ŞİİR(LER) VE ŞAİR(LERİ) BURADA, YA SİZ…
“Gümüştür ozanın sözü,
susması altın değildir.”[1]
susması altın değildir.”[1]
“Yakın yıllara dek devlet şiiri tehlikeli bulur, yargılar, şairleri cezalandırmak, sindirmek için çaba gösterirdi. Günümüzde ise bu tavrından uzaklaşmış görünüyor. Bu süre içinde ne değişti? Şairler artık ‘uslu’ şiirler mi yazıyor? Rahatsız eden, ‘suç işleyen’ şiire ne oldu?’ Baştan söyleyeyim, en güzel yanıtı Memet Fuat, ‘Şiir düşmanlarını içinde taşıyor,’ diyerek vermiş…”[2]
* * * * *
Tam bu noktada Ceyhun Atıf Kansu’nun, “Şiir yazılan toplumdan asla umut kesilmez” deyişini; Can Yücel’in, “Şiir bir çalar saattir/ Dakik/ Tam zamanında çalan./ Zırvasız / Ve zartasız, zurtasız...” haykırışını anımsıyorum...
Sonra da Ahmet Telli’nin şu sarsıcı satırlarını:
“Yıllar önce bir sevgilim vardı. Ben mi onu terketmiştim, yoksa o mu beni? Bunun şimdi önemi yok. Ama o, ayrılırken, “sen ömrün boyunca devrimci şair olmaktan kurtulamayacaksın” demişti bana. Yüzündeki yangın, gözlerindeki hâre, edâsındaki diklenme hâlâ gözümün önündedir. O, bu sözleriyle beni küçültmeye hatta aşağılamaya çalışıyordu. Hem beni hem de yazdıklarımı değersizleştirme niyetiyle söylenen bu sözlere karşı o gün ne söyledim, bunun da önemi yok şimdi. Yıllar akıp giderken komünist oluşum nedeniyle yazdıklarımı yüceltenlere de, komünist oluşum nedeniyle yazdıklarımı sanat dışına itmeye çalışanlara da, hep Oğuz Atay’ın romanındaki o bilinen sözleri bir kez daha söylemek isterdim: Ben buradayım, ya siz!..
Şiir kendini geri çekmiştir; bu doğru. Ama bunun tersi de doğru. Şiirin kendini geri çektiğine dair oluşan yanılsama ve yargılama şiir cinsinden midir, bilmiyorum. Bu bağlamda yenilmişlik olgusu da şiirin mi, şairin mi hayatına dairdir, bu da müphemdir. Kaldı ki, yenme/ yenilme kavramları, bir iktidar mücadelesinin sözlükçesinde yer almazlar mı? İktidarı reddeden şiir, önce kendisinin oluşturma ihtimali olan iktidara karşıdır. Böyle olunca daha bir yeraltından gelen uğultuyu, magmanın yaratacağı muhtemel sarsıntıyı hissedebilmek gerekmez mi? Şiir, galiba o magmadır.”
* * * * *
Bu böyle, “böyle” olmasına da…
Lord Macaulay’ın, “Uygarlık ilerledikçe, şiir ister istemez geriliyor galiba,” uyarısı eşliğinde şunu da “es” geçemeyiz: “Modern Zamanlar”da şiiri “takdir” ettiğini söyleyenler varsa da, onu hayatlarına dahil edenlerin sayısı giderek azalırken; şiir de, şiir olmak çıkıyor…
Evet, “Şiirimizi, duygunun dekoru olmaktan, ruhun uzantısı olmaya taşıma gayretindeyim,” diyen şairlere olan gereksinim giderek büyürken; günümüz şiirinin yaşamın dışına düşmüş olduğunun altını çizerek, şairin toplumsal sorumluluk yüklenmesini isteyen[3] Veysel Çolak çok haklı…
Çünkü nihayetinde şiir gibi şiir ve şair gibi şairler, insanlara hayatın ve insan gibi insan olmanın bilgisini verirler.
W. Goethe haklıdır: “Bir insanın yalnızca hissettiklerini yazması onu şair yapmaz. Oysa bir insan yüreğinde dünyayı taşıdığı ve bu dünyayı dile getirebildiği sürece büyük bir şair olabilir…”
* * * * *
Yeri geldi Sait Maden’in ‘Şiirin Dip Sularında’ başlıklı Pen Şiir Bildirisi’nden şunları aktarayım:
“Günübirlik insan için ‘söz’ soyut bir olgudur, toplumsal ilişkilerinde, dilsel alışverişlerinde kullana geldiği incecik bir zar, yapay bir kurgu. Nesneleri simgeleyen sözcükler, adlar gösterme nitelikleri dışında sadece boş birer kılıftır. Bugün bir vidanın, bir bilgisayar faresinin işlevselliği yanında sözün, sözcüğün iş görür hiçbir niteliği yok. Gülünçtür bunu beklemek ondan.
Oysa gerçek ozan için ‘söz’, şiirinde kullandığı dil somut bir güçtür, tıpkı kolu, bacağı gibi vücudunun bir üyesidir. Kendine özgü bir evren kurmaya çalışır onun yardımıyla.”
Mesela Arif Damar’ın, “Düşüncelerimizle de daima bir aradayız/ Mısralarımızın siperinde de/ Düşmana karşı/ Yan yana ve omuz omuzayız…”
Mesela Adnan Yücel’in, “Hangi şiire başlasam suskunum sana/ Dağ göğsünde bir kaya diliyle suskun/ Güneşte kavrulan bir kum tanesi/ Çatlayan dudaklarım oluyor her gece/ Yağmura suskun yaşamaya suskun/ Haykırabilsem/ Belki bir nehir köpürebilir sesimde/ Silinebilir kuraklığın bütün izleri/ Upuzun çöller vadileşebilir içimde…” dizelerindeki gibi…
Ya da ‘Şairin Seyir Defterinde’ki, ‘Neler Almalıyım Yanıma’sında Edip Cansever’in çıkarmış olduğu çeteledeki üzere: “Şiir için: yılgı, sessizlik, yavaşlatılmış uyum/ Acı için: bir kandil, bir tütün kesesi, bir iskemle kırık---çocuklar kapı önlerinde otursunlar, oynasınlar ya da---/ Düş için: kendini denizde sanan o bunak kaptan---gerekli çok---/ Şarkı için: kalmadı usumda tek dize---ama---o dizelerin sesi var, ilk ağızdan çıktıkları günkü gibi, pespembe renkleriyle---/ Zaman için: yer değiştiren gölge---yeterli---/ Mevsimler için: portakal, böğürtlen, ayçiçeği/ Aşk için: unutkanlık ya da/ Dikkatle kullanılan ve değiştirilebilen birkaç anı/...” diye başlayan bir evren…
* * * * *
Bunlardan söz ederken 13 Şubat 2007’de, kırk beş yaşında kaybettiğimiz Adnan Satıcı’yı anımsıyorum...
“Solda son toplumcu” diye anılan Onun bir şair olarak imgesi, şiirinin taşıdığı tinsel evrenin imgesinden daha ön planda oldu. Yani ‘Adnan Satıcı’ dendiğinde akla ilk gelen, Onun, poetik bir mevzi edinmeyi önemsemeyen coşkulu kişiliği idi; şiiriyle getirdiği tinsel dünya veya tinsel problemler alanı değil.
Kürt Adnan, beyaz değil, zenciydi…
Bu nedenle ‘Ülkesiz Şarkılar’ ifadesindeki “ülkesiz” nitelemesini, “yurtsuz” olarak anlamak gerekir aslında.
Yani Satıcı’nın Diyarbakırlı ve Kürt olduğunu hesaba kattığımızda, ülkesiz nitelemesinin kuşkusuz siyasal bir göndermesinden söz edilebilir haklı olarak…
* * * * *
Sonra “Bugün masal değil/ Masaldan daha güzel, gerçek,” dizelerindeki üzere hayata bağlı ancak “Hayata beraber başladığımız/ Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir/ Gittikçe artıyor yalnızlığımız,” dizelerindeki üzere ölüme sözlü Cahit Sıtkı Tarancı…
O, adıyla özdeşleşen ‘Otuz Beş Yaş’ı otuz beş yaşındayken yazmış olmalı.
İlle de böyle olması gerekmiyor kuşkusuz.
Ömrün herhangi bir dönemi ya da herhangi bir yaş üzerine şiir, onun öncesi ya da sonrasında da yazılabilir.
Fakat Cahit Sıtkı’nın “Otuz Beş Yaş”ı öyle değil.
Ünlü şiirde, yaşanmakta olan otuz beş yaş anlatılıyor.
Tarancı bu yaşı “yolun yarısı” olarak niteliyor.
“Dante gibi ortasındayız ömrün” diyor.
Dili büyük duyarlılıkla kullanarak, kendi özgün şiirini yaratmayı başarmış bir şairdir O…
Şiiri, kişisel yaşamlarıyla kaynaştırması yanında, okurun dünyasıyla buluşturan Cahit Sıtkı’nın adıyla özdeşleşen ‘Otuz Beş Yaş’ şiiri nedeniyle bir “ölüm” şairi sayılagelmesi pek de doğru değildir…
Evet şiirlerinde “ölüm” temasına en çok yer veren bir şair O; ancak, bunun nedeni, yaşama duyduğu sonsuz bağlılık, içini her an sevinçle dolduran yaşıyor olmak duygusudur.[4]
* * * * *
Çağdaş şiirin en verimli ustalarından; sürekli arayan, kendini yenileyen İlhan Berk’in, “Güzel/ ölüm daha kolaydır sevmekten/ der ya Aragon/ Anla ki ölüme benzer seni sevmek/ Sözcükler ki alevdir/ Ve karadır şairlerin hayatları/ Hem nice şiirlerde nice aşklarda/ Tarar saçımızı ölüm./ Aşk ki bazan solgun bir ilçedir/ Sürdürür derinliğini,” dizeleri de ölüm vurgusuyla aşka ve hayata bağlanmayı vurgular…
“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz./ bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan/ ve bana bu yeryüzünü cehennem eden / bu yazmak eyleminden kurtulduğum,/ mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak,” diyen İlhan Berk, İkinci Yeni şiirinin yeniliklere, farklı anlatım/söyleyiş ve teknik arayışlarına en açık, en atak şairidir. Döneminde yazılan şiirden uzaklaşarak uçlarda dolaşan, verili dünyaya farklı bir algılamayla yaklaşan, zaman zaman alışılmadık bağdaştırmaları ve imgeleriyle verili mantığın ve dilin, egemen söylemin dışına taşan Berk, sürekli biçimsel yenilikler/ deneyimler peşinde koşan bir şair olmuştur.
“Adaçaylarımızı söylemiş miydik?/ Üç kişi bir köşede oturmuş ağ yamıyordu./ Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara/ yakıyordu kimimiz. Sanki dünya durmuştu/ öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik./ Bir sürü kırlangıç dışarda camlara vuruyordu./ Birden bir ses, yüzüne karışmış bıyıkları/ -Deniz çekildi, dedi. Hepimize tutup/ denizde gezdirdiği gözlerini. Büyük/ bir boşluk bırakıp sonra da arkasında/ kalktı./ Biz işte o zaman gördük onu/ ve çekilen denizi./ O zaman çıktık kendimizden./ Dışarda bir dilim ekmek gibiydi gök,” dizelerindeki üzere her konuda, her şeyle ilgili şiirler yazmayı deneyerek şiirin konu alanını genişletmiştir. Dünya ve doğadaki her şey, tüm varlıklar, eşyalar, yazılmak için vardır ona göre. Onlara yazılı birer metinmişçesine bakıp okumak, kendince yeniden anlamlandırıp yazmak ister. Görünenin ötesinde, asıl görünmeyen, bilinmeyen de ilgilendirir onu. Çoğu dizesinde, şiirinde çokanlamlılığı amaçlar.
En az sözle çok ve uzak çağrışımlar yaratmak istediği için, boşlukları olan, örtük, açık uçlu dizeler/şiirler yazmıştır. Şiirdeki yenilik ve değişimi, öncelikle dilde, söyleyişte/anlatma biçiminde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bazen dili deforme ederek, yapısını bozup yeniden kurmaya yönelmiştir. Aklın yerine sezgiyi ve bilinçaltını öne çıkarmış; anlatmak yerine duyurmayı öncelemiştir.
* * * * *
Tüm bunların yanında şakacı, çocuksu kişiliğini anımsıyorum Kemal Özer’in…[5]
1950 Kuşağı’nın usta şairlerinden biri olan O (1935-2009), “İnsanın dağılan yüreğini bir dizeyle birleştirmek için” yazardı.[6]
* * * * *
Ya “Bir misafirliğe gitsem/ Bana temiz bir yatak yapsalar/ Her şeyi, adımı bile unutup/ Uyusam...” dizelerindeki Melih Cevdet Anday…
“Felsefi temalar, bana şiir yazma olanağı tanıyor. Diyebilirim ki mistik bazı öğeler de şiiri çok daha kolay açıklayabiliyor. Bunlar şiire bir vesiledir benim için,” diyen O, şiirleri, denemeleri, oyunları, romanları, çevirileriyle çok yönlü bir ozandır. Öteki edebiyat alanlarına bunca emek vermesine karşın neden ozan kimliği öne çıkıyor? Belki bütün çalışmalarının içinde şiirsel bir öz olduğu için…
Giriştiği her çalışmayı şiiri için kullandı. Denemelerindeki dil örgüsü şiirsel bir biçem özelliği kazanmasaydı, düşünce insanı olarak böyle etkili olabilir miydi?
Elbette “Hayır”!
Onda ne varsa şiir yarattı diyebiliriz çekinmeden…
* * * * *
“Şiir yazarım ben de kanımı akıtarak...” derdi Necati Cumalı…
Özgürlüğü tanımlarken de, “Yalnız senin uğrunda ölür insan/Yarası acımadan,” diye eklerdi…
* * * * *
“Beklememek beter beklemeden,” dizelerinin Orhan Veli Kanık’ın şiiri gençtir, çünkü gençlerin okulda öğrendikleri tüm şiir kurallarına karşıdır. Bu kuraldışılık ve şakacılığın altında ince, çocuksu bir duygululuk kıpırdar: “Ağlasam sesimi duyar mısınız,/ Mısralarımda;/ Dokunabilir misiniz,/ Gözyaşlarıma, ellerinizle?”
Charles Cros’tan çevirdiği ‘Çirozname’deki şiirin amacı Orhan Veli’nin şiirlerinin kuralıdır: “Kudursun bazı adamlar - ciddi mi ciddi/ Ve gülsün diye çocuklar - küçük mü küçük.”
Her yaşta okuru yüreğinden vuran gençliği ve yalınlığı, bir “kendiliğinden”lik yansıtır. Kelimelerin yetersizliği, duygularını anlatamama okuru şairle yaşıt duruma getirir. Şiirin bir teknik işi olduğunu aklına bile getirmeyen masum okur için kimse Orhan Veli’nin doğallığı ile boy ölçüşemez. Okur, ciddi olarak yazmayı seçtiğindeyse Orhan Veli’nin bu doğallığı sağlayabilmek için ne çok şey bilmek zorunda olduğunu fark edecek, yine de bu doğallık ve alaycılığın taklit edilemeyişine şaşırır.
Ve haykırır Orhan Veli: “Heeey/ Ne duruyorsun be, at kendini denize:/ Geride bekliyenin varmış, aldırma;/ Görmüyor musun, her yanda hürriyet;/ Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;/ Git gidebildiğin yere...”
* * * * *
Sonra, sonra da Ömer Erdem’in, “Kumarbaz mülkiyet duygusundan uzaktır. Biriktirmez o. Kazandığı daha büyük kaybetmek içindir. Kazanmak kaybetmeye çıkar onda. Arsa tapu için değildir, belki dibini, daha dibini eşmek için toprağın,” diye tanımladığı Turgut Uyar…
Hani, 4 Ağustos 1927’de Ankara’da dünyaya gelip de, 22 Ağustos 1985’te aramızdan ayrılsa da şiirleriyle kurduğu “Büyük Saat” ile hâlâ zamanın değirmenini çalıştırmakta olan şair...
Onun için, “Şiirin bütün aşamalarını, akımlarını okumuş, özümsemiş kendi şiiri içinde eritmiş, yeniden yaratmış bir ustadır,” diyen Doğan Hızlan, Uyar’ın şiirlerinin şiirimizde apayrı bir yeri olduğunu belirterek “Onun şiirlerini okurken ister istemez başka şairlerle mukayese edersiniz. O zaman Uyar’ın şiire yaptığı katkıları daha iyi anlarsınız. Onun şiirleri yalnızca şiir değildir, daha fazlasıdır,” diye eklerdi…
“Turgut Uyar bir büyük şiirin ayrıntılarını yazmış, yaşadığı çağın titiz bir gözlemcisi olmuştu
Çok boyutlu bir açıdan bakar nesnelere. Deniz, acısı bileklerde duyulan engin bir kelepçedir. Leylak, pazarlık edilse üç-beş kuruşa alınabilen ölü günlerin karşılığıdır. Lambanın duvara düşen gölgesi, aşktır.”[7]
Aşk demişken, Uyar’ın 1952’de ‘Küçük Dergi’de yayımladığı ‘Aşk İçin Sekiz Mısra’ şiirindeki sahiciliğe ve bu sahiciliğin sunuluşundaki ironiye dikkat çekmekte fayda var:
“Gülüşmeler, çarpıntılar; iç çekmeleri/ kaçamak buluşmalara ara sıra geceleri/ göz gözü görmez tozpembeden yeşilden/ zaten hep böyledir aşkın öncesi/ sonrası iki kere iki dört eder/ işte ben bir alımlı maceranın peşinden/ akşamları fasulye yiyip gazete okuyan bir adam/ üç çocuğun beybabası, bir kadının kocası…”
Bu kadar mı? Elbette değil Uyar’ın deyince…
“Oturdum üç kişi için bir/ şiir yazdım/ Oturdum aklımı peynir ekmekle yedim”…
“Halk adına dökülen kan/ Sapı gül dalı güzelliğinde bir bıçaktır”…
“ne söylenebilir! tam çağıydı, oyalandık/ suyun, ateşin, havanın, toprağın çalışkanlığına daldık./ bir acıya kahramanca katlanılmadan, toplandılar/ orada biz de vardık./ ve uzun uzadıya orada kaldık…”
“Böyle kargaşalı günler döneminde/ Beşer onar koparılan bir takvim sanki bahara/ Ben şimdi diyorum ki bir bak şu alanlara/ Sokaklara köprülere kiremitsiz damlara/ Taşlara sopalara aman vermez silahlara/ Şehir haritasına trafik lambasına kan içinde adamlara/ Kan içinde adamlara/ Kan umutsuzluktur/ Ona kendini hazırla”…
“güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan/ dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar/ dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan/ Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar/ Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan/ eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar/ sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan/ portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar/ bir yolda elele gideriz, o yolda bir gün usanırsan/ padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar/ Muş-Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki/ orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar/ el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen/ benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar”… dizelerini anımsarsınız…
* * * * *
Nihayet Nâzım Hikmet Ran…
Hani, “Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ gölgem gibi demiyorum/ çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da/ ellerim ayaklarım gibi de değil/ uykudayken yitirirsin elini ayağını/ ben hasreti uykuda da yitirmiyordum/ bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ açlıktı, susuzluktu demiyorum/ sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı aramak gibi de değil giderilmesi imkânsız bir şey/ ne sevinç ne keder/ şehirlerle bulutlarla türkülerle de ilgisiz içimdeydi dışımdaydı/ bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ zaten elimde ne kaldı bu yolculuktan/ hasretten gayrı”…
Hani, “Saat dört yoksun./ Saat beş yok/ altı, yedi,/ ertesi gün,/ daha ertesi/ ve belki,/ kimbilir...”
Hani, “Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayale/ Hâlbuki sen orda, şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle/ Ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var/ Ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile”…
Hani, “Bir ucu bir kuyuda kaybolan rüzgârlı bir şosede/ bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak/ yüzü saçlarıyla örtülü kavuşma saatımızın/ bir de ağır yürüyor ki deli olmak işten değil/ bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak/ ben de telefon direğine bağlıyım kollarımdan/ yüreğim de yorgun mu yorgun duracak nerdeyse/ bir de alnıma bir su damlıyor aynı yere artsız arasız/ bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak/ ben de seni düşünüyorum da seni düşünüyorum/ ben de seni düşündükçe o da ağırlaştırıyor/ yürüyüşünü bu böyle giderse yıkılabilirim direğin dibine/ o yanıma varmadan”…
Hani, “Tesellisiz yaşamayı becerdim/ beceririm tesellisiz ölmesini de”…
Hani, “İnsanlarım, ah, benim insanlarım,/ antenler yalan söylüyorsa,/ yalan söylüyorsa rotatifler,/ kitaplar yalan söylüyorsa,/ beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,/ dua yalan söylüyorsa,/ ninni yalan söylüyorsa,/ rüya yalan söylüyorsa,/ meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,/ yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,/ söz yalan söylüyorsa,/ ses yalan söylüyorsa,/ ellerinizden geçinen/ ve ellerinizden başka her şey/ herkes yalan söylüyorsa,/ elleriniz balçık gibi itaatli,/ elleriniz karanlık gibi kör,/ elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,/ elleriniz isyan etmesin diyedir”…
Hani, “Mürettip Refik’le Sütçü Yorgi’nin/ Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına/ Parmakları birbirine dolanmış/ Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ Fakat seviyor seni çünkü sen de/ Affetmedin/ Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına”… diye haykıran ve en önemlisi şiirin ve şairin ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini bizlere anlatan/ öğreten usta…
* * * * *
Şimdi diyeceklerimi Tunuslu şair Halid Nacar’ın, “Devrim şiirin, halk, narsist entelektüellerin önüne geçti,” saptamasındaki gerçeğin kapımızı çalacağından emin, “Şiir ve şair(ler) burada, ya siz…” sorusunun altını çizerek noktalayayım…
TEMEL DEMİRER
11 Mayıs 2011 11:15:02, Ankara.
[*] Patika, No:74, Temmuz-Ağustos-Eylül 2011…
[1]Özdemir İnce.
[2]Ülkü Tamer, “Tehlikeli Şiir”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2011, s.15.
[3]Veysel Çolak, Şiir Nedir ve Nasıl Yazılır?, İkaros Yay., 2011.
[4]Ataol Behramoğlu, “Tarancı”, Cumhuriyet Dergi, No:1287, 21 Kasım 2010, s.4.
[5]Kemal Özer İçin Anı Fotoğrafları, Hazırlayan: Simge Özer Pınarbaşı, Yordam Kitap, 2011.
[6]Sennur Sezer, “Bir Dizenin Peşinde”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:525, 8 Nisan 2011, s.24.
[7]Refik Durbaş, “Şiirin ‘Büyük Saati’ni Kurdu”, Cumhuriyet, 2 Mart 2011, s.16.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder