Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Mart 2012 Çarşamba

SABİT KEMAL BAYILDIRAN: Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü: Kemalettin Kamu







[Şiirimizde Lider Kültü ve Hamaset](*)

ÇANKAYA

Ebedi bir güneşle burada doğdu gazi,
Yaprak yığını gibi burada yandı mazi.

Burada erdi Musa,
Buradan uçtu İsa.
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter,
Şehit kanı buranın
Yapraklarında tüter.

Ne örümcek ne yosun,
Ne mucize ne füsun,
Kâbe Arabın olsun,
Çankaya bize yeter!
                 
 (Kemalettin Kamu, Hayatı, Şahsiyeti, Şiirleri, Haz. Rifat Necdet    Evrimer, İstanbul 1949, s.89)


Burası [Çankaya Köşkü], bu mütevâzı yuva; vakûr bir sükûnet içinde mu’azzam şimşekler, sâik’alar yaratan bir: “Garb cephesi Kumandanı”na aiddir…Burası kâinatda rûhları ulûhiyete îsâl eden son merhâle midir[tanrı katına gönderen son aşama mıdır] ? Büyük Gâzi… Büyük kahraman!...
                                   Şükûfe Nihal[1]

Kemalettin Kamu, Milli Edebiyat’ın elenen ilk şairlerindendir. Edebiyat tarihi niteliğindeki kitaplarda ona hiç yer verilmemiş, kimi kitapta adından söz edilip şöyle geçilmiştir. Ama bütün antolojiler ona yer vermiştir. Elbette Milli Edebiyat’ın öteki şairlerine de elenme sırası gelecektir; çünkü zamanın insafı yoktur. Öbürlerinin elenmesi, gündemden düşmesi için henüz vakit var. Milli Edebiyatçılar, iyi şair oldukları, estetik haz verdikleri için değil de resmi ideolojinin ve resmi estetiğin kurulmasına katkıda bulundukları için, bugünü anlamak noktasında okunması gereken kişilerdir.

İktidar ister savaşarak ister miras olarak ele geçirilmiş olsun, o hükümranlığın sürmesi için yönetilenlerin gözünde onun meşru kılınması gerekir. Yönetilenlerin meşru görmediği bir iktidarın kalıcı olması söz konusu değil. Bu nedenledir ki iktidarı ele geçiren güçler, hâkimiyetlerini kalıcı kılmak için yönetilenleri etkilemenin, onları kendilerine yabancılaştırmanın ideolojik mücadelesine soyunurlar. Bu mücadelede radyo, televizyon, okullar yanında özellikle sanattan, teknolojinin iletişimi bu kadar geliştirmemiş olduğu dönemlerde daha çok şiirden yararlandılar. Bunun için de şairleri kazanmağa çalışırlar. Yusuf Has Hacib’in,  şairlerin “dilinden kendini satın al” [2] derken işaret ettiği, bütün yönetenler tarafından dikkate alınmıştır. Muktedirlerin, kendilerini şairlerin dilinden satın almaları, ihsanlarla, iyi mevkilere getirmekle, mebus etmekle, kısacası refaha erdirip saygınlık bahşetmekle sağlanır. Böylece şiir aracılığıyla egemen ideoloji yeniden ürettirilir. Resmi ideolojiye karşı çıkanlar ‘din, millet’ kavramları kullanılarak kötülenir. Muktedirler göçüp gitseler de şairlerin övgüleri, yüceltmeleri uzun süre kalır. Muktedirlerin ideolojisi gönüllere ve beyinlere kazınır.

Muktedirlerin iktidarını tanımayanların, onaylamayanların başına binbir türlü gaile gelir. Mütenebbi’nin, Pir Sultan’ın, Nâzım’ın başına gelenler gibi…

Nâzım’la ilgili şu olay, muktedir-şair ilişkisine güzel bir örnektir:

Nazım Hikmet 1951’de Moskova’ya geldiğinde, Stalin [onu] huzura çağırtmış. Sanatçıların bulunduğu bir grup toplanmış Kremlin’de. Herkes yoldaş Stalin’in karşısında methiye düzmeye başlamış. Sıra Nazım’a gelince, “Yoldaş Stalin” demiş, “Sanatçıların sizin gibi bir büyük komünisti güneşe benzeterek övmesi bir hakaret değil midir? Bu dinlere özgü bir ritüeldir, komünizme değil.” demiş.  Etrafındakilerden bazıları, “Yoldaş Stalin bizim güneşimizdir!” diye slogan atarak isbat-ı vücut etmişler. Nazımın Stalin’le ilk ve son görüşmesi bu olmuş.[3]

Taşpınar söylemiyor ama, Stalin’in polisinin Nâzım’ın “bir kazaya kurban gitmesi” için planlar yaptığını Nâzım’ın şoförü yıllar sonra açıklamıştır.

Edebiyat tarihinde iki tür şair okunur: Birinci öbekte olanlar ‘büyük şair’lerdir. Bunlar, edebiyatta imzaları olan, estetik bir dünya yaratmış şairlerdir. Yahya Kemal, Ahmet Hâşim, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl gibi. Bir de ‘önemli şair’ler vardır. Bu kişiler estetik yönden bir değer yaratamamış; ama tarihin belli dönemecinde önemli yol açıcılardan olmuş, düşünsel ve estetik bir oluşumun, ilkel de olsa, başlatıcısı olmuş kişilerdir. Nâmık Kemal, Mehmet Emin, Ziya Gökalp gibi.  Kemalettin Kamu,  bu ki öbeğe de girmez. Hem önemli hem de büyük şair olamamıştır. Onun içindir ki onu ‘lider kültü ve şiir’ sorunsalı içinde değerlendirip öbür şairlerle bakışı açısından bu konuda ortak ve ayrışan yönlerine değinmek gereği duydum.

Kemalettin Kamu’yu okuyup ondan haz alma gereği duyulmamıştır ki “Çankaya” şiirini aldığım kitap  1946’dan bu yana bir daha yayımlanmamıştır. Kendisinden sonra şiir meydanına soyunanlar da onu olsa olsa çeşitli antolojilerde bulunan birkaç şiiriyle tanımıştır ki, bu da onlar için yeterlidir. Antolojilere alınan şiirler şunlardır: “İzmir Yollarından Son Mektup”(3), “Yeter ki”, “Gurbet”(8) , Hazan Yolcusuna” (2), “İrşad”(3), “Kimsesizlik”(7), “Çığıltı”, “Zaman İçinde (3)”, “Güz”, “Bingöl Çobanları”(5), “Gurbette Renkler”, “Seneler”(2), “Dumlupınar Yolunda”, “İzmir’e Tahassür”(2), “Kitabe”(2), “Gel Bahar”, “Akdeniz’den Geçerken”, “Bir Yolcuya”, “N’oldu?”, “Son”. [4]  Görüldüğü gibi sekiz antolojide yer alan şiirlerinin sayısı yirmi birdir. Zaten kısa ömründe 57 şiir  yazmıştır. Bu kadar az şiirinin olması, titizliğinden ya da şiir işçiliğine verdiği önemden kaynaklanmıyor. Kemalettin Kamu, şiire bir ‘aşk’ olarak değil de bir hobi olarak baktığından, düşüncelerini manzum biçimde dile getirmek istediğinden  -özgün bir düşüncesi de yok zaten-  bu kadar verimsizdir. Sözgelimi A. Hâlet Çelebi, az ama kuyumcu gibi üzerinde titizlikle çalışılmış ürünler vermiştir.

Görüldüğü gibi sekiz kez seçilen “Gurbet” şiiri en beğenilen şiirdir ve ona “Gurbet Şairi” unvanını kazandırmıştır. O şiirin  “Ben gurbette değilim/ Gurbet benim içimde!” dizeleri içedönüklüğün simgesi haline dönüşmüş, Hilmi Yavuz’un “çöl ve sorular” şiirine “niye ben çarmıhta değilim/ çarmıh benim içimde?” biçiminde sızmıştır.

Aslında Kemalettin Kamu’yu en iyi temsil edecek şiirler “Gurbet”,”Kimsesizlik” gibi, yapay da olsa ‘hüzün içeren’ şiirlerdir; her ne kadar içerdikleri hüzün sahihlik taşımıyorsa da.

“Çankaya” manzumesi hiçbir genel antolojide yok. Atatürk şiirleri gibi tematik antolojilerde sadece Vecihi Timuroğlu’nun Atatürk Şiirleri’nde[5]  var. Bu manzumenin tematik antolojilerde yer almamış olması da düşündürücü. Kemalistler bu manzumeyi görmezlikten gelirken, İslamcılar  bu şiirde dile gelen zihniyeti “Atatürk’e bir ilahın özelliklerini vermeğe” kadar gittiği için eleştirirler. [6]

Bir bölüm sosyalist, Kemalizmi bir aydınlanma hareketi olarak gördüğü için,  bu gibi şiirleri görmezlikten gelir.Türkiye sosyalist hareketinin kurucuları da İttihatçılıktan gelme olduklarından, Kemalizmle ortak bağları olmuştur. Bu nedenle Türkiye sosyalistlerinde ‘milliyetçilik’ çok belirgindir. Bu da Kemalizmin sosyalistlerce sorgulanmasını, İdris Küçükömer’in  Düzenin Yabancılaşması’na[7] kadar erteletmiştir.

“Çankaya”, lider kültü oluşturmada önemli bir dönemeç içinde yer alır.

Manzumenin hangi tarihte, nerede yayımlandığını bulamadım. Antolojisine şiirleri  yayımlanış sırasıyla almağa çalıştığı için Vecihi Timuroğlu’na bakarsak “Çankaya” 1933-1935 arasında yani Atatürk sağ iken yazılmış.

 Atatürk’ün adının geçtiği ilk manzume Mehmet Emin’in 15 Eylül 1915 tarihli, Devlet’in Birinci Dünya Savaşı’nda cephede savaşan askerlerin moralini yüksek tutmak için sipariş ettiği Ordunun Destanı’dır. Burada  tanrısallaştırmanın  hiçbir işareti yoktur. Bu uzun manzumenin bir dizesinde, “Ey Mustafa Kemallerin aziz eri!” dizesinde Atatürk’e bir atıf vardır ki bu atıfta bütün komutanlar Mustafa Kemal adı altında toplanmıştır ve ‘aziz’ (muhterem, saygın) sıfatı mensubiyetinden dolayı ere verilmiştir.

Yahya Selim’in “Sakarya Güneşi” adlı şiiri, Sakarya Muharebesinin yıldönümünde, 10 Temmuz 1922’de yayımlanır. Bu  manzumede de   Milli Mücadele’nin  dinsel bir açıdan yorumlandığı bellidir:

Edirne tepeleri
O zamandan beri titrer,
Ne zaman Türk askeri
Kurtaracak bizi der.

O günden beri yaşar
Dillerde “Kemal” adı,
Duyunca ruhum taşar
Kırılmasın kanadı…

Görüldüğü gibi, Kemal, bir kuşa benzetilerek istiareye (eğretileme) başvurulmuştur. Ama şiirde “Kur’an, tekbir, hutbe, ezan, Allah” gibi dinsel kavramlar kullanılmasının nedeni, ‘milli’ sözcüğünün henüz ‘ulus’ anlamında kullanılmadığını, hâlâ ‘aynı dinden olanlar’ anlamını taşıdığını göstermektedir.  Bu süreçte ‘Allah’ sözcüğünün nasıl anlam değiştirdiğini manzum örneklerle göreceğiz.

Samih Rifat, 1922’de yazdığı “Akdeniz Kıyılarında” manzumesini şu dörtlükle bitirir:

Yürü ey şanlı Gazi!
Kılıcı kanlı Gazi!
Meriç seni bekliyor
Büyük unvanlı Gazi!

İzmir’in kurtuluşu, Yahya Selim’de, Samih Rifat’ta ve Ziya Gökalp’te Edirne’nin kurtarılması konusunda istek ve heves uyandırıyor. Her üç müteşairin Edirne’den bahsetmesi, henüz Edirne’nin işgal altında oluşundandır. O koşullarda hiçbiri Edirne’nin ötesini vatan olarak görmüyor.

Samih Rifat’ın dörtlüğünde de Atatürk için abartılı sıfatlar henüz kullanılmamış, militer sıfatlarla yetinilmiştir.

Ziya Gökalp, Yunan’ın Anadolu’dan kovulmasını 1922’de İzmir’in kurtarılmasından hemen sonra “Ak Destan”, “İzmir Bayramı”, “İngiliz’e”, “İzmir’de” manzumelerinde kutlar.  Gökalp, ideologu olduğu İttihatçıların Almanlarla işbirliği edip emperyalist paylaşım savaşı çıkarmış olmasını unutup aslında Birinci Dünya Savaşı’nın bir devamı olan Milli Mücadelede suçu yalnız bir emperyaliste yükler. “İngiliz’e” manzumesinde şöyle diyecektir:

Hep senin yüzünden dökülen kanlar
Yakılan şehirler, yok olan canlar.

Çek pis ayağını bu pâk ülkeden,
Çekil kerbelâdan, Hind’den, Mekke’den..

Uyandı İslâm’da eski imanlar,
Verdiler el ele hep Müslümanlar.

Ziya Gökalp, mefkûresinden uzaklaşıp pragmatik olarak  ‘İslam ittihadı’ndan bahsetmekte, Alman emperyalizmine sevgiyle bakan ideolog, İngiliz emperyalizmine ateş püskürmektedir.

Öteki üç manzumede de  Atatürk’ün adı geçmez. Gökalp “İzmir Bayramı”nda:

Halk bildi kurtaran kim hayatını,
Onun şerefine bayram yapıyor.
Orduya arz edip tebrikâtını
Tebrikler alıyor, Hakk’a tapıyor..

dizeleriyle kurtarıcı olarak ‘ordu’yu gösteriyor. Böylece ‘başbuğ’un kim olacağı konusunda henüz net bir kanaate varmadığını da ortaya koymuş oluyor. Manzumelerde adı geçen tek kişi, Kemalist kişilerce “yaşadığı her dönemde Amerikan mandasını savunan ve gerçekleşmesi için çaba gösteren” sözleriyle nitelenen, [8]  Sultanahmet mitinginde kürsüde yaptığı işgal karşıtı konuşmayla ünlenen “Mitingin reisi Halide Hanım”dır.

Gökalp, 1922 Ekiminde yazdığı “İstida” manzumesinde Atatürk’ten ileride yapacağı inkılapları talep etmekte,  Kemalizmin bir çeşit programını çizmektedir. “Sen dâhisin,buna çoktan inandık/ Mefkûresiz rehberlerden pek yandık…” derken, daha önce  yazdığı “Enver Paşa” manzumesindeki ‘iradeli, imanlı, müceddit, mübeşşer” sıfatlarını Atatürk’ten esirger. “Arş’tan sana ya ilâhî bir müjde/ Verilmişti, yahut kudsî bir ferman.” sözleriyle yücelttiği Enver Paşa’nın gökten kutsal bir emir alan bir çeşit peygamber gibi nitelenmesi, ileride Atatürk övgülerini daha yükseklere çekecektir. (Celal Sahir Erozan,”Niyazi’ye”nin ilk dizesinde İttihatçıların dağa çıkıp darbeyi başlatan Resneli Niyazi’si için 1912’de “Sen ilk önce Resne’nin dağlarında parladın, ey güneş!” diyecektir. Bu, Mustafa Kemal’den önce doğan ‘güneş’tir.)

Mustafa Kemal’i övmede şairler abartıda, çok eleştirdikleri   Osmanlı kaside şairlerini geçerler. Yüceltmeler, Osmanlı şairlerinin kullanmaktan hicap duyacakları kavramlara, ‘Güneş’ten, ‘ilâh’a, oradan da ‘Allah’a varır .

Kişinin tanrılaştırması, ilk çağlarda bolca vardı. Eski Mısır’da firavunlar aynı zamanda Tanrı’ydılar. Daha sonraları bu, ‘Tanrı’nın oğlu’ durumuna indirgendi. Avrupa tarihinin bize de yerleştirdiği bölünüşe göre, Orta Çağın başında kurulan Göktürklerin diktikleri anıtlardan Kültigin Anıtında “tengriteg tengride bolmış türk bilge qağan bu ödke olurtum” denilmektedir.[9] Tek Tanrılı dinlerin doğup geliştikleri bir dönemde Kültiğin’in kendisini ‘tanrıdan doğmuş” olarak tanımlaması, Türk tarihinin ‘geç kalmışlık’ının ilginç bir işaretidir.

Tanrısal nitelik yakıştırma,  İslam heterodoksisinde  bolca vardır. Ama bu tanrılaştırma, yenidendoğuş (incarnation) değildir; Tanrı’nın bir zâta hulûlüdür. Bu kişi, Tanrı’nın kendisi değil, Tanrı’nın kendisinde hulûl ettiği kişidir. Oysa Cumhuriyet’in şairleri, hulûl’den söz etmiyorlar, Atatürk’ün bizzat Tanrı olduğunu söylüyorlar.

Faruk Nafiz’in 1922 tarihli olduğu belirtilen[10] “Çankaya” şiiri “Bu hıyaban ebediyet yoludur,/ Gider Allah’a kadar buradan ucu”  diye başlar ki, bu, şiirin 1922’de yazılmış olmasını yalanlıyor. Çünkü Atatürk’ün ‘Tanrı’laştırılma süreci, onun 1923’te İkinci Grubu tasfiye edişinden sonra başlar.. Atatürk, 4 Mart 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükûn yasasıyla bütün muhaliflerini, farklı sesleri tasfiye  ettikten, erkin bütününü elinde topladıktan  sonradır ki şairler onu yüceltme yarışına girerler. [11]  Abdülhak Hâmit Tarhan bile 1927’de “Büyük Gazi’ye” manzumesinde  “Kâinatlarda tecelli buyuran/ Halik’in sende haysiyyeti var.” diyebilmekte, Atatürk’te Hâlik’in (Yaratıcı) haysiyetini (şeref, itibar, değer) bulurken, onu Tanrı’nın yerine koymuyor; onda Tanrısal özellik olduğunu belirtmiş oluyor. Aynı yıl Yusuf Ziya Ortaç yazdığı “Gaziye Tarih” manzumesinde “Sözü halkın dilidir, gözleri hakkın ateşi/ O güneş yüzlü, güneş sözlü, güneşler güneşi” diye yazarken ‘hak’ sözcüğünü büyük harfle kullanmaz; Atatürk’ün yüceltilmesi o yılda henüz ‘güneş’e kadardır.( Anayasa’daki “Devletin dini Din-i İslamdır” cümlesi Nisan 1928’de çıkarılacaktır.) Fakat  Faruk Nafiz’in, Ekim 1933’te yazdığı ikinci “Çankaya”da “Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden/ Taptığımız ne varsa hepsi ondan şeklaldı.”  dizeleri rahatça söylenebilir hale gelmiştir.

İlginçtir, gerek Faruk Nafiz’in iki şiirinde gerekse  Kemalettin Kamu’nun şiirinde “Çankaya” düz anlamda kullanılmış, şairler mürsel mecaza (ad aktarması) başvurmamışlardır. Gerçi Faruk Nafiz “Bu sular Kevser, bu ağaçlar Tûba” dizesiyle  İslam’ın cenneti olarak betimleyip mekânı kutsallaştırmakla yetinirse de bu mekânı Kemalettin Kamu derecesinde kutsallaştırmaz.

Atatürk hakkında yazılmış manzumelerden şiir katına yükselebilmiş çok az eserin sahiplerinden biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca, henüz askeri lise öğrencisiyken (1933) yazdığı “Kahraman”da “Kutlu bir Tanrı oldun güzel Anadolu’da.” diyecektir.

Atatürk’e hece ölçüsüyle yazılan şiirlerde şairler Reaya şiirini bilmediklerinden, Rıza Tevfik Bölükbaşı da fiilen yasak olduğundan, Türkçenin hecedeki inceliklerini yakalayamamışlardır. Oysa Kamu, “Çankaya”yı yazdığında Necip Fazıl’ın “Bu Yağmur”u yayımlanmıştı. Bu, Kamu’da Türkçe duyarlığının da zayıf olduğunu gösteriyor.

  Geleneğe yaslanmak isteyen, ama onu yeniden üretip bir üst dereceye sıçratamayan Behçet Kemal Çağlar, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine  özenerek “Bizim Mevlût”ü yazarken manzumeye verdiği adla Süleyman Çelebi’ninkini ‘onların mevlût’ü durumuna düşürür. Böylece cumhuriyet elitleri ile halk arasında bir mesafe yaratır. Manzumenin “Mevlid”in  ‘merhaba’ bahrini taklit ettiği bölümde:

 Merhaba ey yükselen güneş Anafarta’dan!
Merhaba ey kurtaran Türklüğü bin vartadan!
Merhaba ey Türklüğe alın yazısı yazan!
Merhaba Dumlupınar, Sakarya, İzmir, Lozan!

biçiminde incelikten yoksun bir dil kullanacak, hecenin mekanik sesi ve kulak tırmalayan uyaklarla manzumeyi sürdürecektir.

Aka Gündüz, 4.1.1934’te CHF’nin resmi yayın organı Hâkimiyet-i Milliye’de İslam’ın Tanrı için söylediği sıfatları, mebus seçildikten kısa bir süre sonra, Mustafa Kemal için sıralayacaktır: Her yerde Atatürk, Yerde O! Gökte O! Denizde O! Yokda O! Her şeyde O! (…) Biz sana tapıyoruz! (…) Varsın, Teksin, yaratansın!

Yakın Dostu R. Necdet Evrimer “Kemalettin Kamu şairlerimizden Fuzûliyi, Nedimi, Yahya Kemal Beyatlıyı, Faruk Nafiz Çamlıbeli çok severdi; Yahya Kemal için ‘Bize şiirin mimarisini  öğreten büyük şair’ derdi. Genç şairlerden Behçet Kemal Çağları ve Ahmet Muhip Dranası da takdir ederdi.” [12] diye yazıyor. Faruk Nafiz ve Behçet Kemal dışında kalan o büyük şairlerden Kemalettin Kamu’nun hiçbir şey kapmadığı çok açık. Kemalettin Kamu’nun “Hicret” manzumesi buram buram “Han Duvarları” kokuyor:

Bütün gece yol alırken tehlikeler içinde,
Ellerimi unutmuşum  kardeşimin dizinde.
Arkamızda kayboluyor beldemizin bağları,
Arkamızda beyaz başlı Anadolu dağları
Sanki: gece yolcuları gitmeyiniz, diyordu.
Arkamızda bizim gibi gurub eden bir ordu!
Arkamızda neler yok ki dokunmasın insana,
Viran bir köy önlerinde indik eski bir hana.

“Hicret” manzumesi 1925’te yayımlanan “Han Duvarları”daki pürüzsüz dilin seviyesine bile ulaşamamıştır. Şair, ayrıca  ‘ön’ sözcüğünü çoğul kullanarak dil yanlışı yapmıştır.

Kemalettin Kamu’nun “Çankaya”sında, öbür şiirleri gibi,  şiir geçmişimizden hiçbir iz yoktur. 1935-1938 yılları arasında Paris’te Anadolu Ajansı muhabiri olarak bir yandan siyasi bilimler okuluna devam etmesi, Fransızca’sının gelişmesine katkıda bulunmuşsa da,  Mallermé’den başta  “Deniz Matemi” olmak üzre üç şiir  çevirmesine rağmen,  Kemalettin Kamu’nun manzumelerinde, Fransız şiirini okuduğuna dair hiçbir işaret yoktur.

Ebedi bir güneşle burada doğdu Gazi,
Yaprak yığını gibi burada yandı mazi.

Manzumenin bu ilk iki dizesi 14’lü hece ile, öbür dizeler ise yedililerle yazılmış. Şair, ilk iki dizeyi musammat gazel gibi yazsaydı,  o dizelerin her birinin iki 7’li okunmasıyla manzume bir zenginlik  kazanabilirdi. Kemalettin Kamu’nun manzumede iki farklı ölçü kullanması, 1933’lerde hecenin tıkandığını, tıkanıklıktan farklı ölçüler kullanılarak çıkılmak istendiğini gösterir.

Kamu, Çankaya’yı önemsetmek için işaret zamiri ‘bura’yı altı kez kullanıyor. Şaire göre, Atatürk’ü Atatürk yapan ‘bura’sıdır. Şairin ilk dizede ‘güneşle’ sözcüğünü ‘güneşle birlikte’ mi, ‘güneş aracılığıyla’  anlamında mı kullandığı pek belli değil. Burada güneşi ‘düşünce’ olarak yorumlamak istesek, ebedi düşüncenin Çankaya’da doğduğu anlamını çıkarmak zorunda kalırız. Oysa Atatürk’ün düşünsel birikiminin önemli bir bölümünün Selanik’te gördüğü ve imrendiği Yahudi burjuvazisinden, Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’ten kaynaklandığını biliyoruz. K. Kamu’nun bunu bilmemesi mümkün değil. Kemalettin Kamu ‘güneş gibi’ demek istemişse de ölçü belasına ‘güneşle’ demiştir sanıyorum.

Benzetme sanatı , zayıf özelliği olanın, sözü etkili kılmak için, özelliği daha güçlüye benzetilmesi yoluyla yapılır. İkinci dizede ‘mazi’nin yanmasını ‘yaprak yığını’na benzetmenin anlatımı etkili kıldığını söylemek çok zor. Kaldı ki yapraklar için için yanar, oysa mazinin  yanması için için değil, açık açık olmuştur. Kaldı ki Kamu, benzetmeyi okurun imgelemini zenginleştirmek, böylece manzumeyi şiir katına çıkarmak için değil, ‘benzetme için benzetme’ olarak yapmıştır. Sözgelimi “Engin Hatıralar” manzumesinde “Enginde gün batıyor suların süsü gibi” benzeri gereksiz benzetmelere başvurur. 

Atatürk ve arkadaşlarının hayata geçirdikleri düşüncelerin çoğu 1908 sonrasında İttihatçıların yapmak isteyip de yapamadıklarıdır. Kemalist terminolojide ilk başlarda ‘Osmanlı’ teriminin hiç de olumlu olmadığını biliyoruz. Yeni kurulmuş bir rejimin, köklerini derine salmadan Osmanlı’yı olumlaması beklenemez. Ama Osmanlı’yı bir kenara bırakıp Orta Asya’ya yönelerek kendisine bir geçmiş araması, oluşturulmak istenen ulusal kimliği sorunlu kılmış, bir süre sonra Devlet, Osmanlıyı olumlamak zorunda kalmıştır.

Kemalettin Kamu, Çankaya’yı yüceltmek için orayı Sina Dağına, Golgotha Tepesine benzetmiştir. 1928’de Anayasa’dan “Türkiye Devleti’nin dini İslam dinidir.” maddesi çıkarıldığında Cumhuriyet’in elitlerince bu dinin yerine yeni bir kutsallık koyma gereği duyulmuştur. “Çankaya” manzumesi, bu yeni kutsalı yerleştirmek için yazılanlardan biridir. İslam inancına göre Musa Peygamber  Sina Dağı’nda Tanrı’yla görüşmüş, ondan ‘on emir’i almıştır. Öyle ise Çankaya’ya gidenler, Cumhuriyet’in tanrısından emir alacaklardır. Golgotha ise Hıristiyanlığa göre İsa Peygamberin çarmıha gerildiği, İslam’a göre ise göğe uçtuğu yerdir. Çankaya tepesinin  dinsel bakımdan kutsal sayılan bu iki tepeyle eşleştirilmesi, yıkılmak istenen dinselliğin yerine başka kutsallığın yerleştirilmek istendiğinin göstergesidir.

1921’de Hâşim, kahır Sina’sından söz ederken dinsel bir göndermeden çok, şiirsel bir yük sağlamak istiyordu. Kemalettin Kamu ise ilişkiyi faydacı bir anlayışla kuruyor.

Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter

Yukarıdaki dizelerde ‘varsa’ sözcüğünün yarattığı müphemiyetle, şairin orada bülbülün neden kesinlikle bulunabileceğini söyleyememiş olması ilginçtir. Takrir-i Sükûn dönemini yaşamış bir şairin ‘hürriyet’ sözcüğünü göğsünü gere gere cesurca söyleyemediği, inanmadığı bir şeyi dolaylı bir biçimde dile getirdiği görülüyor.

“El konulmuş bir Ermeni arsasına inşa edil”en [13] Çankaya Köşkü ile ‘şehit kanı’ arasında şairin bağ kurması, düşünülmeden  söylenmiş, çala kalem bir söz olsa gerek. Çünkü ‘düşman’ hiçbir zaman Çankaya’ya kadar gelmemiştir.

Son kıtanın ilk iki dizesinde şairin nasıl bir iletisi var, belli değil. Zaten nesir olan bu dizeleri nesre dönüştürürsek (!) “Ne örümcek, ne yosun, ne mucize ne füsun” (istiyoruz.). biçimini alır. Haydi “örümcek”i Kemalizmin  modernizme engel olarak gördüğü ‘irtica’ diye yorumladık diyelim, ‘yosun’un burada uyak olmaktan öte ne gibi bir işlevi olabilir? Şair neden yosunu reddetmiş, yosunun varlığı ne gibi bir sakınca taşır?  Haydi ‘mucize’, peygamberlerin gösterdiği olağanüstü olaydır; füsun, büyü, sihirdir; pozitivizm adına bunlar reddedilebilir. Bunların arasına “Kâbe” de konabilir. Pozitivizm adına bunlar reddedilirken onların yerine kutsallaştırılan başka bir merkez, Çankaya nasıl konabilir? Cumhuriyet’i bir ‘aydınlanma’ hareketi olarak görenlerin bu konuda düşünmeleri gerekir.

Kâbe Arabın olsun
Çankaya bize yeter

 Bu manzume son iki dize için yazılmıştır.  Şair, bir şiir yazmak için değil, bir bildiri yazmak için ölçü ve uyağı kullanmıştır! Bu dizelerle, kendisini devletin önemli bir kurumunun başına getiren, Fransa’ya gönderen Devlet’in kurucusuna minnet borcunu öderken, daha sonra kendisine  Rize mebusluğu ve Erzurum milletvekilliği  yolunu açacaktır.

Cumhuriyet elitleri kendi aralarında İslamiyet’i eleştirirken, onu pozitivist bir yaklaşımla değerlendirirken, halkın karşısına geçtiklerinde “Biz de Müslümanız.” söylemine sarılmışlardır. Bu da Cumhuriyet’in yetiştirdiği burjuvazinin çok güçsüz oluşundan kaynaklanmaktadır.

Kemalettin Kamu’nun “Kâbe Arabın olsun/ Çankaya bize yeter”e gelmesi, aşağı yukarı on beş yılı bulur. Milli Mücadele toparlanırken “Türk’ün Duası”nda:

Sarmış matem boraları,
Saz benizli ovaları,
Boynu bükük yuvaları
Sen himaye et Yarabbi!

derken, o kötü günlerde Tanrı’dan koruma istemektedir. “İstiklâl Ordusu Şehitlerine”de “Zemzem kutsiyeti var her damla kanınızda” diyen Kamu, Milli Mücadeleden sonra, Tanrı’ya şükretmeyi sadece ‘köylü’ye bırakır. “Memiş’ten Güllü’ye” manzumesinde şöyle der:


Yazdığın mektubu sevinçle aldım,
Şükrettim Allaha pek çok sevgilim;


Kemalettin Kamu’daki bu değişim, Cumhuriyet’in sekülerleşmesine paralel gitmektedir. Bu süreçte ‘din’ yerine, ‘milliyet’ ikâme edilmekte, Arap’a ait olduğu söylenen İslamiyet’in yerine Çankaya ve mûkimi kutsallaştırılmaktadır. Bunda Devlet törenlerine, okullara ve özellikle şiire büyük iş düşmektedir.

Kemalettin Kamu’da dil bilinci olmadığını söylemiştik. Hemen hemen Milli Edebiyatçıların hepsinde görülen ‘doldurma’ya (haşiv) Kemalettin Kamu’da çok sık rastlanır. Bunda ölçüyü tutturma kaygısı kadar, süslü laf etme kaygısı da rol oynar:

“İzmir Yollarından Son Mektup”ta şehitlik bekleyen bir er, annesine mektup yazmakta ve şöyle demektedir:

Söyle Hacer’e o da
Hakkını helal etsin,
Gönülcüğü dilerse
Başkalarına gitsin..

derken  ‘başkasına’  sözcüğü yerine ‘başkalarına’ derken neyi söylediğinin farkında bile değildir. “İzmir’i Tahassür”de:

O bağlar nerde, bahçeler nerde?
……….
Şimdi bir kuş olsam, kanadım olsa,

dizelerinde  siyah dizdiğim sözcükler atılsa, manzume hiçbir şey kaybetmez. ‘Kuş olma’ dileği, kanatsız kuş olmadığı için ‘kanadım olsa’yı gereksiz kılmaktadır. “Seneler” manzumesinde ise bir dize bütünüyle gereksizdir:

Başıma ak düştü geçen baharla,
Kalbim kafam gibi örtülü karla,

dizelerinden birincisi atılsa, manzumede anlam daralması olmaz! Ayrıca olumsuz tınısı olan ‘kafa’ yerine baş sözcüğünü kullansaydı, dize daha munis olurdu.

Sindirilmemiş, inceltilememiş, kaba bir şovenizm, Kemalettin Kamu’nun manzumelerinde sırıtacak derecede öne çıkar. “Memiş’ten Güllü’ye”de “Yunanlı kudurmuş, ya olmuş deli,/Kazıyor mezarın derin sevgilim.”  derken  olaya emperyalizm açısından bakmadığı, konuyu etnik bir sorun olarak gördüğü açıktır. ‘Yunanlı’daki –li ekinin gereksizliği bir yana ‘ya’ bağlacının yanlış kullanılması da söz konusu.

Milli Mücadele’nin Birinci Dünya Savaşı’nın bir parçası olup olmadığı, antiemperyalist mi antikolonyalist mi olduğu uzmanlarca tartışılmalıdır. Yön hareketine kadar resmi tarihlerde antiemperyalist tavır görülmez. Nitekim Nâzım, Kemalettin Kamu’nun  “Çankaya”yı yazdığı yıldan birkaç yıl sonra kaleme aldığı Kuvâyi Milliye’de şöyle diyecektir:

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.
Nurettin dedi ki: “Teselyalı Çoban Mihail,”
Nurettin dedi ki:”Seni biz değil,
                             buraya getirenler öldürdü seni…”

Nâzım, Yunan askerini suçlu olarak değil, bir mağdur olarak tavsif etmiş oluyor. Çünkü emperyalizm onu Anadolu’ya getirmiştir. Onun içindir ki Nâzım, sınıfsal olarak sahip çıktığı ‘Çoban’a acımaktadır.
Anadolu’ya göz diken Yunan’ı suçlayan Kemalettin Kamu, “Akdenizden” manzumesinde  Yunan topraklarında gözü olduğunu açıkça söyler. ‘Ulus devleti’ savunan Kamu, başkasının ulus devletine saygı göstermez:

Havada bir dost eli okşuyor derimizi,
Boynu bükük adalar tanıyor sanki bizi,
İçimize çevirip nemli gözlerimizi
Geçtik yabancı gibi yakınından Rodos’un.

Bu dizelerin altında yatan zihniyetin nasıl bir şey olduğunu anlamak için ‘Rodos’ sözcüğü yerine ‘İzmir’i koymak, bu kıtayı bir Yunan şairinin yazdığını  düşünmek gerekir.
Yahya Kemal’in, bir Balkanlı olarak, atalarının şimale doğru akınlarını  özlemle yad etmesi anlaşılır bir şey; ama Anadolulu olan Kemalettin Kamu’nun “Tuna” manzumesinde “Buradan döneli bizim ordular,/ Akmıyor, yerinde duruyor sular,” demesi  de işgalci Yunan’ı aşağılayan bir kişi için önemli bir çelişki.

Kemalettin Kamu’nun edebiyatımızın gündeminden düşmüş olduğunu belirtmiştik. Turgut Uyar, Papirüs’te yazdığı Kemalettin Kâmi Kamu’nun “Kimsesizlik” şiirini yorumlamasında, o, şair hoşgörüsü ve sevecenliğiyle  şöyle diyecektir:

Kemalettin Kâmi kamu, yeteneği boşa gitmiş bir şairdir. Daha iyi söylemek gerekirse, kendisine, yaratılışına uygun olmayan bir döneme rastlamış bir şairdir. İncedir, kırık gönüllüdür, incinmelerin ve gurbetin şairidir, kenarlara, kuytulara çekilmenin ve bunları en güzel söylemenin şairidir aslında.Ne var ki bir savaş dönemine rastlamıştır yaşamı. [14]

Turgut Uyar’ın değerlendirmesine katılmak mümkün değil. Dil bilinci olmayan bir kişinin şair olması mümkün değildir. Gerçi Uyar aynı yazıda “taşıdığı bütün acıya, bütün özveriye karşın yetersizdir şiiri.” Demekten geri kalmamakta, Kamu’nun melodramının yapaylığına  işaret etmektedir. Uyar’ın sevecenliği Kamu’nun naifliğinden kaynaklanıyor!

Kemalettin Kamu, şiiri ciddiye almamış bir kişidir.

SABİT KEMAL BAYILDIRAN


(*) Editörün Notu
[1]  “Ankara”, Kadın Yolu dergisi, S. 1,  16 Temmuz 1925’ten alıntılayan Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılap, Metis Yayınları, İstanbul 2003, s.233
[2]  Kutatgu Bilig, Çeviren: Rahmeti Reşit Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994, 6.Baskı, s.316
[3]Suat Taşpınar, “Yoldaş Stalin’in Ardından”, Yeni Yüzyıl gazetesi, 6 Mart 1998
[4]  Parantez içindeki sayılar, künyesi belirtilen antolojilerde o şiirin kaç defa yer aldığını göstermektedir. Sabahattin Batur, Yeni Şiirimiz, Varlık Yayınevi, İstanbul 1965, İkinci basılış; Yaşar Nabi, Yeni Türk Şiiri Antolojisi, Varlık Yayınları, İstanbul 1962, dördüncü baskı; Asım Bezirci, Dünden Bugüne Türk şiiri Antolojisi, May Yayınları, İstanbul 1968; Mehmet Çetin, Tanzimattan Bugüne Türk Şiiri Antolojisi I, Birleşik Dağıtım-Kitabevi, İstanbul 1991;  Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk şiiri Antolojisi, İstanbul 1970, 3. Baskı;  Şairlerin Seçtikleri, Düzenleyen: Ümit Yaşar Oğuzcan, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1974, 2. Baskı; Memet Fuat, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi, Adam Yayınları, İstanbul 1985; Ataol Behramoğlu, Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1987; Mehmet H. Doğan, Yüzyılın Türk Şiiri I, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001;  Cansever Eyüboğlu, Çağdaş Türk Edebiyatında Unutulmayan Şiirler Antolojisi, S’imge Kültür ve Edebiyat Yayınları, İstanbul 2004, 8.Basım
[5]  T.C. Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi, Ankara 1993, s. 64, Timuroğlu şiirin ilk iki dizesini almamış.
[6]  Bkz. D. Mehmet Doğan, Batılılaşma İhaneti, Dergah Yayınları, İstanbul 1978, 4. Baskı, s.40
[7]  Ant Yayınları, İstanbul 1969
[8]Şenol Dedeoğlu, htt:wwww.turksolu.org/115/dedeoğlu 115. htm
[9]Sencer Divitçioğlu, Kök Türkler’de (Ada Yayınları, İstanbul 1987) bu satırı günümüz Türkçesine şu şekilde aktarmaktadır: “Tengri gibi, Tengriden olmuş Türk Bilge Kağan bu zamana –bu kağanlık mevkiine oturdum- hüküm sürdüm.”  (s.119)
[10] Bk. Faruk Nafiz Çamlıbel, Heyecan ve Sükûn, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1959, s.150. Çamlıbel her ne kadar şiirin altına 1922 yılını yazmışsa da,  Behçet Necatigil, Atatürk Şiirleri antolojisinde bunu inandırıcı bulmamış olmalı ki şiirin altına İleri gazetesi, 1922 notunu düşerken yanına haklı olarak (?) koymuş. (TDK Yayınları, Ankara 1963, s.4) Vecihi Timuroğlu ise aynı notu düşmüş ama (?) işaretini koymamıştır. (Atatürk Şiirleri, T.C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1994, s.37)
[11]   (Prof. Dr.) Mete Tunçay durumu şöyle değerlendiriyor: “Cumhuriyetin ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim 1923 sembolik olarak tabi önemlidir ama… Cumhuriyetin ilanın bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur.  Ama Takrir-i Sükûn’un üç gün öncesiyle üçgün sonrası arasında dehşet bir fark vardır.
        Bu kanunun uygulanmasıyla her şey, bütün hayat değişiyor. Cumhuriyet’in kimliği belirleniyor. Meclistekiler kuzu gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükûn öncesinde daha özgürlükçü olan Cumhuriyet, Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra diktatoryal bir cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapan bir basın varken, gazeteciler Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor.
 Taraf gazetesi, 3 Mart 2010, s. 9
[12]   Rifat Necdet Evrimer, Kemalittin Kamu Hayatı Şahsiyeti ve Şiirleri, İstanbul 1949, s. 22
[13]Ayşe Hür, “Ermeni mallarını kimler aldı?”, Taraf gazetesi, 02/03/2008
[14]   Bir Şiirden, Ada Yayınları, İstanbul, 1983, s. 52; Korkulu Ustalık, Haz. Alaattin Karaca, YKY, İstanbul 2009, s. 625

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder