Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Mart 2012 Çarşamba

YAVUZ AKÖZEL: Deli Kilise


FOTOĞRAF: ALİ ZİYA ÇAMUR


12 yaşlarındaki çocuk, sözleştikleri gibi babasını, kasabanın çıkışında, şosenin kenarındaki taş duvarın üzerinde oturarak bekliyordu. Alabros kesilmiş koyu kahverengi saçları vardı. Oturduğu duvardan aşağıya ayaklarını sarkıtmış, farkında olmadan sallayıp duruyordu. Bir yandan da eline geçirdiği çakıl taşlarını sallanan ayaklarının dibinde uzanan ve en az elli metre derinlikteki uçurumu boydan boya gelip geçen dereye fırlatıyordu.

Saat öğleden sonra on dört dolaylarındaydı ve tepesinde parıldayan kavurucu temmuz güneşine aldırmaksızın ara-sıra tozu dumana katan araçlara başını çevirip bakıyor, beğendiklerinin markalarını okuyordu. 

Oldukça sağlıklı ve sevimli pespembe bir yüzü vardı. Alnına dökülen hafif dalgalı saçlarına uyum içerisindeki kahverengi gözleri zekice parlıyordu. Bir ara oturduğu yerden ayağa kalkıp duvarın üzerinde dikilerek durdu. 

Uzakta yürüyen insanlar arasında babasının olup olmadığına, elini alnına siper ederek baktı. 

“Nerde kaldın baba!” diye, kendi kendine konuşurken bir yandan da içini dayanılmaz bir haz kaplıyordu. Ergani’deki o cenneti anımsatan, içinde türlü türlü meyvaların, yaban böğürtlenlerinin, yaban aluçlarının, rengi koyu mor’a kaçan Şam dutlarının üzerine bineceği eşeğin, çimeceği havuzun görünümleri gözlerinin önüne geldikçe sabırsızlığı daha da artıyor, yerinde duramaz oluyordu. “Haydi baba, haydi baba” diye ayaklarını yere vurarak kendi kendine söyleniyordu... 

Yolun kenarına, karşıdaki çay ocağının dibine yaklaşan tahta kasası özenle rengârenk yağlıboya çiçek resimleriyle süslenmiş Bedford marka kamyonun on beş yaşlarındaki eli, yüzü siyah gres yağına bulanmış muavini avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
—Haydi!.. Ergani! Ergani! Ergani! Hemen kalkıyoruz. Acele edin… Hemen, hemen kalkıyoruz abi!
—Ergani’ye mi yiğenim?
—Ergani’ye! Hemen, hemen abi! Üst kat… Bin abi... İkinci mevki… Bu sıcakta ikinci mevki, birinci mevkiden daha iyi! Rüzgâr püfür püfür, terlemek yok, yer bol, otur, ayaklarını uzat, istediğin gibi türkü çığır! Her şey serbest! 

O sırada muavinin haykırışlarına kulak kabartan, zayıflıktan kaburga kemikleri sayılan dili, açık ağzından çenesine doğru sarkmış ve sık sık soluk alan boz bir sevimli köpek, kuyruğunu sallaya sallaya istemle muavine yaklaşıp sürtünmeye başladı. Muavin önce köpeğin farkında olmadı. O hala avaz avaz bağırmasına devam ediyordu. 

Ama sonra köpeğin farkına vardı. Varmasıyla da köpeğin böğrüne tüm gücüyle okkalı bir tekme indirdi. Köpek acı bir çığlıkla önce iki metre uzağa savruldu. Sonra adeta sürünerek yolun öte yanındaki duvarın arkasında gözden yitti. 

Çocuk olanları olduğu gibi görmüştü. Köpek, çocuğun oturduğu duvarın yanından aşağıya sürünmüş, oradaki bir oyuğa sığınmıştı. Ama tüm vücudu oraya sığmadığı için dışarıda kalan kulakları, acı ve halsizlikten artık iyice sarkmış olan kafasındaki iki korkulu göz, yanına yaklaşan çocuğa çaresizlikle ve yalvarırcasına bakıyordu. Çocuk köpeğe iyice yaklaşıp onu okşamaya başladı. O, okşadıkça köpek hem iniltiye benzer mırıltılar çıkarıyor, hem de adeta minnet duygularını belirtiyordu. 

O sırada Muavin hiçbir şey olmamış gibi:
—Son beş dakika, son beş dakika! Haydi kalkıyoruz, diye bağırmaya başladı. 

Çocuk, köpeğin yanından doğrulup elinde kalan son çakıl taşlarını olanca hıncıyla muavine fırlattı. Tam isabet olmuştu. Muavin neye uğradığını şaşırdı.

Çocuğa:
—Şimdi gelirsem sana gösteririm, deyip, yalancıktan bir hamle yaptı ama çocuk yerden topladığı çakıl taşlarını göstererek:
—Hadi gel, gelsene, diye yanıt verdi. Muavin elini, “hadi ordan” der gibi salladı.
-Köpeği vurmak kolay! Gel de beni vur! Hadi gelsene, diye bağırıp, elindeki çakıl taşlarını yeniden muavine fırlattı. Muavin sinirlenmişti ama yanına yaklaşan yeni yolcular onun sinirini içine bastırmasına ve çocuğun yanına gidip haddini bildirmesine engel olmuş oldular böylece. Çünkü o sırada, az ötedeki çay ocağından kalkan iki işçi paralarını ödeyip, artık hareket etmek üzere olan kamyona yaklaşmışlardı. 

Muavin, sinirli bir tavırla:
—Hadi abiler, atlayın, gidiyoruz! 
Çocuğa da dönüp, işaret parmağını sallayarak “sen görürsün” der gibilerinden konuşmasız tehditte bulundu.

Yeni gelen yolcular:
—Ücretler?
—Sizin için adam başı 3 lira!
—Vay vicdansız! Geçen hafta 2.5 liraydı!
—Abiciğim, 50 kuruşu 27 Mayıs inkilabı için alıyoruz... Emir büyük yerden!
—Emirleri batsın!
—Emirleri batsın, ama millet nişan yüzüklerini dahi bağış olarak veriyor! Belediyenin hoparlörleri her gün para ve ziynet eşyalarını bağışlayan İnsanların, ailelerin adlarını bas bas bağırarak sayıyor, hem de bunu bir kez değil, her gün birkaç kez tekrarlıyor.
—Şimdi bir şey diyecektim. Hadi demiyeyim de başım belaya gitmesin! 

Kamyonun kasasında neredeyse 15 kişi birikmişti. Gelen köylü giysili bir bayanla, yanındaki koyu sarı saçları yanlardan atkuyruğu yapılmış, badem yeşili gözlerinde şimşekler çakan on iki yaşlarındaki kız çocuğunu muavin, şöför mahalline oturtmak için kapıya yöneldi:
—Buyur yenge! Buyur bacım… Şansınız varmış… İlk gelen bayanlar siz olduğunuz için Allahın sevimli kullarısınız! Yeriniz kuşetli valla! 

Bayan elini ağzına kapatarak gülümsemeyle yetindi. Yanındaki kızı dürttü, aceleyle şöför mahalline kuruldular. Kamyon giderek doluyordu… Bu vasıtayı kaçırırlarsa en az bir saat belki daha da fazla beklemek zorunda kalabilirlerdi. Hatta babası 28 kilometrelik Maden-Ergani yolunu yayan gitmeye de kalkabilirdi. Çünkü yapmadıkları bir şey değildi bu. Çok kere hiç araba beklemez, yayan yola koyulurlardı; yolda kendilerini almak isteyen arabalara da çok kez binmezlerdi. 

Yol, dağların üzerine kurulmuş Maden kasabasının yedi yüz metre kadar aşağısındaki taş köprüyü geçince bakır fabrikasından boşaltılan simsiyah renkteki iri taneli kumu anımsatan izabe cürufu ile kirlenmiş Dicle çayının üç-dört metre yukarısında belirli bir süre birlikte devam eder, sonra Torosların doruklarına doğru kıvrıla kıvrıla çıkarak yedi-sekiz kilometre boyunca Dicle'ye kuş bakışı bakar, oradan da sola doğru, doruklardan aşağıya inişe geçerek Ergani ovasına doğru yol alırdı.

Nihayet babası uzaktan göründü. Elinde, gidecekleri yerde yemeleri için aldığı ekmek, peynir, helva, zeytinden oluşan bir sepet vardı. Çocuk duvardan atlayıp, ona doğru hızlı adımlarla yürüdü. Babası da sepeti yere bırakarak olduğu yerde durdu ve oğlunun gelmesini bekledi, gelir gelmez de koltuk altlarından tuttuğu gibi güçlü kollarıyla bir kuş gibi onu havaya kaldırdı, iki yanağından şapur şupur öptü. 

Çocuk sepete baktı, tahin helvasını çok severdi; görünce içi rahatladı. Şimdi sıra işin asıl zevkli yanına, hemen koşup kamyonun kasasına çıkıp en güzel köşeyi ele geçirmeye çalışmaktı. Çok şükür ki kamyon hâlâ gitmemiş, birkaç kişi daha alabilmek için oyalanmıştı. Bakır Maden, Doğu Anadolu bölgesinde dört yanı Toros dağlarıyla çevrili bir fabrika kasabasıydı. Evler, dağlara sıra sıra, birbirlerinin üzerine dizilerek yapılmış, genelde toprak damlı, iğreti, işçi evleriydi. Çevredeki diğer kasaba ve köylerden akın etmiş insanlar bu fabrikada çalışır, hafta sonu olduğunda da bölük bölük kasabalarının, köylerinin yolunu tutarlardı. İşte şimdi de yoğun bir kalabalık oluşmaya başlamıştı. İşçiler, evlerine bir an önce ulaşmak için kasabanın çıkışındaki çay ocağının önünde yoğunlaşıyor, köylerine, kasabalarına gidecek, boş yeri olan bir araba bekliyorlardı. 

Çocukla babası hala avaz avaz bağıran muavine işaret ederek kamyonun kasasına yöneldiler. Üst kasaya bir hamlede tırmanan baba, oğlunun ellerinden tutarak onu da yukarı çekti. Muavin, çocuğu görmüş ama görmezlikten gelmeyi tercih etmişti. Çünkü çocuğun yanında hem babası vardı, hem de ruhunun derinliklerinden kopan bir ses onu sürekli rahatsız etmeye başlamıştı. İçinden de sürekli olarak, neye ve niçin söylediğini bilmeden, “Allah kahretsin! Allah kahretsin!” diye konuşuyordu. Usul usul arabanın arka tekerleğine yerleştirdiği tahta takozu çekip aldı ve karoseri ile şase arasındaki boşluğa yerleştirdi sonra atik bir hareketle kamyonun kasasına atlayıp, “Tamam!” komutunu verdi, ama hâlâ o usulcacık “Allah kahretsin, Allah kahretsin” diye mırıldanıyordu. Kamyon, tozu dumana katarak hareket etti. 

Çocuğun kalbi sevinç ve heyecandan güm güm atıyor, içinden babasına sarılmak, onu doyasıya öpmek geliyordu. Kamyona doluşan işçiler karoserin içine sıra sıra bağdaş kurup oturmuşlar, kimi sigara içiyor, kimi yanındakine Zazaca bir şeyler anlatıyor, kimisi de oturduğu yerde uyukluyordu

Böyle yolculuklarda bir ezgi duymamak olanaksızdır. Mutlaka yanık bir Zazaca uzun hava, dalga dalga bir hüznü de bu kasketli, şalvarlı, yüzleri bronzlaşmış yorgun insanların ruhlarına damıtır. 

Çocuk, kasanın en önünde ayakta dikiliyor, elleriyle yakaladığı kamyonun üst korkuluklarına tutunarak ılık rüzgâra kendini bırakıp bir yandan serinlemeye çalışıyor, bir yandan da yolu, çevreyi gözlüyor ve zevkten adeta ‘mest’ oluyordu. Kamyon, üzerinde tek tük meşeliklerin ve bodur çalılıkların boy gösterdiği sarp Toros dağlarını kıvrıla kıvrıla tırmanıyor, aşağıda bir ölüm sessizliğinde akan Dicle çayının istikametinde tangır tungur yol alıyordu. Yol, asfalt olmadığı için de peşi sıra bir toz deryası bırakıyordu. 

Daha Ergani’ye ulaşmaya aşağı yukarı dört-beş kilometre kala, Papaz Gölü’nde baba ve oğlu kamyondan indiler. Papaz gölü adının mutlaka Ermeni zamanlarından kalma bir öyküsü olmalı. Yol kenarında artık “hezan”(1)olmuş görkemli kavaklıklardan başka bir şey görünmüyor. Bir göl... Belki de bu görkemli kavaklıkların arkasına gizlenmiştir... Ama papaz? Niçin? Çocuk hep gözleriyle siyah cüppeli bir papaz arayıp durmuştu tıpkı gölü aradığı gibi.!


Sıcaktan sararmış, içerisinde çekirge, tosbağa, yılan ve daha bir sürü böceğin cirit attığı otların arasından yukarılara, Torosların tam yamaçlarına doğru yürüyünce artık neredeyse yabansılamış üzüm tevekleri, dağ incirleri, yaban kengerleri ve bodur meşeliklerle kaplı birkaç kilometrelik bir alanı geçerek içerisinde şırıl şırıl karpuz patlatan kaynak sularının aktığı yemyeşil bahçelerden oluşan bir cennete ulaşılır. Bu cennetlerden birisi de işte "Deli Kilise " diye anılan onların bahçesi...


 Aynı papaz gölünde olduğu gibi, içinde Ermenilerden kalma küçük bir kilisenin olduğu ve hâlâ dimdik ayakta duran bu tarihi yapıya da neden “Deli Kilise” dediklerini çocuk hep merak edip, babasına defalalarca sormasına karşın aldığı yanıt hep, "ben de bilmiyorum " olmuştur. Çocuk çok sonraları Deli Kiliseyi anımsadığında Victor Hugo'nun Notre Dame'deki kamburunu gözlerinin önünde hep canlandırmıştır. Şimdi sahipsiz olan ve bu sahipsizliğinden ötürü de altın arayıcılarının hışımına uğrayarak tabanı ve duvarlarının bazı yerleri delik deşik edilmiş bu sessiz kilisenin acaba aklı yerinde olmayan, Ermeni papazlarının kanadı altındaki bir garip koruyucusu, bakıcısı mı vardı? 

Bahçeye ulaşır ulaşmaz, baba daha soluklanmadan tepeleme dolmuş havuzun sopadan yapılma tıkacını kaldırdı, hışımla boşalmaya başlayan suyu kavaklığa yöneltti. Su, köpürerek susamış toprakta ilerlerken kavak yaprakları hemen başlarını havaya kaldırır gibi olmuştu. Hafiften esen rüzgârın etkisiyle yüzlerce kavak ağacının yapraklarından çıkan o okşayıcı hışırtı akan suyun serin şırıltısına karışıyordu. Baba ve oğlu bu doğadan yansıyan eşsiz melodiyi dinleyerek dut ağaçlarının gölgesine oturup büyük bir iştahla yemeklerini yediler. Gözeden(2) kana kana su içip, kızgın güneşin kurutup sararttığı otların üzerine uzandılar. Ağustos böcekleri, çekirgeler, incir kuşları, dut kuşları ve daha başka başka kuşlar hep bir ağızdan ayrı dillerle ama aynı ezgiyi mırıldanıyorlardı. Çocuk uzandığı yerden bunları dinlerken, babası çoktan uykuya dalmıştı. Bir ara o da gözlerini yumdu. Doğadan boşalan uyumlu sesler ona ninni gibi gelmişti. 

Uyandıklarında artık yavaş yavaş akşam olmak üzereydi. Bahçe komşuları Roko teyze akrabaları olurdu. Baba, oğlunun saçlarını şefkatle okşayarak:
—Sen git de Roko teyzenlere haber ver. Bu gece onlarda yatacağımızı söyle ve artık buraya da dönme, orda kal, işim bitince ben de gelirim.
—Ama geç kalma! Çok çalışıp da belini yine incitme! 
Baba oğlunun poposuna hafifçe vurup gülümsedi:
—Haydi elini çabuk tut! Beni de tasa etme! Bir daha belimi incitmem! 

Çocuk, sepeti de alıp bahçe komşuları, Roko teyzelerin yolunu tuttu. Roko teyze, henüz kırk beşine ulaşmadığı halde oldukça yaşlı gösteriyordu. Rençber yaşamı, ardı ardına doğurduğu altı çocuk, sabahın köründen yatıncaya kadar durmaksızın hizmet ve çalışma çabuk yıpranmasına neden olmuştu denebilir. Ama yine de yanakları al al, gülümsediğinde görünen dişleri adeta bir kehribar gibi ve poşusunun arasından masumca fırlamış saçları parıltılar saçan simsiyah bir at yelesini andırıyordu. 

Çocuk, Roko teyzelerin bahçesine çıkıp haymanın(3) damından Roko teyzeyi ünledi.
—Roko teyzeeeee! ! Roko teyzeeeee! 

Roko teyze çocuğu sesinden hemen tanımıştı.
-Geldim. Kurban olduğum. Roko teyzen sana kurban olsun! 
Çok geçmeden de Roko teyze ve kızlı-oğlanlı dört çocuk çıkageldiler, sevinçle çocuğun etrafını sardılar. Bahçede adeta bir bayram havası oluşmuştu. Bu davetsiz misafir onları çok onurlandırmış, mutlu etmişti. 

Çocuk:
—Birazdan babam da gelecek, bahçede iş yapıyor, dedi. 

Roko teyze çocuğu dizlerinin dibine oturtup sevecenlikle hem saçlarını okşadı hem şapur şupur öptü hem de soru yağmuruna tuttu:
—Annen nasıl? İyi mi? Bacıların? Kardeşin? Okul? 



Orası-burası derken akşamın kızıllığı ta uzaklardan kendini gösterdi. Batıda, Torosların zirvesinde güneş yavaş yavaş dağların ardına çekilmeye bir renk tayfı ziyafeti vererek hazırlanıyordu. Çalı-çırpı ile yanan ocağın üzerinde bulgur pilavı kaynıyorken, Roko teyzenin on beş yaşlarındaki güzel kızı da çoban salatası yapmaya girişmişti. 

Çocuk haymanın üzerine yayılmış çul, minder ve yastıklara uzanarak Ergani ovasını seyre daldı. Aşağıda geldikleri Elazığ-Diyarbakır şosesi uzanıyordu. Bu şosenin en az 7-8 kilometre güneyinde Kurtalan’a kadar uzanan demir yolu yılan gibi kıvrılarak ufuk çizgisinde gözden yitiyordu. Bu demiryolu ile Elazığ-Diyarbakır şosenin tam ortasından da Dicle nehri yüklendiği akşamın renklerini yansıtarak akıyordu. 

Sonra babası geldi, Roko teyzenin beyi de gelince iyice kalabalık oldular. Güneş dağların ardında yitmiş, iyice karanlık çökmüştü. Bu kez gökyüzünde yıldızların şöleni başlamıştı. Ta güneydoğu istikametindeki ufuk çizgisinden başını uzatan dolunay, yavaş yavaş Deli Kilise'ye doğru yaklaşıyordu. 

Yer sofrası kuruldu ve müthiş bir gökyüzü şöleninin eşliğinde, doğadan kopup gelen değişik ses efektlerinin korosunda akşam yemeği yenildi. Hemen orada, haymanın üzerinde serilen yün yataklara çocuk ve babası yattılar. Gerçekten oldukça görkemli bir geceydi yaşanılan ve görkemli de bir uyku! 

Sabah, güneş üzerlerine doğmadan kalktılar. Aslında onlar geç bile kalmışlardı… Roko teyzeler, onlardan çok önceleri uyanmış olacaklar ki hemen yanı başlarında sofrayı kurmuşlar ve saçta bazlama pişirme işine girişmişlerdi.

Kahvaltıdan sonra baba ve oğlu yeniden kendi bahçelerine gittiler. Gerçekten sabahın bu erken saatinde ferahlatıcı bir serinlik vardı ve aralıklarla öten bülbüllerin sesi insanı adeta büyülüyordu.
Her yıl, bu mevsimde yapılan iş belliydi. Baba, bütün gün su arklarını kazma-kürekle düzeltir, ağaçların ve üzüm teveklerinin diplerini beller, bunların gelişmesini engelleyen birbirine karışmış sumak, böğürtlen, yaban güllerini elindeki dahra ile biçerdi. O, bu işleri yapadursun, çocuk da soluğu yalçın kayalıklardan oluşan bahçenin en kuzeyindeki Torosun doruklarındaki küp kayalarda, kırk merdivenlerde alırdı. Buralar onda en çok merak uyandıran yerlerdi. Yalçın kayaların içi en az beş metre yükseklikte ve yine en az elli metre kare genişlikte bir odayı andırıyordu. Oldukça gizemli bir görünümü vardı. Bu içi boş kayalıklara ulaşmak için de kayaları oya gibi işleyerek kırk basamaktan oluşan bir merdiven yapılmıştı. Kayalıkların başlangıç noktasında da tümü kesme taşlardan yapılmış ev yıkıntıları, bu yıkıntılardan saçılmış taş ve çanak-çömlek kırıkları darmadağınık bir şekilde tüm çevreyi kaplamıştı. Bazı evlerin duvarları olduğu gibi duruyordu, bazıları da blok halinde arkası üstü devrilmiş, yan yatmıştı. 

Büyük bir alana yayılmış olan hemen hemen tümü işlenmiş taşlardan oluşmuş hanlı, hamamlı, medreseli, kiliseli harabe, burada çok önceleri barışçıl ve üstün bir medeniyetin var olduğunu fısıldıyordu. Yıkık taş duvarların arasında kocamış badem ağaçları, yaban aluçları, bodur meşelikler, dikenli otlar ve daha bir sürü çalı cinsi bitkiler, harabelerin gizini saklarcasına her yanı kaplamıştı. Gerçekten insan üzerinde, aniden, alelacele, palas pandıras terk edilmiş izlenimi bırakan bu ıssız yerdeki korkulu sessizlik ve terk etmişlik çok eskilerde buralarda karanlık, ürpertici trajedilerin yaşandığı izlenimi bırakıyordu. Hamam olarak inşa edilmiş tavanı dahi taştan yapılma bina sapasağlam, tıpkı deli kilise gibi hâlâ mağrur bir şekilde doğaya ve insanlara direniyor, bütün gün otlanmış keçiler, koyunlar, eşek ve kurikler(sıpalar) bu Ermeni hamamının içerisinde serinliğin tadını çıkarıyorlardı. Çocuk, hayvanların arasına dalıp, kurikleri seviyor, belirli süre kuytu bir köşede oturup onları gözlemeye dalıyordu. 

Bir yerleşim bölgesiymiş burası. Hanları, hamamları, kiliseleri olan bir Ermeni kasabası! Babası öyle söylüyordu. Peki, ne olmuş sonra? Ne olmuş bu kasabaya böyle? 

Çocuk babasına soruyordu:
—Peki, Nerde bu insanlar şimdi? Bu insanlar çoğalmadı mı? Çocukları, torunları olmadı mı? Onlar nerede peki? 
Çocuğun sorduğu bu akıllıca sorulara, baba nasıl bir yanıt vereceğini kestiremiyordu.
—Bizim bahçemizde kilise var! Deli kilise! Oysa biz müslümanız! Bu bahçe nerden bizim oluyor? Satın mı almışız?
—Orasını bilemem. Ermeniler gidince, yani burayı terk edince bize kalmış sanırım!
—Hımmm!.. Terk edince! Peki, neden terk etmişler? Böyle güzel yer terk edilir mi? 

Baba içinden “Çocuk deyip geçme! Sorduğu sorulara bak!” diye kendi kendine konuşuyor, bir yandan da oğlunun gerçekten de zeki ve uyanık olduğunu düşünerek içini bir ferahlık ve coşku kaplıyordu. 

Çocuk, büyüdü gitti. 65 yaşına geldi. Babasını 1985’te kaybetti. Deli kilise, hâlâ öyle yıkılmadan bir şeylere isyan eder gibi, bir şeylere direnir ve bir şeyleri anımsatır gibi öyle, yıkılmadan ayakta duruyor. Pırıl pırıl yıldızlarla donanmış yaz gecelerinde damına serilmiş yün yataklarında uzanan bahçe sakinleri, Ergani ovasının tam ortasından akıp giden ışıl ışıl Kurtalan postasını, Kurtalan marşandizini, Kurtalan ekspresini gözlerken Makam dağının, küp kayaların, derinliklerinden yankıyan çocuk ve kadın ve insan feryatlarını duyarlar. 

Ellerindeki bohçalarla Ermeni çocukları, gelinleri, kızları, yağız delikanlıları ve yaşlıları Osmanlı askerlerinin ve görevli Türk-Zaza sivillerin gözetiminde gerile gerile koşarak kendilerini, ‘dibinin olmadığına inanılan ve öyle rivayet edilen’ karanlık kuyuya bırakırlar. Yankılanan haykırışları giderek hafifler... hafifler… hafifler ve sonunda duyulmaz olur. 


YAVUZ AKÖZEL
1.03.2012

(1) Hezan: normalden daha büyük, kalın ağaç.
(2) Göze: Kaynak suyunun çıktığı yer, kaynak.
(3) Hayma: Eğreti yapılmış, tek odadan ibaret kır evi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder