[Şiirimizde Lider Kültü ve Hamaset](*)
ÇANKAYA
Ebedi bir güneşle burada doğdu
gazi,
Yaprak yığını gibi burada yandı
mazi.
Burada erdi Musa,
Buradan uçtu İsa.
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter,
Şehit kanı buranın
Yapraklarında tüter.
Ne örümcek ne yosun,
Ne mucize ne füsun,
Kâbe Arabın olsun,
Çankaya bize yeter!
(Kemalettin Kamu, Hayatı, Şahsiyeti, Şiirleri, Haz. Rifat Necdet Evrimer, İstanbul 1949, s.89)
Burası
[Çankaya Köşkü], bu mütevâzı yuva; vakûr bir sükûnet içinde mu’azzam şimşekler,
sâik’alar yaratan bir: “Garb cephesi Kumandanı”na aiddir…Burası kâinatda
rûhları ulûhiyete îsâl eden son merhâle midir[tanrı katına gönderen son aşama
mıdır] ? Büyük Gâzi… Büyük kahraman!...
Şükûfe Nihal[1]
Kemalettin
Kamu, Milli Edebiyat’ın elenen ilk şairlerindendir. Edebiyat tarihi
niteliğindeki kitaplarda ona hiç yer verilmemiş, kimi kitapta adından söz
edilip şöyle geçilmiştir. Ama bütün antolojiler ona yer vermiştir. Elbette
Milli Edebiyat’ın öteki şairlerine de elenme sırası gelecektir; çünkü zamanın
insafı yoktur. Öbürlerinin elenmesi, gündemden düşmesi için henüz vakit var.
Milli Edebiyatçılar, iyi şair oldukları, estetik haz verdikleri için değil de resmi
ideolojinin ve resmi estetiğin kurulmasına katkıda bulundukları için, bugünü
anlamak noktasında okunması gereken kişilerdir.
İktidar ister
savaşarak ister miras olarak ele geçirilmiş olsun, o hükümranlığın sürmesi için
yönetilenlerin gözünde onun meşru kılınması gerekir. Yönetilenlerin meşru
görmediği bir iktidarın kalıcı olması söz konusu değil. Bu nedenledir ki
iktidarı ele geçiren güçler, hâkimiyetlerini kalıcı kılmak için yönetilenleri
etkilemenin, onları kendilerine yabancılaştırmanın ideolojik mücadelesine
soyunurlar. Bu mücadelede radyo, televizyon, okullar yanında özellikle
sanattan, teknolojinin iletişimi bu kadar geliştirmemiş olduğu dönemlerde daha
çok şiirden yararlandılar. Bunun için de şairleri kazanmağa çalışırlar. Yusuf
Has Hacib’in, şairlerin “dilinden
kendini satın al” [2] derken işaret
ettiği, bütün yönetenler tarafından dikkate alınmıştır. Muktedirlerin,
kendilerini şairlerin dilinden satın almaları, ihsanlarla, iyi mevkilere
getirmekle, mebus etmekle, kısacası refaha erdirip saygınlık bahşetmekle
sağlanır. Böylece şiir aracılığıyla egemen ideoloji yeniden ürettirilir. Resmi
ideolojiye karşı çıkanlar ‘din, millet’ kavramları kullanılarak kötülenir.
Muktedirler göçüp gitseler de şairlerin övgüleri, yüceltmeleri uzun süre kalır.
Muktedirlerin ideolojisi gönüllere ve beyinlere kazınır.
Muktedirlerin
iktidarını tanımayanların, onaylamayanların başına binbir türlü gaile gelir.
Mütenebbi’nin, Pir Sultan’ın, Nâzım’ın başına gelenler gibi…
Nâzım’la ilgili şu olay,
muktedir-şair ilişkisine güzel bir örnektir:
Nazım Hikmet
1951’de Moskova’ya geldiğinde, Stalin [onu] huzura çağırtmış. Sanatçıların
bulunduğu bir grup toplanmış Kremlin’de. Herkes yoldaş Stalin’in karşısında
methiye düzmeye başlamış. Sıra Nazım’a gelince, “Yoldaş Stalin” demiş,
“Sanatçıların sizin gibi bir büyük komünisti güneşe benzeterek övmesi bir hakaret
değil midir? Bu dinlere özgü bir ritüeldir, komünizme değil.” demiş. Etrafındakilerden bazıları, “Yoldaş Stalin
bizim güneşimizdir!” diye slogan atarak isbat-ı vücut etmişler. Nazımın
Stalin’le ilk ve son görüşmesi bu olmuş.[3]
Taşpınar
söylemiyor ama, Stalin’in polisinin Nâzım’ın “bir kazaya kurban gitmesi” için
planlar yaptığını Nâzım’ın şoförü yıllar sonra açıklamıştır.
Edebiyat
tarihinde iki tür şair okunur: Birinci öbekte olanlar ‘büyük şair’lerdir.
Bunlar, edebiyatta imzaları olan, estetik bir dünya yaratmış şairlerdir. Yahya
Kemal, Ahmet Hâşim, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl gibi. Bir de ‘önemli şair’ler
vardır. Bu kişiler estetik yönden bir değer yaratamamış; ama tarihin belli
dönemecinde önemli yol açıcılardan olmuş, düşünsel ve estetik bir oluşumun, ilkel
de olsa, başlatıcısı olmuş kişilerdir. Nâmık Kemal, Mehmet Emin, Ziya Gökalp
gibi. Kemalettin Kamu, bu ki öbeğe de girmez. Hem önemli hem de
büyük şair olamamıştır. Onun içindir ki onu ‘lider kültü ve şiir’ sorunsalı
içinde değerlendirip öbür şairlerle bakışı açısından bu konuda ortak ve ayrışan
yönlerine değinmek gereği duydum.
Kemalettin
Kamu’yu okuyup ondan haz alma gereği duyulmamıştır ki “Çankaya” şiirini aldığım
kitap 1946’dan bu yana bir daha
yayımlanmamıştır. Kendisinden sonra şiir meydanına soyunanlar da onu olsa olsa
çeşitli antolojilerde bulunan birkaç şiiriyle tanımıştır ki, bu da onlar için
yeterlidir. Antolojilere alınan şiirler şunlardır: “İzmir Yollarından Son
Mektup”(3), “Yeter ki”, “Gurbet”(8) , Hazan Yolcusuna” (2), “İrşad”(3), “Kimsesizlik”(7),
“Çığıltı”, “Zaman İçinde (3)”, “Güz”, “Bingöl Çobanları”(5), “Gurbette
Renkler”, “Seneler”(2), “Dumlupınar Yolunda”, “İzmir’e Tahassür”(2),
“Kitabe”(2), “Gel Bahar”, “Akdeniz’den Geçerken”, “Bir Yolcuya”, “N’oldu?”,
“Son”. [4] Görüldüğü gibi sekiz
antolojide yer alan şiirlerinin sayısı yirmi birdir. Zaten kısa ömründe 57
şiir yazmıştır. Bu kadar az şiirinin
olması, titizliğinden ya da şiir işçiliğine verdiği önemden kaynaklanmıyor.
Kemalettin Kamu, şiire bir ‘aşk’ olarak değil de bir hobi olarak baktığından,
düşüncelerini manzum biçimde dile getirmek istediğinden -özgün bir düşüncesi de yok zaten- bu kadar verimsizdir. Sözgelimi A. Hâlet
Çelebi, az ama kuyumcu gibi üzerinde titizlikle çalışılmış ürünler vermiştir.
Görüldüğü gibi sekiz kez seçilen
“Gurbet” şiiri en beğenilen şiirdir ve ona “Gurbet Şairi” unvanını
kazandırmıştır. O şiirin “Ben gurbette değilim/ Gurbet benim içimde!”
dizeleri içedönüklüğün simgesi haline dönüşmüş, Hilmi Yavuz’un “çöl ve sorular”
şiirine “niye ben çarmıhta değilim/
çarmıh benim içimde?” biçiminde sızmıştır.
Aslında Kemalettin Kamu’yu en iyi
temsil edecek şiirler “Gurbet”,”Kimsesizlik”
gibi, yapay da olsa ‘hüzün içeren’ şiirlerdir; her ne kadar içerdikleri hüzün
sahihlik taşımıyorsa da.
“Çankaya”
manzumesi hiçbir genel antolojide yok. Atatürk şiirleri gibi tematik
antolojilerde sadece Vecihi Timuroğlu’nun Atatürk
Şiirleri’nde[5] var. Bu manzumenin
tematik antolojilerde yer almamış olması da düşündürücü. Kemalistler bu
manzumeyi görmezlikten gelirken, İslamcılar
bu şiirde dile gelen zihniyeti “Atatürk’e bir ilahın özelliklerini
vermeğe” kadar gittiği için eleştirirler. [6]
Bir bölüm
sosyalist, Kemalizmi bir aydınlanma hareketi olarak gördüğü için, bu gibi şiirleri görmezlikten gelir.Türkiye
sosyalist hareketinin kurucuları da İttihatçılıktan gelme olduklarından,
Kemalizmle ortak bağları olmuştur. Bu nedenle Türkiye sosyalistlerinde
‘milliyetçilik’ çok belirgindir. Bu da Kemalizmin sosyalistlerce
sorgulanmasını, İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması’na[7] kadar
erteletmiştir.
“Çankaya”, lider kültü
oluşturmada önemli bir dönemeç içinde yer alır.
Manzumenin
hangi tarihte, nerede yayımlandığını bulamadım. Antolojisine şiirleri yayımlanış sırasıyla almağa çalıştığı için
Vecihi Timuroğlu’na bakarsak “Çankaya” 1933-1935 arasında yani Atatürk sağ iken
yazılmış.
Atatürk’ün adının geçtiği ilk manzume Mehmet
Emin’in 15 Eylül 1915 tarihli, Devlet’in Birinci Dünya Savaşı’nda cephede
savaşan askerlerin moralini yüksek tutmak için sipariş ettiği Ordunun Destanı’dır. Burada tanrısallaştırmanın hiçbir işareti yoktur. Bu uzun manzumenin bir
dizesinde, “Ey Mustafa Kemallerin aziz
eri!” dizesinde Atatürk’e bir atıf vardır ki bu atıfta bütün komutanlar
Mustafa Kemal adı altında toplanmıştır ve ‘aziz’ (muhterem, saygın) sıfatı
mensubiyetinden dolayı ere verilmiştir.
Yahya Selim’in
“Sakarya Güneşi” adlı şiiri, Sakarya Muharebesinin yıldönümünde, 10 Temmuz
1922’de yayımlanır. Bu manzumede de Milli Mücadele’nin dinsel bir açıdan yorumlandığı bellidir:
Edirne tepeleri
O zamandan beri titrer,
Ne zaman Türk askeri
Kurtaracak bizi der.
O günden beri yaşar
Dillerde “Kemal” adı,
Duyunca ruhum taşar
Kırılmasın kanadı…
Görüldüğü
gibi, Kemal, bir kuşa benzetilerek istiareye (eğretileme) başvurulmuştur. Ama
şiirde “Kur’an, tekbir, hutbe, ezan, Allah” gibi dinsel kavramlar
kullanılmasının nedeni, ‘milli’ sözcüğünün henüz ‘ulus’ anlamında
kullanılmadığını, hâlâ ‘aynı dinden olanlar’ anlamını taşıdığını
göstermektedir. Bu süreçte ‘Allah’
sözcüğünün nasıl anlam değiştirdiğini manzum örneklerle göreceğiz.
Samih Rifat,
1922’de yazdığı “Akdeniz Kıyılarında” manzumesini şu dörtlükle bitirir:
Yürü ey şanlı Gazi!
Kılıcı kanlı Gazi!
Meriç seni bekliyor
Büyük unvanlı Gazi!
İzmir’in
kurtuluşu, Yahya Selim’de, Samih Rifat’ta ve Ziya Gökalp’te Edirne’nin
kurtarılması konusunda istek ve heves uyandırıyor. Her üç müteşairin Edirne’den
bahsetmesi, henüz Edirne’nin işgal altında oluşundandır. O koşullarda hiçbiri
Edirne’nin ötesini vatan olarak görmüyor.
Samih Rifat’ın
dörtlüğünde de Atatürk için abartılı sıfatlar henüz kullanılmamış, militer
sıfatlarla yetinilmiştir.
Ziya Gökalp,
Yunan’ın Anadolu’dan kovulmasını 1922’de İzmir’in kurtarılmasından hemen sonra
“Ak Destan”, “İzmir Bayramı”, “İngiliz’e”, “İzmir’de” manzumelerinde
kutlar. Gökalp, ideologu olduğu
İttihatçıların Almanlarla işbirliği edip emperyalist paylaşım savaşı çıkarmış
olmasını unutup aslında Birinci Dünya Savaşı’nın bir devamı olan Milli
Mücadelede suçu yalnız bir emperyaliste yükler. “İngiliz’e” manzumesinde şöyle
diyecektir:
Hep senin yüzünden dökülen kanlar
Yakılan şehirler, yok olan canlar.
Çek pis ayağını bu pâk ülkeden,
Çekil kerbelâdan, Hind’den, Mekke’den..
Uyandı İslâm’da eski imanlar,
Verdiler el ele hep Müslümanlar.
Ziya Gökalp,
mefkûresinden uzaklaşıp pragmatik olarak ‘İslam ittihadı’ndan bahsetmekte, Alman
emperyalizmine sevgiyle bakan ideolog, İngiliz emperyalizmine ateş
püskürmektedir.
Öteki üç
manzumede de Atatürk’ün adı geçmez.
Gökalp “İzmir Bayramı”nda:
Halk bildi kurtaran kim hayatını,
Onun şerefine bayram yapıyor.
Orduya arz edip tebrikâtını
Tebrikler alıyor, Hakk’a tapıyor..
dizeleriyle kurtarıcı olarak
‘ordu’yu gösteriyor. Böylece ‘başbuğ’un kim olacağı konusunda henüz net bir
kanaate varmadığını da ortaya koymuş oluyor. Manzumelerde adı geçen tek kişi,
Kemalist kişilerce “yaşadığı her dönemde Amerikan mandasını savunan ve
gerçekleşmesi için çaba gösteren” sözleriyle nitelenen, [8] Sultanahmet mitinginde kürsüde yaptığı işgal
karşıtı konuşmayla ünlenen “Mitingin
reisi Halide Hanım”dır.
Gökalp, 1922
Ekiminde yazdığı “İstida” manzumesinde Atatürk’ten ileride yapacağı inkılapları
talep etmekte, Kemalizmin bir çeşit
programını çizmektedir. “Sen dâhisin,buna
çoktan inandık/ Mefkûresiz rehberlerden pek yandık…” derken, daha önce yazdığı “Enver Paşa” manzumesindeki ‘iradeli,
imanlı, müceddit, mübeşşer” sıfatlarını Atatürk’ten esirger. “Arş’tan sana ya ilâhî bir müjde/ Verilmişti,
yahut kudsî bir ferman.” sözleriyle yücelttiği Enver Paşa’nın gökten kutsal
bir emir alan bir çeşit peygamber gibi nitelenmesi, ileride Atatürk övgülerini
daha yükseklere çekecektir. (Celal Sahir Erozan,”Niyazi’ye”nin ilk dizesinde
İttihatçıların dağa çıkıp darbeyi başlatan Resneli Niyazi’si için 1912’de “Sen ilk önce Resne’nin dağlarında parladın,
ey güneş!” diyecektir. Bu, Mustafa Kemal’den önce doğan ‘güneş’tir.)
Mustafa
Kemal’i övmede şairler abartıda, çok eleştirdikleri Osmanlı kaside şairlerini geçerler.
Yüceltmeler, Osmanlı şairlerinin kullanmaktan hicap duyacakları kavramlara,
‘Güneş’ten, ‘ilâh’a, oradan da ‘Allah’a varır .
Kişinin tanrılaştırması,
ilk çağlarda bolca vardı. Eski Mısır’da firavunlar aynı zamanda Tanrı’ydılar.
Daha sonraları bu, ‘Tanrı’nın oğlu’ durumuna indirgendi. Avrupa tarihinin bize
de yerleştirdiği bölünüşe göre, Orta Çağın başında kurulan Göktürklerin
diktikleri anıtlardan Kültigin Anıtında “tengriteg tengride bolmış türk bilge
qağan bu ödke olurtum” denilmektedir.[9] Tek Tanrılı dinlerin doğup
geliştikleri bir dönemde Kültiğin’in kendisini ‘tanrıdan doğmuş” olarak
tanımlaması, Türk tarihinin ‘geç kalmışlık’ının ilginç bir işaretidir.
Tanrısal
nitelik yakıştırma, İslam
heterodoksisinde bolca vardır. Ama bu
tanrılaştırma, yenidendoğuş (incarnation) değildir; Tanrı’nın bir zâta
hulûlüdür. Bu kişi, Tanrı’nın kendisi değil, Tanrı’nın kendisinde hulûl ettiği
kişidir. Oysa Cumhuriyet’in şairleri, hulûl’den söz etmiyorlar, Atatürk’ün
bizzat Tanrı olduğunu söylüyorlar.
Faruk Nafiz’in
1922 tarihli olduğu belirtilen[10] “Çankaya” şiiri “Bu hıyaban ebediyet yoludur,/ Gider Allah’a kadar buradan ucu” diye başlar ki, bu, şiirin 1922’de yazılmış
olmasını yalanlıyor. Çünkü Atatürk’ün ‘Tanrı’laştırılma süreci, onun 1923’te
İkinci Grubu tasfiye edişinden sonra başlar.. Atatürk, 4 Mart 1925’te kabul
edilen Takrir-i Sükûn yasasıyla bütün muhaliflerini, farklı sesleri tasfiye ettikten, erkin bütününü elinde
topladıktan sonradır ki şairler onu
yüceltme yarışına girerler. [11] Abdülhak Hâmit Tarhan bile 1927’de “Büyük
Gazi’ye” manzumesinde “Kâinatlarda tecelli buyuran/ Halik’in sende
haysiyyeti var.” diyebilmekte, Atatürk’te Hâlik’in (Yaratıcı) haysiyetini
(şeref, itibar, değer) bulurken, onu Tanrı’nın yerine koymuyor; onda Tanrısal
özellik olduğunu belirtmiş oluyor. Aynı yıl Yusuf Ziya Ortaç yazdığı “Gaziye
Tarih” manzumesinde “Sözü halkın dilidir,
gözleri hakkın ateşi/ O güneş yüzlü, güneş sözlü, güneşler güneşi” diye
yazarken ‘hak’ sözcüğünü büyük harfle kullanmaz; Atatürk’ün yüceltilmesi o
yılda henüz ‘güneş’e kadardır.( Anayasa’daki “Devletin dini Din-i İslamdır”
cümlesi Nisan 1928’de çıkarılacaktır.) Fakat
Faruk Nafiz’in, Ekim 1933’te yazdığı ikinci “Çankaya”da “Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir
bilmeden/ Taptığımız ne varsa hepsi ondan şeklaldı.” dizeleri rahatça söylenebilir hale gelmiştir.
İlginçtir,
gerek Faruk Nafiz’in iki şiirinde gerekse
Kemalettin Kamu’nun şiirinde “Çankaya” düz anlamda kullanılmış, şairler
mürsel mecaza (ad aktarması) başvurmamışlardır. Gerçi Faruk Nafiz “Bu sular Kevser, bu ağaçlar Tûba” dizesiyle İslam’ın cenneti olarak betimleyip mekânı
kutsallaştırmakla yetinirse de bu mekânı Kemalettin Kamu derecesinde
kutsallaştırmaz.
Atatürk
hakkında yazılmış manzumelerden şiir katına yükselebilmiş çok az eserin
sahiplerinden biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca, henüz askeri lise öğrencisiyken
(1933) yazdığı “Kahraman”da “Kutlu bir
Tanrı oldun güzel Anadolu’da.” diyecektir.
Atatürk’e hece
ölçüsüyle yazılan şiirlerde şairler Reaya şiirini bilmediklerinden, Rıza Tevfik
Bölükbaşı da fiilen yasak olduğundan, Türkçenin hecedeki inceliklerini
yakalayamamışlardır. Oysa Kamu, “Çankaya”yı yazdığında Necip Fazıl’ın “Bu Yağmur”u
yayımlanmıştı. Bu, Kamu’da Türkçe duyarlığının da zayıf olduğunu gösteriyor.
Geleneğe yaslanmak isteyen, ama onu yeniden
üretip bir üst dereceye sıçratamayan Behçet Kemal Çağlar, Süleyman Çelebi’nin
Mevlid’ine özenerek “Bizim Mevlût”ü
yazarken manzumeye verdiği adla Süleyman Çelebi’ninkini ‘onların mevlût’ü
durumuna düşürür. Böylece cumhuriyet elitleri ile halk arasında bir mesafe
yaratır. Manzumenin “Mevlid”in ‘merhaba’
bahrini taklit ettiği bölümde:
Merhaba
ey yükselen güneş Anafarta’dan!
Merhaba ey kurtaran Türklüğü bin vartadan!
Merhaba ey Türklüğe alın yazısı yazan!
Merhaba Dumlupınar, Sakarya, İzmir, Lozan!
biçiminde incelikten yoksun bir
dil kullanacak, hecenin mekanik sesi ve kulak tırmalayan uyaklarla manzumeyi
sürdürecektir.
Aka Gündüz,
4.1.1934’te CHF’nin resmi yayın organı Hâkimiyet-i
Milliye’de İslam’ın Tanrı için söylediği sıfatları, mebus seçildikten kısa
bir süre sonra, Mustafa Kemal için sıralayacaktır: Her yerde Atatürk, Yerde O!
Gökte O! Denizde O! Yokda O! Her şeyde O! (…) Biz sana tapıyoruz! (…) Varsın,
Teksin, yaratansın!
Yakın Dostu R.
Necdet Evrimer “Kemalettin Kamu şairlerimizden Fuzûliyi, Nedimi, Yahya Kemal
Beyatlıyı, Faruk Nafiz Çamlıbeli çok severdi; Yahya Kemal için ‘Bize şiirin
mimarisini öğreten büyük şair’ derdi. Genç
şairlerden Behçet Kemal Çağları ve Ahmet Muhip Dranası da takdir ederdi.” [12]
diye yazıyor. Faruk Nafiz ve Behçet Kemal dışında kalan o büyük şairlerden
Kemalettin Kamu’nun hiçbir şey kapmadığı çok açık. Kemalettin Kamu’nun “Hicret”
manzumesi buram buram “Han Duvarları” kokuyor:
Bütün gece yol alırken tehlikeler içinde,
Ellerimi unutmuşum kardeşimin dizinde.
Arkamızda kayboluyor beldemizin bağları,
Arkamızda beyaz başlı Anadolu dağları
Sanki: gece yolcuları gitmeyiniz, diyordu.
Arkamızda bizim gibi gurub eden bir ordu!
Arkamızda neler yok ki dokunmasın insana,
Viran bir köy önlerinde indik eski bir hana.
“Hicret”
manzumesi 1925’te yayımlanan “Han Duvarları”daki pürüzsüz dilin seviyesine bile
ulaşamamıştır. Şair, ayrıca ‘ön’
sözcüğünü çoğul kullanarak dil yanlışı yapmıştır.
Kemalettin
Kamu’nun “Çankaya”sında, öbür şiirleri gibi,
şiir geçmişimizden hiçbir iz yoktur. 1935-1938 yılları arasında Paris’te
Anadolu Ajansı muhabiri olarak bir yandan siyasi bilimler okuluna devam etmesi,
Fransızca’sının gelişmesine katkıda bulunmuşsa da, Mallermé’den başta “Deniz Matemi” olmak üzre üç şiir çevirmesine rağmen, Kemalettin Kamu’nun manzumelerinde, Fransız
şiirini okuduğuna dair hiçbir işaret yoktur.
Ebedi bir güneşle burada doğdu Gazi,
Yaprak yığını gibi burada yandı mazi.
Manzumenin bu
ilk iki dizesi 14’lü hece ile, öbür dizeler ise yedililerle yazılmış. Şair, ilk
iki dizeyi musammat gazel gibi yazsaydı,
o dizelerin her birinin iki 7’li okunmasıyla manzume bir zenginlik kazanabilirdi. Kemalettin Kamu’nun manzumede
iki farklı ölçü kullanması, 1933’lerde hecenin tıkandığını, tıkanıklıktan
farklı ölçüler kullanılarak çıkılmak istendiğini gösterir.
Kamu,
Çankaya’yı önemsetmek için işaret zamiri ‘bura’yı altı kez kullanıyor. Şaire
göre, Atatürk’ü Atatürk yapan ‘bura’sıdır. Şairin ilk dizede ‘güneşle’
sözcüğünü ‘güneşle birlikte’ mi,
‘güneş aracılığıyla’ anlamında mı kullandığı pek belli değil.
Burada güneşi ‘düşünce’ olarak yorumlamak istesek, ebedi düşüncenin Çankaya’da
doğduğu anlamını çıkarmak zorunda kalırız. Oysa Atatürk’ün düşünsel birikiminin
önemli bir bölümünün Selanik’te gördüğü ve imrendiği Yahudi burjuvazisinden,
Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’ten kaynaklandığını biliyoruz. K.
Kamu’nun bunu bilmemesi mümkün değil. Kemalettin Kamu ‘güneş gibi’ demek
istemişse de ölçü belasına ‘güneşle’ demiştir sanıyorum.
Benzetme
sanatı , zayıf özelliği olanın, sözü etkili kılmak için, özelliği daha güçlüye
benzetilmesi yoluyla yapılır. İkinci dizede ‘mazi’nin yanmasını ‘yaprak
yığını’na benzetmenin anlatımı etkili kıldığını söylemek çok zor. Kaldı ki
yapraklar için için yanar, oysa mazinin
yanması için için değil, açık açık olmuştur. Kaldı ki Kamu, benzetmeyi
okurun imgelemini zenginleştirmek, böylece manzumeyi şiir katına çıkarmak için
değil, ‘benzetme için benzetme’ olarak yapmıştır. Sözgelimi “Engin Hatıralar”
manzumesinde “Enginde gün batıyor suların
süsü gibi” benzeri gereksiz benzetmelere başvurur.
Atatürk ve
arkadaşlarının hayata geçirdikleri düşüncelerin çoğu 1908 sonrasında
İttihatçıların yapmak isteyip de yapamadıklarıdır. Kemalist terminolojide ilk
başlarda ‘Osmanlı’ teriminin hiç de olumlu olmadığını biliyoruz. Yeni kurulmuş
bir rejimin, köklerini derine salmadan Osmanlı’yı olumlaması beklenemez. Ama
Osmanlı’yı bir kenara bırakıp Orta Asya’ya yönelerek kendisine bir geçmiş
araması, oluşturulmak istenen ulusal kimliği sorunlu kılmış, bir süre sonra
Devlet, Osmanlıyı olumlamak zorunda kalmıştır.
Kemalettin
Kamu, Çankaya’yı yüceltmek için orayı Sina Dağına, Golgotha Tepesine
benzetmiştir. 1928’de Anayasa’dan “Türkiye Devleti’nin dini İslam dinidir.”
maddesi çıkarıldığında Cumhuriyet’in elitlerince bu dinin yerine yeni bir
kutsallık koyma gereği duyulmuştur. “Çankaya” manzumesi, bu yeni kutsalı
yerleştirmek için yazılanlardan biridir. İslam inancına göre Musa
Peygamber Sina Dağı’nda Tanrı’yla
görüşmüş, ondan ‘on emir’i almıştır. Öyle ise Çankaya’ya gidenler,
Cumhuriyet’in tanrısından emir alacaklardır. Golgotha ise Hıristiyanlığa göre
İsa Peygamberin çarmıha gerildiği, İslam’a göre ise göğe uçtuğu yerdir. Çankaya
tepesinin dinsel bakımdan kutsal sayılan
bu iki tepeyle eşleştirilmesi, yıkılmak istenen dinselliğin yerine başka
kutsallığın yerleştirilmek istendiğinin göstergesidir.
1921’de Hâşim,
kahır Sina’sından söz ederken dinsel bir göndermeden çok, şiirsel bir yük
sağlamak istiyordu. Kemalettin Kamu ise ilişkiyi faydacı bir anlayışla kuruyor.
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter
Yukarıdaki
dizelerde ‘varsa’ sözcüğünün yarattığı müphemiyetle, şairin orada bülbülün
neden kesinlikle bulunabileceğini söyleyememiş olması ilginçtir. Takrir-i Sükûn
dönemini yaşamış bir şairin ‘hürriyet’ sözcüğünü göğsünü gere gere cesurca
söyleyemediği, inanmadığı bir şeyi dolaylı bir biçimde dile getirdiği
görülüyor.
“El konulmuş
bir Ermeni arsasına inşa edil”en [13] Çankaya Köşkü ile ‘şehit kanı’ arasında
şairin bağ kurması, düşünülmeden
söylenmiş, çala kalem bir söz olsa gerek. Çünkü ‘düşman’ hiçbir zaman
Çankaya’ya kadar gelmemiştir.
Son kıtanın
ilk iki dizesinde şairin nasıl bir iletisi var, belli değil. Zaten nesir olan
bu dizeleri nesre dönüştürürsek (!) “Ne örümcek, ne yosun, ne mucize ne füsun”
(istiyoruz.). biçimini alır. Haydi “örümcek”i Kemalizmin modernizme engel olarak gördüğü ‘irtica’ diye
yorumladık diyelim, ‘yosun’un burada uyak olmaktan öte ne gibi bir işlevi
olabilir? Şair neden yosunu reddetmiş, yosunun varlığı ne gibi bir sakınca
taşır? Haydi ‘mucize’, peygamberlerin
gösterdiği olağanüstü olaydır; füsun, büyü, sihirdir; pozitivizm adına bunlar
reddedilebilir. Bunların arasına “Kâbe” de konabilir. Pozitivizm adına bunlar
reddedilirken onların yerine kutsallaştırılan başka bir merkez, Çankaya nasıl
konabilir? Cumhuriyet’i bir ‘aydınlanma’ hareketi olarak görenlerin bu konuda
düşünmeleri gerekir.
Kâbe Arabın olsun
Çankaya bize yeter
Bu manzume son iki dize için yazılmıştır. Şair, bir şiir yazmak için değil, bir bildiri
yazmak için ölçü ve uyağı kullanmıştır! Bu dizelerle, kendisini devletin önemli
bir kurumunun başına getiren, Fransa’ya gönderen Devlet’in kurucusuna minnet
borcunu öderken, daha sonra kendisine
Rize mebusluğu ve Erzurum milletvekilliği yolunu açacaktır.
Cumhuriyet
elitleri kendi aralarında İslamiyet’i eleştirirken, onu pozitivist bir
yaklaşımla değerlendirirken, halkın karşısına geçtiklerinde “Biz de
Müslümanız.” söylemine sarılmışlardır. Bu da Cumhuriyet’in yetiştirdiği
burjuvazinin çok güçsüz oluşundan kaynaklanmaktadır.
Kemalettin
Kamu’nun “Kâbe Arabın olsun/ Çankaya bize
yeter”e gelmesi, aşağı yukarı on beş yılı bulur. Milli Mücadele
toparlanırken “Türk’ün Duası”nda:
Sarmış matem boraları,
Saz benizli ovaları,
Boynu bükük yuvaları
Sen himaye et Yarabbi!
derken, o kötü günlerde Tanrı’dan
koruma istemektedir. “İstiklâl Ordusu Şehitlerine”de “Zemzem kutsiyeti var her damla kanınızda” diyen Kamu, Milli
Mücadeleden sonra, Tanrı’ya şükretmeyi sadece ‘köylü’ye bırakır. “Memiş’ten
Güllü’ye” manzumesinde şöyle der:
Yazdığın mektubu sevinçle aldım,
Şükrettim Allaha pek çok sevgilim;
Kemalettin
Kamu’daki bu değişim, Cumhuriyet’in sekülerleşmesine paralel gitmektedir. Bu
süreçte ‘din’ yerine, ‘milliyet’ ikâme edilmekte, Arap’a ait olduğu söylenen
İslamiyet’in yerine Çankaya ve mûkimi kutsallaştırılmaktadır. Bunda Devlet
törenlerine, okullara ve özellikle şiire büyük iş düşmektedir.
Kemalettin
Kamu’da dil bilinci olmadığını söylemiştik. Hemen hemen Milli Edebiyatçıların
hepsinde görülen ‘doldurma’ya (haşiv) Kemalettin Kamu’da çok sık rastlanır.
Bunda ölçüyü tutturma kaygısı kadar, süslü laf etme kaygısı da rol oynar:
“İzmir
Yollarından Son Mektup”ta şehitlik bekleyen bir er, annesine mektup yazmakta ve
şöyle demektedir:
Söyle Hacer’e o da
Hakkını helal etsin,
Gönülcüğü dilerse
Başkalarına gitsin..
derken ‘başkasına’
sözcüğü yerine ‘başkalarına’
derken neyi söylediğinin farkında bile değildir. “İzmir’i Tahassür”de:
O bağlar nerde, bahçeler nerde?
……….
Şimdi bir kuş olsam, kanadım olsa,
dizelerinde siyah dizdiğim sözcükler atılsa, manzume
hiçbir şey kaybetmez. ‘Kuş olma’ dileği, kanatsız kuş olmadığı için ‘kanadım
olsa’yı gereksiz kılmaktadır. “Seneler” manzumesinde ise bir dize bütünüyle
gereksizdir:
Başıma ak düştü geçen baharla,
Kalbim kafam gibi örtülü karla,
dizelerinden birincisi atılsa,
manzumede anlam daralması olmaz! Ayrıca olumsuz tınısı olan ‘kafa’ yerine baş
sözcüğünü kullansaydı, dize daha munis olurdu.
Sindirilmemiş,
inceltilememiş, kaba bir şovenizm, Kemalettin Kamu’nun manzumelerinde sırıtacak
derecede öne çıkar. “Memiş’ten Güllü’ye”de “Yunanlı
kudurmuş, ya olmuş deli,/Kazıyor mezarın derin sevgilim.” derken
olaya emperyalizm açısından bakmadığı, konuyu etnik bir sorun olarak
gördüğü açıktır. ‘Yunanlı’daki –li ekinin gereksizliği bir yana ‘ya’ bağlacının
yanlış kullanılması da söz konusu.
Milli
Mücadele’nin Birinci Dünya Savaşı’nın bir parçası olup olmadığı,
antiemperyalist mi antikolonyalist mi olduğu uzmanlarca tartışılmalıdır. Yön hareketine kadar resmi tarihlerde
antiemperyalist tavır görülmez. Nitekim Nâzım, Kemalettin Kamu’nun “Çankaya”yı yazdığı yıldan birkaç yıl sonra
kaleme aldığı Kuvâyi Milliye’de şöyle
diyecektir:
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin
Eşfak’ın ayağı.
Nurettin dedi ki: “Teselyalı Çoban
Mihail,”
Nurettin dedi ki:”Seni biz değil,
buraya getirenler
öldürdü seni…”
Nâzım, Yunan
askerini suçlu olarak değil, bir mağdur olarak tavsif etmiş oluyor. Çünkü
emperyalizm onu Anadolu’ya getirmiştir. Onun içindir ki Nâzım, sınıfsal olarak
sahip çıktığı ‘Çoban’a acımaktadır.
Anadolu’ya göz
diken Yunan’ı suçlayan Kemalettin Kamu, “Akdenizden” manzumesinde Yunan topraklarında gözü olduğunu açıkça
söyler. ‘Ulus devleti’ savunan Kamu, başkasının ulus devletine saygı göstermez:
Havada bir dost eli okşuyor derimizi,
Boynu bükük adalar tanıyor sanki bizi,
İçimize çevirip nemli gözlerimizi
Geçtik yabancı gibi yakınından Rodos’un.
Bu dizelerin
altında yatan zihniyetin nasıl bir şey olduğunu anlamak için ‘Rodos’ sözcüğü
yerine ‘İzmir’i koymak, bu kıtayı bir Yunan şairinin yazdığını düşünmek gerekir.
Yahya
Kemal’in, bir Balkanlı olarak, atalarının şimale doğru akınlarını özlemle yad etmesi anlaşılır bir şey; ama
Anadolulu olan Kemalettin Kamu’nun “Tuna” manzumesinde “Buradan döneli bizim ordular,/ Akmıyor, yerinde duruyor sular,”
demesi de işgalci Yunan’ı aşağılayan bir
kişi için önemli bir çelişki.
Kemalettin
Kamu’nun edebiyatımızın gündeminden düşmüş olduğunu belirtmiştik. Turgut Uyar, Papirüs’te yazdığı Kemalettin Kâmi
Kamu’nun “Kimsesizlik” şiirini yorumlamasında, o, şair hoşgörüsü ve
sevecenliğiyle şöyle diyecektir:
Kemalettin
Kâmi kamu, yeteneği boşa gitmiş bir şairdir. Daha iyi söylemek gerekirse,
kendisine, yaratılışına uygun olmayan bir döneme rastlamış bir şairdir.
İncedir, kırık gönüllüdür, incinmelerin ve gurbetin şairidir, kenarlara,
kuytulara çekilmenin ve bunları en güzel söylemenin şairidir aslında.Ne var ki
bir savaş dönemine rastlamıştır yaşamı. [14]
Turgut Uyar’ın
değerlendirmesine katılmak mümkün değil. Dil bilinci olmayan bir kişinin şair
olması mümkün değildir. Gerçi Uyar aynı yazıda “taşıdığı bütün acıya, bütün
özveriye karşın yetersizdir şiiri.” Demekten geri kalmamakta, Kamu’nun
melodramının yapaylığına işaret
etmektedir. Uyar’ın sevecenliği Kamu’nun naifliğinden kaynaklanıyor!
Kemalettin
Kamu, şiiri ciddiye almamış bir kişidir.
SABİT
KEMAL BAYILDIRAN
(*)
Editörün Notu
[1] “Ankara”, Kadın Yolu dergisi, S. 1, 16 Temmuz 1925’ten alıntılayan Yaprak Zihnioğlu,
Kadınsız İnkılap, Metis Yayınları, İstanbul 2003, s.233
[2] Kutatgu Bilig, Çeviren: Rahmeti Reşit Arat,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994, 6.Baskı, s.316
[3]Suat
Taşpınar, “Yoldaş Stalin’in Ardından”, Yeni Yüzyıl gazetesi, 6 Mart 1998
[4] Parantez içindeki sayılar, künyesi belirtilen
antolojilerde o şiirin kaç defa yer aldığını göstermektedir. Sabahattin Batur,
Yeni Şiirimiz, Varlık Yayınevi, İstanbul 1965, İkinci basılış; Yaşar Nabi, Yeni
Türk Şiiri Antolojisi, Varlık Yayınları, İstanbul 1962, dördüncü baskı; Asım
Bezirci, Dünden Bugüne Türk şiiri Antolojisi, May Yayınları, İstanbul 1968;
Mehmet Çetin, Tanzimattan Bugüne Türk Şiiri Antolojisi I, Birleşik
Dağıtım-Kitabevi, İstanbul 1991; Kenan
Akyüz, Batı Tesirinde Türk şiiri Antolojisi, İstanbul 1970, 3. Baskı; Şairlerin Seçtikleri, Düzenleyen: Ümit Yaşar
Oğuzcan, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1974, 2. Baskı; Memet Fuat,
Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi, Adam Yayınları, İstanbul 1985; Ataol Behramoğlu,
Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1987; Mehmet
H. Doğan, Yüzyılın Türk Şiiri I, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001; Cansever Eyüboğlu, Çağdaş Türk Edebiyatında
Unutulmayan Şiirler Antolojisi, S’imge Kültür ve Edebiyat Yayınları, İstanbul
2004, 8.Basım
[5] T.C. Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi, Ankara
1993, s. 64, Timuroğlu şiirin ilk iki dizesini almamış.
[6] Bkz. D. Mehmet Doğan, Batılılaşma İhaneti,
Dergah Yayınları, İstanbul 1978, 4. Baskı, s.40
[7] Ant Yayınları, İstanbul 1969
[8]Şenol
Dedeoğlu, htt:wwww.turksolu.org/115/dedeoğlu 115. htm
[9]Sencer
Divitçioğlu, Kök Türkler’de (Ada Yayınları, İstanbul 1987) bu satırı günümüz
Türkçesine şu şekilde aktarmaktadır: “Tengri gibi, Tengriden olmuş Türk Bilge
Kağan bu zamana –bu kağanlık mevkiine oturdum- hüküm sürdüm.” (s.119)
[10] Bk. Faruk
Nafiz Çamlıbel, Heyecan ve Sükûn, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1959,
s.150. Çamlıbel her ne kadar şiirin altına 1922 yılını yazmışsa da, Behçet Necatigil, Atatürk Şiirleri
antolojisinde bunu inandırıcı bulmamış olmalı ki şiirin altına İleri gazetesi,
1922 notunu düşerken yanına haklı olarak (?) koymuş. (TDK Yayınları, Ankara
1963, s.4) Vecihi Timuroğlu ise aynı notu düşmüş ama (?) işaretini koymamıştır.
(Atatürk Şiirleri, T.C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1994, s.37)
[11] (Prof. Dr.) Mete Tunçay durumu şöyle
değerlendiriyor: “Cumhuriyetin ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim
1923 sembolik olarak tabi önemlidir ama… Cumhuriyetin ilanın bir hafta
öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ama Takrir-i Sükûn’un üç gün öncesiyle üçgün
sonrası arasında dehşet bir fark vardır.
Bu kanunun uygulanmasıyla her şey,
bütün hayat değişiyor. Cumhuriyet’in kimliği belirleniyor. Meclistekiler kuzu
gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükûn öncesinde daha
özgürlükçü olan Cumhuriyet, Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra diktatoryal bir
cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapan bir basın varken, gazeteciler
Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor.
Taraf gazetesi, 3 Mart 2010, s. 9
[12] Rifat Necdet Evrimer, Kemalittin Kamu Hayatı
Şahsiyeti ve Şiirleri, İstanbul 1949, s. 22
[13]Ayşe Hür,
“Ermeni mallarını kimler aldı?”, Taraf gazetesi, 02/03/2008
[14] Bir Şiirden, Ada Yayınları, İstanbul, 1983,
s. 52; Korkulu Ustalık, Haz. Alaattin Karaca, YKY, İstanbul 2009, s. 625
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder