir bahar akşamıydı. Denizden kopup gelen iyot ve yosun kokuları beyaz–kırmızı zambakların ve rengarenk açmış yasemin, mercan köşkü, boru çiçeği, Marmaris çiçeğinin kokularıyla harmanlanıyor, içim ferahlıyor. Güneş, Marmaris limanının karşısındaki maki ve kızıl çamlarla örtülü dağların artık doruklarına ulaşmış, tam batıdan bize gülümsüyor.

Can Baba arabadan iner inmez limanda adeta bir zelzele oldu, bir kıyamet koptu. Ne kadar kaptan, reis, tayfa, liman çalışanları varsa arabanın etrafına üşüştüler, duyan geldi! Can Baba!ya sarılan sarılana. Gerçekten şoke oldum... Böyle bir şey hiç beklemiyordum. Meğer vakti zamanında Can Baba bu limanda Turizmcilik-tercümanlık yapmış, müthiş sevilmiş... Hemen Liman Restoran’ının önüne masalar sıra sıra dizildi, balıklar, mezeler, rakılar... Masalarda yok yok... Kahkahalar kırıla gidiyor. Can Baba konuştukça millet galeyana geliyor, kadehler kaldırılıyor .Anılar tazeleniyor, garsonlar fır dönüp hem zevkle hizmet ediyor hem de Can Baba’nın ikram ettiği rakıyı fırtlayıp, Can Baba’nın kendi elleriyle çatala takıp da ikram ettiği mezelerden yiyip gidiyorlar. Gecenin yarısında en az 25 kişi olmuştuk.. Anlıyacağınız sabahın tam 07’sine kadar içtik. Hesap falan ödeme yok. Bu ziyafeti işte kaptanlar, tayfalar ,liman işçileri, garsonlar ve diğerleri Can Baba’nın geliş şerefine kendi aralarında anlaşıp, düzenlemişler.

Artık vedalaşma zamanı gelmişti..Can Baba’nın Datça’ya yerleşeceğini duyduklarında  daha da mutlu oldular. Can Baba için yine de hüzünlü bir ayrılıştı bu, her insana ayrı ayrı sarılıyor, ayrı ayrı vedalaşıyordu. Sanki bir daha hiç buluşamıyacakmış, görüşemiyecekmiş, kavuşamıyacakmış gibi. Bana da dokundu doğrusu... İnsan içince ve kafayı da bulunca biraz fazla mı duygusal oluyor ne?

Marmaris’ten ayrıldıktan sonra kıvrıla kıvrıla yukarılara tırmanıyoruz. Marmaris aşağılarda limanındaki yatları, balıkçı tekneleri ile eşsiz bir güzellik sunuyor bize. Can baba, “İşte burada dur!” diyor.. Zaten kafam kıyak, arabayı hemen yolun kenarına çekip duruyorum. Ağaçların gölgesine uzanıp bu müthiş manzarayı seyre dalıyoruz. Kızıl çam, defne, ardıç ağaçlarıyla kaplı ormandan esip gelen serinlik bizi kendimize getiriyor,

Can Baba  “ahh“ diyor. ”Bu cennette cehennemi yaşamak ne kadar zor!“ Sonra bir küfür savuruyor düzenin tam merkezine! Ürperiyorum. Onun gür sesi sanki hemen Marmaris’e ulaşıp yankı yapıyor, küfür yeniden yeniden tekrarlanıyor. Sanırım biraz uyumuşum uzandığım yerde.

 Beni Can Baba uyandırdı, elbetteki güzel, kaymaklı bir küfürle!

Datçaya ulaşır ulaşmaz yegane banka olan Ziraat Bankasına gidip parayı kendi hesabıma yatırdım.Can Baba’yı Tahsinin pansiyonuna bırakıp eve gidip deliksiz bir uyku çektim.

Ertesi gün önce restoranıma uğradım. O zamanlar işlerimiz iyiydi. Yanımda bir bayan iki de garson çalışıyordu. Gelen-giden olmuş, Can Yücel’i de bir kaç kişi sormuş. Bu şair Can Baba meğer  meşhur, adı  kızıl koministliğe çıkmış, bizim çocukluk yıllarımızda Maarif Bakanlığı yapmış Hasan Ali Yücel’in oğluymuş. Ben cahil adam. Doğru dürüst okul, mektep, medrese görmemişiz, tanımam, bilmem!

Bu Can Baba denen zat nasıl  bir adamdı? 34 milyon benim adıma bankada yatıyor, üstelik   beni  doğru dürüst tanımaz, bilmez! Adamın gıkı çıkmıyor, aradığı sorduğu yok! Ben merak ettim yahu! Kalkıp kaldığı pansiyona gittim! Uyuyormuş! “Selamımı söyleyin, kalktığı zaman benim restorana gelsin” diye mesaj bıraktım. İki saat sonra çıkageldi.

Tabii hemen çocuklar masayı kurdular, rakılar açıldı, mezeler geldi... Artık para bankada, herşey yolunda, korkacak birşey yok, mutluyum!

—Şerefinize Can Baba
—Şerefine ulan !
—En kötü günümüz böyle olsun !
—Böyle mi olsun.. Hadi ulan böyle olsun.. Birşey diyecektim ya..
—Babanız da bakanmış vakti zamanında.. Hem de şu meşhur Hasan Ali Yücel!.. Bu akşam öğrendim de..
—Nerden öğrendin ulan?
—Hani seni sormaya gelen gençler vardı, ya onlar söyledi..
—Bakandı yaaa.. Hem de ne bakan!...
—Severmiydin babanı?
—Sen sevmezmiydin ulan?
—Düşünüyorumda.. Çok dayağını yerdim. Söz aramızda  bırak sevmeyi bazen nefret ettiğim bile oluyor.. Tabii sevgi, özlem, nefret.. Hepsi içimde, işte taa şurada karman çorman!
—Ben babamın dayağını yemedim ama otoriter bir adamdı, ondan çekinirdim! Korkar mıydım?  Sanırım korkardım da!  Ama onu çok özler, çok severdim!

Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla ha düştü,ha düşecek
Nasıl koşarsa ardından bir devrin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.

Bilmezdi ki oturduğum semti,
Geldi mi gidici hep,hepp acele işi!
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş,çağırırlar İstanbula,
Bi helallaşmak ister elbet,diğmi oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oyununu,
Ohh dedim,göğsüne gömdüm burnumu.

En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar,geniş sevdalar için
Açıldı nefesim,fikrim,canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

(Bir siyasinin şiirleri,1974)

(Yazarın Notu: Can Yücel’in bu şiirini okuduktan sonra Hasan Ali Yücel üzerine de bir kaç tanıtıcı bilgi verme gereğini gördüm.)

Hasan Ali Yücel (1897-İstanbul,1961İstanbul)
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi felsefe bölümünü bitirdi.
1922’de öğretmenliğe başladı
1932’de TDK etimoloji başkanı oldu
1934’de CHP’den İzmir milletvekili seçildi.meclise girdi.
28 Aralık 1938’de 2. Celal Bayar hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığına getirildi.
5 Ağustos 1946 yılında Milli Eğitim Bakanlığından istifa etti.

Bakanlığı döneminde :
-Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi kuruldu.
-Yüksek Mühendislik Okulu İTÜ’ye dönüştürüldü.
-Ankara Tıp Fakültesi kuruldu.
-KöyEnstitüleri kuruldu
-Dünya klasikleri Türkçeye çevrildi.(1)
-Devlet konservatuarları kuruldu(1940)
-Türkiye UNESCO’ya üye oldu
-25 haziran 1946’da üniversiteler yasası çıkartıldı.(üniversitelerin özerkliği de bu yasanın içerisindedir.)

(1) Çevrilen dünya klasikleri :

Babil klasiklerinden.1,Hint kl.1,Çin kl.3,Şark-İslam kl. 19,Eski Türkçe metinler klasiği 1,Yunan klasiklerinden 62,Latin kl.18,Alman kl.53,Amerikan kl.10,Fransız kl.171,İngiliz
kl.56,İskandinav kl.6,İtalyan kl.12,Macar kl.13,Rus kl.63,Okul kl.6
(Davam,Hasan Ali Yücel,Türkiye İş Bankası Kültün Yay.S.121-122)

Hasan Ali Yücel, Çevrilen 500’e yakın yapıtların hiç birisinde Komünist yazarlara yer vermediğini mahkeme için hazırladığı savunmasında dile getirmektedir.Bu savunusunda yukardaki listeyi yazdıktan sonra şöyle bir savunu yapmaktadır :

“Komünist eserleridir diye, bilen ve bilmeyenin feryat ederek söylediği 63 ciltlik Rus klasikleri şu müelliflere aittir:
   Fonfizin, Griboyedev, Puşkin, Lermentov, Gogol, Ostrovski, Gonçarov, Dostoyevski, Turgenyev, Tolstoy, Saltykov, Çehov.
..........
Görülüyor ki, Griboyedov(1795-1829) da dahil olmak üzere bu yazarlar komünizmden evvelki devirlere ait insanlardır. Bunlardan hiçbiri komünizmin habercileri arasında değillerdir.”  
(aynı yapıt,S.122)

Dünya klasiklerinin Türkçeye kazandırılmasında geniş bir çevirmen kadrosu görev almış, 1941’de başlıyan çalışmalar 1946 sonuna dek sürdürülmüştür.

Bu gerçekten büyük, alkışlanacak bir girişim ve hizmettir. Ancak Hasan Ali Yücel komünizme ilişkin türden yapıtların(M.E.LS. )ve Sovyet dönemine ilişkin yazarların(Maksim Gorki )gibi  bir tekini bile çevirtmeye yanaşmamıştır. Bu hem Hasan Ali Yücel’in  anti komünist olmasından, hem de İnönü diktatöryasının 2. Emperyalist paylaşım savaşı arifesinde  Hitler faşizminin, İtalya faşizminin etkisinde kalaraki giderek daha da koyu milliyetçiliğe evrilişinde, baskıcı, faşist yönetiminden, kaynaklanmaktadır. Her ne kadar demokratik öğeler taşıyorsa da ve ’tuhaf bir hümanızma’nın (Türkiye hümanizması) şiarı ile yola çıkmış olsa da, bu da bilinmelidir ki, Hasan Ali Yücel, faşist diktatoryanın içerisinde bir taraftır ve bu diktatöryanın faşist ideolojisinin  MİLLİ  EĞİTİM BAKANI olarak baş savunucularından biridir. Onun yapmak istediği Partideki aşırı milliyetçiliği ve gelişen Hitler hayranlığını, faşizm yanlılığını ATATÜRK milliyetçiliğine sığınarak firenliyebilmektir. Ama gelişmeler, başlangıçta Hitler faşizminin aldığı geçici başarılar Hasan Ali Yücel  ve mahiyetindeki  başta İsmail Hakkı Tonguç olmak üzere üç-beş anti-faşist’in üzerindeki baskılar her geçen gün daha da ağırlaşmıştır. Vermeye çalıştıkları anti faşist, tarafsızlık ilkesine dayalı  savaşımlarında bizzat İnönü tarafından bilinçli olarak yalnız bırakılmış, sahip çıkılmamıştır... Savaş sonrasında Faşist Almanya ağır bir yenilgiye uğrayınca, Reisicumhuru faşist İnönü olan Türkiye komprador burjuvazisi yüzünü  Batı kapitalizmine çevirip, savaş yıllarında yaptıkları iki yüzlü iğrenç politikalarla Amerika ve müteffiklerinin sarsılan güvenlerini kazanabilmek için komünist avı başlatmışlardır.Önce Tan gazetesi yakıldı, sol yayın yapan birçok yayınevi tahrip edildi. 1946’da da Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığından istifa ettirildi. İsmail Hakkı Tonguç da görevinden alındı. Daha sonra da Köy Enstitülerinin kapatılma süreci başlatıldı.

Türkiyedeki komünist öcüsünün tüm veballeri işte planlı olarak böyle yansıtıldı, komünizmin başı ezildikten sonra 100 milyon dolarlık Truman yardımı almaya hak kazanıldı ve kapitalist batının sadık kölesi olundu. Akabinde de NATOya girilip Kore’ye asker gönderildi.

Türk komprador burjuvazisi  ve toprak ağaları bir kez daha muradına ermişti.


    GELDİ İSMET GİTTİ KISMET (bir halk tekerlemesi )

10 Kasım 1938’de M.K.Atatürk’ün ölmesiyle 11 kasım 1938’de İsmet İnönü Reisicumhur oluyor. 938’den itibaren de tek partili CHP hükümeti değişmez milli şef İnönü’nün önderliğinde etrafına topladığı ‘sahibinin sesi’ ‘kukla’ bakanlarıyla faşist Mussolini İtalyası’na ve faşist Hitler Almanyası’na özgü yasalar yürülüğe sokuyor.

Nasıl ki Atatürk, 1927 yılında CHP’nin “değişmez genel başkanı” ilan edildiyse, İsmet İnönü de  Atatürk’ün ölümünün ardından toplanan CHP kongresinde kendisini CHP’nin hem’ değişmez genel başkanı hem de “milli şef”i  olarak ilan ettirdi. Bu dönem tam bir polis devleti kurulmuş, faşizmin tüm yöntemleri günlük yaşamın içerisine sokulmuştu:

Zekeriya Sertel yazıyor:
“İnönü, Cumhurbaşkanlığına geldikten sonra diktatörlüğü artırdı, tek millet, tek parti, tek şef diye bir sistem kurdu. Millet o demekti, parti demek o demekti, bunun tek adı faşist diktatörlüğü idi, polis devleti idi. Amansız insafsız bir polis devleti. Emniyet örgütü kuvvetlendirilmiş, genişletilmişti. Nefes almak olanaksızdı. Basın bile onun elinde, emrindeydi. Resmen sansür yoktu. Ama bakanlar ve Basın-Yayın Genel Müdürlüğü hemen her gün gazetelere direktifler verirdi. Bu direktiflere uymayanların gazeteleri kapanmak tehlikesindeydi

...Polisten en çok rahatsız olan solculardı. Bizlerin bu yüzden çektiklerimiz sonsuzdu. Özgürlüğümüzü yitirmiştik. Evlerimizde hizmetçilerimizden, misafirlerimizden bile şüphelenirdik.

.........

Polisin hışımına uğrayanlar yalnız biz solcular değildik. Bir ara polis, Ankara’da Üniversite öğretim üyelerine de musallat oldu. O vakit Ankara Üniversitesinde Behice Boran, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif, Pertev Boratav gibi ilerici gençler vardı. Ankara’da “Yurt ve Dünya” adında bir de dergi çıkararak fikirlerini yaymaya çalışıyorlardı. Politikayla uğraşmaz, etliye sütlüye karışmaz bilgin kimselerdi. Memleket sorunları üzerine incelemeler yapıyor ve bu konudaki fikirlerini yayıyorlardı.

Fakat polis devleti için bu da çoktu. Üniversite hocası özgürce düşünemez, düşündüğünü açıkça söyliyemezdi! Polis devletine göre, bu genç profesörler hadlerini aşmışlardı. Hepsini işlerinden çıkarıp mahkemeye verdiler. Mahkeme suç görmedi. Beraatlerine karar verdi. Ama polis devleti, bu değerli gençleri bir daha üniversiteye sokmadı. Dergilerini de kapattı. Onlara bilim yolunda hayatlarını kazanmak olanağı bırakmadı. Onlar da İstanbul’a geldiler, bizim etrafımızda toplandılar. “Tan” gazetesinde yazılar yazdılar, yeniden bir dergi çıkarıp yayın yapmaya çalıştılar. Ama polis onları rahat bırakmadı.....

....

Sabahattin Ali’yi öldürten ve büyük şair Nazım Hikmet’i vatandan uzaklaşmak zorunda bırakan da bu polis devletidir.”(Zekeriya Sertel,Hatırladıklarım S.235,236,237,238)

İşte Hasan Ali Yücel, İnönü reisicumhur olur olmaz 1938’in aralık ayında FAŞİST İnönü kabinesinin Milli Eğitim Bakanlığına getiriliyor. Yukarda adı geçen öğretim üyeleri de dahil olmak üzere toplamı 40 kişiden oluşan Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi profesör ve doçentlerine bizzat kendisi bir AHİTNAME hazırlayıp imzalatıyor. Ahitnamenin aslını aynen alıntılıyorum:

“Sayın vekilimize
Ebedi şefimiz Atatürk’ün mutlu eliyle kurulmuş olan Fakültemizin biz Türk öğreticileri, bugün, 11 Nisan 1944 tarihinde toplandık. Partimizin programını yeniden madde madde okuduk. Partimizin prensipleri hakkında şimdiye kadar taşıdığımız inanı ve duyduğumuz heyecan bu sefer de hep birlikte bir kere daha teyid ve tekit ettik. Kemalizmin, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Layik, İnkılapçı ve Cumhuriyetçi umdelerinin kayıtsız şartsız hizmetkârı olduğumuzu; bize tevdi edilmiş olan Yüksek Öğretim gençliğini bu umdeler içinde yetiştirdiğimizi ve yetiştirmeğe devam edeceğimizi; bu umdelerin mana ve değerine aykırı herhangi fikir ve kanaata, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da yer vermiyeceğimizi; ve partimizin Değişmez Genel Başkanı İnönü’ye bağlılığımızı derin saygılarımızla bildiririz.“(Davam,H.Ali Yücel,   .45,46)

Bu ‘ahitnameyi’(bağlayıcı belge) imzaladıklarında tarih 11.Nisan 1944‘tür. Öğretim üyelerinin yukarıdaki şartlar çerçevesinde çalışmak bile hükümete yetmemekte, onlardan  faşist İnönü hükümetine kölece bağlılık, ’yalakalık’ da beklenmektedir. Çünkü Zekeriya Sertel “Hatırladıklarım” adlı yapıtında Bu genç öğretim üyelerinin politikayla uğraşmadıklarını, etliye, sütlüye  karışmadıklarını yazmaktadır. Bu faşist ahitnameyi imzalamış olmalarına karşın adı komüniste çıkmış Behice Boran(doçent), Pertev Boratav(doçent), Muzaffer Şerif(doçent), Niyazi Berkes(doçent)  bizzat Hasan Ali Yücel tarafından hizmetten el çektirilip bakanlık emrine aldırılmışlardır.

Ama... bakanlık emrine aldırılan doçentler danıştaya baş vurup kararı bozduruyorlar. Danıştay’ın doçentler lehinde karar almasına Hasan Ali Yücel iyice bozuluyor. O Şöyle yazıyor:

Şunu da söyliyeyim ki ben, Dil Fakültesinden Bakanlık emrine alınan doçentler hakkındaki karar Danıştayca bozulduğu zaman, Başbakan bulunan Saraçoğlu’na müracaat ettim. Otoritemin bu karar ve daha evvelki benzerleriyle sarsılmış olduğunu söyliyerek vazifeden ayrılmak istediğimi bildirdim. Fakat buna muvaffak olamadım.” (Davam,S.115)

Faşist İnönü’nün faşist uygulamaları, Atatürk döneminde de reisicumhur olduğu dönemdeki gibi gaddarca ve acımasızdı. Kendisi de Bitlisli zengin bir Kürt aşiretinin mensubu olmasına,  Kürtlerin her türlü hak ve hukuklarının ellerinden alınmış olduğunu bizzat yaşamış olmasına karşın kendi milletine karşı katliamlar düzenleyecek kadar Türk faşizmine devşirilmiş ve beyni iyice yıkanmıştır. Kemal Atatürk sert tedbirlere başvurmak zorunda kaldığında her seferinde İnönü’yü öne sürmekte, İnönü’yü kullanmaktadır. Bu bakımdan her iki lider birbirlerini tamamlayan, birbirlerini kutsayan konumdadırlar.

1925’te Kürtler isyan ediyor.( Şeyh Sait İsyanı) Atatürk başbakan olan Ali Fethi Okyar’ı  sert önlemler alması için uyarıyor.Ancak A.F.Okyar 2 mart 1925’de CHP Meclis grup toplantısında şöyle konuşuyor :

“Anlıyorum ki, arkadaşlarım isyana karşı hükümetimin almış bulunduğu tedbirleri yeter görmeyerek daha geniş, daha şedit(şiddetli) tedbirler alınmasını istiyorlar. Ben hadisenin lüzum gösterdiği tedbirleri ve bu tedbirler isyanı bastırmak için kafidir kanaatinde bulunuyorum. Daha şedit tedbirlerle elimi kana sürmek istemiyorum.(a.b.ç) Ve sizlerin şahsında itimatlarımızı kaybetmiş olduğum için Başvekaletten çekiliyorum.“
Ve elini kana bulamamak için istifasını veriyor. Heybeliada’da dinlenmekte olan İsmet İnönü, bir telgrafla acele olarak Ankaraya çağrılıyor ve bizzat Atatürk tarafından Ankara tren garında karşılanıyor. İnönü hükümeti ilk iş olarak Şeyh Sait isyanını bahane ederek Takrir-i Sükun Kanunu’nu çıkarıyor, İstiklal Mahkemelerini kuruyor. İstiklal Mahkemelerine verilen en genişletilmiş yetki ise verdikleri idam kararlarını meclise onaylatmadan infaz edebilme  hakkıdır.

Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülen müzminleşmiş faşist bastırma hareketlerinin başlatıcısı İsmet İnönü hükümeti olmuş ve ‘Atatürkçülük ‘ şiarı çerçevesinde sistemleştirilmiştir.

İnönünün başbakanlığı ve reisicumhurluğu dönemlerinde (1925-1948 tarihleri arasında önemsiz bir dönem dışta tutulmak kaydiyle) CHP dışındaki tüm siyasi odaklar, eğilimler yasaklanıyor, susturuluyor, cezalandırılıyor. CHP içindeki muhalif sesler tasfiye ediliyor .CHP’nin karşısında olan tüm yayınlar, düşünceler yasaklanıyor.

Şeyh Sait İsyanı korkunç katliamlarla bastırılıyor. Şeyh Sait ve 47 arkadaşı da Diyarbakır’da
idam ediliyor.

Hasan Ali Yücel, 28 Aralık 1938 - 6 Aralık 1946 tarihleri arasında 7 yıl 5 ay Milli Eğitim Bakanlığı görevinde bulunuyor. 1937 Dersim İsyanı, Kürt halkının acımasızca katledilip bastırılmasından sonra Kürtlerin asimilasyona uğratılması çalışmalarına hız veriliyor. Bir yandan Kürtler Türkiyenin çeşitli bölgelerine sürgün edilip toplu olarak göç ettiriliyor. Diğer yandan da Kürtçe konuşmaları da dahil olmak üzere tüm kültürel haklarından mahrum bırakılıyor... Köy Enstitüleri de Kürtlerin Türkleştirme(asimilasyon) çalışmalarında belirli bir fonksiyon yükleniyor. Hasan Ali Yücel, Kürtlerin ve diğer azınlıkların zorla Türkleştirme programlarında birinci derecede sorumlular arasındadır. Tüm doğu, güneydoğu bölgelerinde “Vatandaş Türkçe Konuş” tabelalarının asılması, Köy enstitülerinde öğrenciler arasında ana dilleri olan Kürtçe ve Zazaca’nın yasaklanması, konuşanların da derhal cezalandırılmaları dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in bilgileri dahilinde ve tamimleriyle uygulanmıştır. Tüm bu gerçeklere karşın tıpkı Dersim katliamını gerçekleştiren Atatürk-İnönü-Bayar CHP’sinin  nasıl ki Dersim(Tunceli)’de yanlış tanınmışlığından ötürü kitleler tarafından ezici çoğunlukla tutulan bir parti konumundaysa, Hasan Ali Yücel de ML, devrimci-demokrat vb. geçinen bazı gruplar arasında tek yanlı olarak, sadece övgü ile anılmakta, madalyonun diğer yüzü katiyyen görülmemektedir. Hasan Ali Yücel’e, Hasan Ali Yücel’de olmayan vasıflar yüklenmekte, bu ise onun ideolojisinin ve pratiğinin gerçekliğine katiyen uymamaktadır. Can Yücel “Ben Hayatta En çok Babamı sevdim” demiş olmasına karşın uymamaktadır.

DEVAM EDECEK
YAVUZ AKÖZEL





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder