Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Eylül 2012 Pazar

İRFAN SARİ: Avareş




AVAREŞ







Bugün güneş çıldırmış olmalı. Evden çıktığım iki dakika olmadı daha, tere boğuldum. Canım da öyle sıkkın ki, havayla bir olup beni boğacaklar sanki. Neyse bizim Şaban’a rastlarım belki ancak bu stresi onunla gideririz. Gerçi çatlağın teki ama ne edersin memlekette onsuz olmuyor. O gülmesi yok mu sağır bile duyar. Hele şu ”işev mıhvanı teme yar yeman yar yeman”ı söylemiyor mu deli ediyor resmen adamı. Bazen morali bozulur o da az rastlanılır bir durumdur, yüzü teneşir gibi buz kesilir. Kim bilir teneşir bile kabul etmez belki melunu.

Bu sırada terler yüzümden akmaya başlamıştı çoktan. Kafamın içindeki düşlerle yolun diğer yakasına geçerken, son model bir araç geçti hızla, kulaklarıma yüksek sesli bir müzik gözlerime ise çelimsiz bir herifin direksiyona gömülmüş vaziyeti takıldı. Artık sırılsıklamdım az önce giden aracın ardından bakınıyorken yanımda Ali yaşlı damperiyle durdu.
—Atla Avareş’e(*) gidelim yüzeriz hem, deyince yok demedim. Araca bindikten sonra Şaban'ı unuttum.

Ağır ağır giden aracın camlarını açık tuttuk çünkü içerisi motorunda sıcaklığıyla resmen fırına dönmüştü. İkimiz de yarım porsiyon vücutlarımızla atlet katınaydık yolun ilerleyen bir yerinde. Amerikan filmlerindeki kamyon şoförlerine özenmiş olsak ta kafamız aracın göğsünü ancak aşıyordu.

Yeni köprüden sonraki ilk dönemeçte asker durdurdu, aracı park ettikten sonra, soruyoruz. Ölümlü bir kaza olmuş, iniyoruz araçtan yolun ortasında üstüne çadır bezi atılan bir ceset… Yaklaşıyor, üstündeki çaputu kaldırıyorum, sırt üstüydü, yüzünde hiçbir darp izi yoktu. Muhtemelen kafadan aşağı bölgeye yemişti darbeyi. Ölmüş bir yüze benzemiyordu. Çatık ve karakaşlı kıvırcık saçlı on beş veya on altı yaşlarında filinta mı filinta bir delikanlıydı. Delip çenesini dışa veren tüyleri görünce ağladım. Asker sordu:

—Akraban mı?
—Yok diyorum.
—Ya sen tanıyor musun?
—Yok diyor.
—Neden sordun?
—Ağlamışsın da ondan.

O esnada ceset kaldırıldı ve yol trafiğe açıldı. Yolda anlatıyor Ali; yakın bir köydenmiş, evin tek erkek çocuğu bisikletine çarpan araç durmamış kaçmış. Kim bilir hangi beyin zalim oğludur ya da kendisidir. İnsana verdikleri değer kibrit çöpü kadar. Varsa yoksa kendileridir. Verseler bana yetki bunların cümlesini kurşuna dizerim Allahıma diyor Ali.

Hayatının baharında hiç hak etmediği bir ölümle yüz yüze kalan bu delikanlıyı konuşa konuşa yola devam ediyoruz.

Artık varmıştık Avareş'e. Akarsu kenarında üç beş iş makinesi vardı iki yanı dağlarla çevrili bu geniş düzlüğü ikiye bölen akarsuyun sesi iş makinelerine yenik düşüyordu. Ben yüzme alanına giderken Ali de dampere kum doldurmaya gitti. İş makinelerinin de desteği ile önü kapatılan akarsu o bölgede büyük bir göle de dönmüştü. Yüksekçe bir yerden baktım göle dibindeki çakıl taşları, kumlar görünüyordu, su çok berraktı. Atlet katına suya gireceğim anda suyun yüzeyinde yüzen bir yılan göründü… Soğuk bir hayvan. Ama!.. Az önce yoldaki gence çarpıp, öldürüp ve kaçacak kadar soğuk değildir her halde diye geçirdim içimden. Onun için suya daldım, kocaman göleti kulaçlamaya başladım O baştan diğer başa, hem de defalarca, yılana ise ne oldu bilmiyorum…

Kollarım yorulunca kıyıya çıktım, giysilerimi çalılıklara serdim. Tekrar yüzmek için döndüğümde kumdan yapılmış bir kaleye çarptı gözlerim. Kalenin başına çömeldim inceden ince bakıyordum şimdi.mükemmel bir yapıydı, bütün ayrıntılar vardı, kale duvarlarındaki kesme taşlardan tutun burçlarına kulelerine her şey vardı anlayacağınız. Hayranlıkla seyrederken çalılıkların arasından sırtında çantası elinde baston asa arası bir sopa sol yanağı yanık bir çocuk göründü. Yaklaşır yaklaşmaz, bunu dün yaptım daha bozulmamış dedi. Elindeki çaydanlığı ve sırtındaki çantayı bıraktıktan sonra oda yanıma çömeldi.

—Rüzgâr bozmuş, dün gece fena esiyordu
—Yok canım, bence süper olmuş, bunu sen mi yaptın?
—Evet, herkes beğenir kalelerimi. Annem anlatırdı kaleler insanların kendini düşmanlardan korumak için yaptıkları en sağlam yerlerdir diye.
—Eskiden öyleymiş, şimdi çeliği bile deliyor teknoloji, her şey insanı öldürmek için tasarlanmış.
—Olsun ben yine de yapacağım bizim köyün çocuklarına inat. Onlar her gün yıkarlar yaptığım kaleyi ben de yeniden yaparım. Bugün yolda kaza olmuş korkularından gelmemişler.
—Peki, sen korkmuyor musun?
—Hayır
—Adın ne?
—Süleyman
—Nerden geliyorsun?
—Karşı yaylaya götürdüm hayvanları otlattım ve getirdim, bizim hayvanlarımız, köyde kalmak istemiyorum, çünkü çocuklar suratımdan dolayı alay ediyorlar benle, hayvanları seviyorum onlarla konuşuyorum. Cevdet öğretmen bana sen Süleyman Peygamber gibisin diyor… Onu babamı ve amcamı çok seviyorum.
—Anneni peki?
—Annem öldü. O gün evde misafir vardı, semaveri getirince sendeledi ve kaynar sular başımdan aşağı döküldü, apar topar doktora götürmüşler ben birkaç ay doktorda kaldım. Bir gün köylülerden biri anneme Süleyman ölmüş diyor yalandan. Oracıkta devriliyor yere. Biz babamla eve döndüğümüzde annem çoktan mezara konmuştu bile.
—Okula gittin mi?
–Evet, beşi bitirdim

Bunları konuşurken Ali de geldi hemen oracıkta çırpı ateşinden bir çay demledi Süleyman. Ömrümde bu kadar lezzetli çay içmemiştim. Uzun bir sohbetten sonra toparlandık, Ali, Süleyman'a dönerek çağırsana hayvanları dedi. Süleyman da her iki elini ağzına götürerek bağırmaya başladı. Az sonra her taraftan hayvanlar çıkmaya başladı. Çıkardığı o garip sesi yazmayı denememe rağmen yazamıyorum.

O, yoluna köye doğru hayvanlarla koyulunca biz de dampere binip şehre geliyoruz. Artık günün sıcaklığı kendini akşamın serinliğine terk etmişti. Bunaltıcı havadan kaçarken karşılaştığım bu garip durumları düşlerken yolun kıyısından geçen sürünün çobanına el sallayarak bir selam vermiş olduk güne…

(*)Avareş: akarsu ismi(Karasu)


İRFAN SARİ
Yüksekova
2001


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder