Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Eylül 2012 Pazar

YAVUZ AKÖZEL: Kapitalizmin Kalesi Dostoyevski-VII





KAPİTALİZMİN KALESİ DOSTOYEVSKİ-VII




Paris Komünü’nün 28 Mayıs 1871’deki yenilgisinden 41 gün sonra, 8 Temmuz 1871’de Dostoyevski’ler tren ile Rusya’ya, 4 yıl aradan sonra geri dönüyorlar, Anna Grigorjewna anılarında, kocasının dönüş yolunda Petersburg’daki gelecek yaşamlarına ilişkin düşüncelerinin karamsar olduğunu yazıyor:
“ ‘Eh. Annacık’ , ‘Biz yabancı ülkelerde dört yıl, zor saatlerimizin de olmasına karşın yine de mutlu olmuştuk ‘.Petersburg, yaşamımıza neler getirecek? Bana kalırsa tüm geleceğimiz sislerle sarılmış. Çok büyük zorluklar, bir sürü engeller, telaşlar görüyorum. Ailece ayaklarımızı yere sağlam basarsak ancak kazanırız. Bize bir tek tanrının yardım edeceğine inanıyorum.”(Anna G.Dostoyevski, Erinnerung Das Leben Dostojewskis... S.193)

Petersburg’a varışlarında hemen otele iniyorlar.2 gün otelde kaldıktan sonra iki odalı, mobilyalı 3. katta Ismailowski prospekt Haus Nr.4 adresindeki evi kiralıyorlar.

Sürgün dönüşü kendisinde daha da güçlenen dini inançları doğrultusunda Batı Avrupa’ya olan nefreti de giderek fanatiklik derecesine kadar ulaşır. Eleştirilerinde kapitalizmin saçtığı pisliklerin oluşturduğu tutucu bir Avrupa’dan ziyade giderek gelişen endüstrinin doğal sonucu olarak proleter hareketteki gelişim, sosyalizm düşüncesinin yaygınlaşması odak noktasını oluşturur. “Ecinniler”de bu kuşkusunu da dile getirişi 1871’de Paris proletaryasının 72 gün de olsa iktidarı ele alışındaki etmenlerde aranmalıdır. Proletaryanın bu —geçici de olsa— başarısı, egemenliği Dostoyevski’nin geniş hayal gücünü ürpertilerle harekete geçirmiş, ”Özgürlük”    vaadiyle yolan çıkan devrimlerin nasıl özgürlüğü yok ettiklerini, tanrı ve İsa felsefesi yaparak idealist(mistik) bataklığın içerisinde anlatmaya çalışmıştır. (Dostoyevski’ye göre gerçek özgürlük ancak ruhta sağlanabilir. Bu özgürlüğe açılan kapı “acının” bitmez yolunda sürekli yürünerek tinsel anlamda ancak ulaşılabilen inançlardaki bir devrimdir.

Anarşist Shigalyov şöyle söylemektedir: ”Sınırsız bir özgürlükten yola çıkıp sınırsız bir despotizmle bağlıyorum sonucu!” (Cinler, Dostoyevski. S. 401)
Yine anarşist ve nihilist Peter Verchovenski ise şöyle söylemektedir: “Bir ya da birkaç ahlaksız kuşak artık kaçınılmazdır. İnsanı iğrenç, korkak bencil bir yaratığa çeviren bir ahlaksızlık, bize gerekli olan bu ve insanları alıştırmak için ufak bir damla da taze kan... Sonra da kargaşalık başlar. Dünyanın şimdiye kadar görmediği bir sarsıntı olacak. Rusya’nın üstü kararacak ve toprak eski Tanrılar için ağlayacak.”

Burjuva eleştirmenleri ve onların etkisindeki yeni jenerasyon yazar ve eleştirmenleri Dostoyevski’nin bu yorum ve varsayımlarını onun geleceği ne kadar isabetli gördüğü yolunda değerlendirerek işi getirip 1917 Bolşevik devrimine dayandırmaktadırlar. Tabii orada da kalmayıp Stalin dönemine de atıfta bulunmaktadırlar!..

“Özellikle Bolşevik Devriminden sonra, Dostoyevski’de ihtilalcı mantığı görmekteki derin, kehanete varan bir yetenek göstermek isteyenler için alıntılar arayanlara Ecinniler elverişli bir alan olmuştur. Daha 1905 İhtilalinden sonra, Merezkovski, ona “Rus İhtilali'nin kâhini” demiştir ve bugünkü rejime karşı olanlar için “Ecinniler”de bu lakabı doğrulayacak birçok bölüm vardır.”(E.H.Carr, Dostoyevski, S 220)

Yine Andre Gide, H.Carr’ın yukarda verdiği Shigalev ve Peter Verchovenski ‘ye ilişkin alıntıları vermeden önce şöyle yazmaktadır:
“Eccinniler"de yavaş yavaş oluşan Bolşevikliği görürüz. Bunun için Shigalev’in kendi sistemini ortaya koyan sözlerini ve bu sözlerin sonunda yaptığı itirafı dinleyelim...”(Andre Gide, Dostoyevski. S.203)

Burada dikkati çeken bir şey var ki önemli: Demek ki Andre Gide, Bolşevikliğin yukarıdaki Shigalev ve Peter Verchovenski’nin açıkladığı gibi olduğunu tasdik etmektedir. Anlaşılan Andre Gide de Bolşevikliğin bir “zorbalık”  hatta bir “cinayet makinesi” olduğunu düşünmektedir. Ve gerçi ayni Shigalev’in söylediklerini bir başka yapıtında kendisi de yinelemektedir. O şöyle yazmaktadır:
“Stalin daima haklıdır, bu demektir ki, Stalin yaptığı her şeyde haklıdır. Bize proletarya diktatörlüğü vaat edildi. Çok yanıldık. Evet, diktatörlük, doğru. Ama bir araya gelmiş Sovyet proleterlerinin değil de bir adamın diktatörlüğü. Hiç aldanmadan gayet net olarak anlamak önemli; istenen buraya varmak değildi. Bir adım daha atarak şöyle diyebiliriz: Zaten tam anlamıyla istenmeyen buydu.”(Andre Gide, SSCB’den Dönüş, S.47 )

Andre Gide SSCB’den Dönüş’ü 1936’da Maksim Gorki’nin cenazesi için gittiği Sovyetler Birliği’nden dönüşünde yazıyor. Yapıta olumlu-olumsuz çok sayıda eleştiriler gelince bu eleştirileri de kapsayan ikinci bir kitabı da “SSCB’den Dönüş Üstüne Düzeltmeler” adıyla 1937’de yayınlıyor. Bu dönem, Avrupa’da giderek güçlenen faşizm salt Avrupa’yı değil tüm dünyayı tehdit ediyor. S. Birliği, Stalin önderliğinde, giderek dünyanın tüm ezilen ulus ve halklarını tehdit etmeye başlayan faşizme karşı gerekli önlemleri alıyor. Bu önlemlerin alınmasında (bazı aşırılıklar elbette ki eleştirilmelidir, eleştiriliyor da tarafımızdan) ne denli haklı olunduğunu da tarih bir kez daha yanıtlamış ve göstermiştir. Bunu anlayabilmek için ise ön şart O DÖNEMDEKİ GELİŞMELERİ BİR TEK KAYNAKTAN DEĞİL DE DEĞİŞİK KAYNAKLARDAN İNCELEMEKTİR. Tüm emperyalist güçlerin Alman faşizmini Rusya’ya öncelikle yönlendirmek istedikleri, bu anlamda Alman emperyalizmini el altından güçlü bir şekilde maddi ve manevi olarak destekledikleri ispat edilmiş gerçeklerdir. Durum değerlendirmesi yapılırken bu olgular göz ardı edilerek irdelenirse Sovyetler Birliği’nin faşizmi neredeyse tek başına çok büyük bedeller ödeyerek yenmiş olduğuna, tahammül edememek gibi bir düşünce belirmiş oluyor. Bu tahammülsüzlük, sosyalizmin kapitalizm karşısında aldığı zaferin gizinde yatmaktadır.

Dostoyevski’den oldukça etkilenen Andre Gide,  Dostoyevski’nin Şigalev’in ağzından dile getirdiği kendi düşüncelerini, varsayımlarını olduğu gibi benimsemiş ve 65 yıl sonra sanki ‘Shigalev’ söylüyormuş gibi yinelemektedir:
“İstenen buraya varmak değildi” Shigalev, peki “Cinler”in 401. sayfasında ne söylüyordu: ”Sınırsız bir özgürlükten yola çıkıp, sınırsız bir despotizme bağlıyorum sonucu”

Andre Gide ve Dostoyevski aynı dili konuşuyorlar.

Andre Gide’yi CİA destekliyor:
Andre Gide, Komünizmin anti propagandasını, anti Sovyetler Birliği propagandasını yapan solcu geçinen yazarlardan birisi! Ama Sovyetler Birliği’ne yönelttiği bazı haklı eleştirilerinin yanı sıra o aslında sistemin bütününe, felsefesine karşı bir entellektüel. Bu anlamda da antikomünizmin etkili bir propagandacısı rolünü tam da ikinci dünya savaşının başlama aşamasında üstlenmiştir. Stalin dönemine yönelttiği eleştirilerle de dünyanın sömürülen emekçilerinin ve ezilen halklarının Stalin’e karşı, Sovyetler Birliği’ne karşı, besledikleri sınırsız sempati ve desteğin önüne geçmek istemiştir.

“CIA, sadece anti-komünist yazarlarla da işbirliği yapmadı. Örneğin; Dünün Dünyası’nın yazarı Andre Gide gibi komünizme soğuk bakan ılımlı solcuları desteklemek, onların kitaplarını basmak, dağıtmak da CIA’nın planlarından biriydi. İlk iş olarak da Andre Gide’in kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak komünizm hayalinin nasıl yıkıldığını anlattığı ”Başarısızlığa Uğrayan Tanrı” adlı kitabı bizzat CIA tarafından basıldı. Kitabı basan istihbarat destekli yayınevi ”Harper” idi ve daha da önemlisi, kitabın önsözünü yazan da CIA’nın psikolojik savaş sorumlusu Richard Crossman’dı. New York Times, 1977 yılında 1000 kadar kitabın yayımında CIA’nın payı olduğu iddiasında bulundu.”
(CIA’nın kültürel soğuk savaş faaliyetleri:Avrupa ve Türkiye Örnekleri.www.dipnot.tv/1284)

Orhan Pamuk, “Cinler” üzerine Şöyle yazıyor:
“Cinler, insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı yedi-sekiz romandan biri, hiç şüphesiz, gelmiş geçmiş en büyük siyasal romandır. İlk okuduğumda, yirmi yaşımdayken kitabın üzerimdeki etkisini, sarsılmak, hayret etmek, inanmak ve korkmak kelimeleriyle özetleyebilirim. O zamana kadar okuduğum hiç bir roman beni böylesine derinden sarsmamış, hiçbir hikâye insan ruhu ve şahsiyeti hakkında bana bu kadar sarsıcı bir bilgi vermemişti. Sarsıcı olan şey, insanın iktidar isteğinin ve affetme gücünün, kendini ve başkalarını kandırma yeteneğinin ve bir inanç bulma azminin, sevmenin ve nefretin, en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğünün boyutlarının genişliğini görmek, bu özelliklerin aslında hep yan yana bulunduğunu kavramak ve bütün bu duygu ve ruh durumlarını kitabın ölüm, siyaset ve aldatmacanın şiddetiyle yüklü olay örgüsüyle birlikte yaşamaktı...
...

Dostoyevski bu cinayet aracılığıyla dramlaştırdığı Rus nihilistlerinin ve Batıcılarının ruh dünyalarına girerken, aslında bütün “yenidünya”, ”devrim” ve “ütopya” hayallerinin arkasında bu dünyaya, bugüne, eşimize, dostumuza, çevremize yönelik güçlü bir iktidar isteğinin de yattığını olanca açıklığıyla gösterdi. Bu yüzden ilk solculuk heyecanlarım içinde  "Cinler"i okurken, sanki yüzyıl öncesinin Rusyası’yla değil, bana gırtlağına kadar şiddete dayalı radikal siyasete batmış Türkiye ile ilgili bir hikâyeyle karşılaşmışım gibi gelmişti. Bütün o dünyayı değiştirme isteğinin, bir yerlerde bir örgütler olduğu hayalinin, içten devrimciliğin ya da adam tavlayıp kafakola almanın, bizimle aynı dili konuşmayan ve aynı görüşü paylaşmayanları kahredici bir şekilde aşağılama zevkinin gizli dilini, ruh hallerini Dostoyevski sanki bana korkutucu bir sırrı fısıldar gibi öğretiyordu. O zamanlar bu roman hakkında niye konuşulmuyor diye sık sık düşündüğümü hatırlıyorum. Bizim kültürel iklimimiz hakkında bu kadar çok şey söyleyen bu kitap hakkında solcu çevrelerdeki sessizlik, bana sanki bu kitabın korkutucu bir sır fısıldadığı izlenimini veriyordu. “
(Orhan Pamuk, Cinler, S.9, 11 İletişim yay.)

Orhan Pamuk burada 1980 öncesi Türkiye’si ile 1870’lerin Rusya’sı üzerine bir paralellik kurmakta, olgulara tam anlamıyla Dostoyevski’nin bakış açısıyla bakmaktadır. Ve bu konuda gerçek düşüncesini şu cümlelerle ifade etmektedir:

“Bizim kültürel iklimimiz hakkında bu kadar çok şey söyleyen bu kitap hakkında solcu çevrelerdeki sessizlik bana sanki bu kitabın korkutucu bir sır fısıldadığı izlenimini veriyordu.”

  “Ecinniler”in karalamalarından(Dostoyevski’nin el yazısı)

Burjuvazinin sömürü sisteminin yıkılmasının olmazsa olmazlarını Paris Komünü deneyiminde işleyen Marksizm, bu konuda noktayı koymuştur. Yine örgütlenme konusunda 1980 öncesi ML’i savunan Türkiye devrimci hareketi illegalite örgütlenmeyi, devrimin ancak şiddet yoluyla sağlanabileceğini savunarak doğru bir noktada duruyordu ve ona göre de davranmaya çalışıyorlardı. Bizim bu konuda Orhan Pamuk gibi tereddütlerimiz yok ve Dostoyevski o dönemde devrimciler arasında rağbet görmüyorduysa devrimci durumun var olduğu koşullarda emperyalist kültürün de geriye itilmiş olduğu, kitlelerin talebinin demokratik-sosyalist kültüre yönelmiş olmasından kaynaklanıyordu. Yine aynı dönemde sinema alanında olsun, müzik alanında olsun işe yaramaz tüm kokuşmuş sanatçılar işsiz kalmışlardır. Bazı gerici aktörler devrimci filim çevirmeye kalkışmış(Cüneyt Arkın –Yıkılmayan Adam ), kimi ses sanatçıları da kitlelerin talebine kendilerini uyarlamaya çalışmıştır. Pop müzik ise hepten silinmiş, dinleyici bulamamıştır.
           
Dostoyevski’nin korkutucu bir sır fısıldadığı şeyi biz yukarda Paris Komünü’nü ve Bakunin’i ele aldığımız bölümlerde yeterince işledik ve bunlara ekleyecek başka şey yok.

2006 Edebiyat dalında Nobel ödülü alan Orhan Pamuk’un “Karamazov Kardeşler” değerlendirmesi şöyle:
“Bana göre geçen bin yılın kitabı “Karamazov Kardeşler”dir. Bu dünyada yaşamın, öteki insanlarla birlikte olmanın ve öteki bir dünyayı düşlemenin bütün sorunlarını, neredeyse ansiklopedik bir boyuta varan bir genişlik ve yürekten gelen böylesine sarsıcı bir yoğunlukta dramlaştırabilen bir başka kitap bilmiyorum. Kilise ve devlet, ideolojiler ve güzellik, özgürlük ve sorumluluk gibi her zamanın sorunlarıyla, taşradaki küçük bir Rus ailesinin para, aşk, baba korkusu, kardeş kıskançlığı, itibar gibi iç sorunları arasında bu roman öylesine bir ahenk ve güçle gidip gelir ki; insan, okumanın verebileceği en büyük armağanı alır:

“Kendi hayat deneyimimizin de insanoğlunun deneyiminin bir parçası olduğunu derinden hissetmek“ (Orhan Pamuk, "Karamazov Kardeşler", İletişim yay.  Önsöz)

Orhan Pamuk, "Karamazov Kardeşler"in gerici özünü ele almıyor. O, dün olduğu gibi bugün de geçerli olmayan Dostoyevski’nin bir takım fantezi, ütopik ve sapık düşüncelerini övmekle yetiniyor. Ortodoksluğun, Slovak, Rus milliyetçiliğinin açık propagandası olan bu roman da kriminaliteden öte hasta bir ruhun bozguncu feryadı yükselmektedir. Orhan Pamuk bu bozguncu feryada hayrandır!

Birçok edebiyat ödüllerine layık görülmüş Selim İleri’nin Dostoyevski romanları üzerine değerlendirmesi:
“Bana sorarsanız, asıl güzellik hep onlarda, öteden beri, yirminci yüzyıl romanında en güçlü etkiyi Dostoyevski’de hissederim. Bir türlü söze dökemediğimi Victor Terras’ın yorumundan aktarıyorum:
‘Dostoyevski romanları, duru açık seçik, iyi yazılmış veya mükemmel olmaktan çok, yaşayan romanlar. Anlatıcının ve karakterlerin konuşmalarını bitmiş bir ürün gibi değil, yaşayan bir akış içinde sunarlar.’ “(Selim İleri, Yeniden Dostoyevski, Zaman Online )

Selim ileri Dostoyevski’yi yüceltmekte kendi ifadeleri yetersiz kaldığı için Victor Terras’a sığınıyor. O da kapitalist sistemin kitleleri ve ezilen, sömürülen milyarlarca emekçi halkları uyuşturmak ve doğru yollarından saptırmak için öne çıkardıkları Dostoyevski ve Dostoyevski gibi hastalıklı yazarların yapıtlarını ‘yaşayan romanlar’ olarak değerlendirmekte, övmektedirler. Ne diyelim?

Dönem kapitalizmin en uç noktasına ulaştığı bir dönem ve Dostoyevski, Dostoyevski gibilerinin de öne çıkarılması, kültür yozlaşmasının erozyonuna uğramış milyonlarca kitle tarafından da alkışlanması kadar normal bir şey olamaz.

Nikolay Aleksandroviç Berdyaev:
“ Dostoyevski bu yeniden oluş ve ateşle vaftize hazırlamıştır ruhları: Yeni ve sonsuz Mishak’ın canlı bir Hristiyanlığın belireceği manevi bir rönesans için zemin hazırlamıştır. O Tolstoy’dan daha çok din reformcusu sayılmalıdır. Tolstoy, Hristiyanlığın değerlerini yok etmiş ve kendi başına bir din kurmak istemiştir; yapmış olduğu hizmetler, yalnızca olumsuz olmuştur; eleştiriye açıktır oysa Dostoyevski, yeni bir din bulmuş değildir. Hristiyan gerçeğine ve sonsuz geleneğine bağlı kalmıştır. Onlara taze ruh katmış yadsınamayacak, yaratıcı bir itici güç sağlamıştır; hemen hemen tamamıyla geçmişte yaşadıkları bir çağda Yuhanna’nın apokalipsine atıfta bulunmuş, onların gözlerini geleceğe çevirmiştir. Yüksek ruhsal olanakların kâhince sunulması açısından, Dostoyevski’nin yapıtı olağanüstü derecede verimli olmuştur...
...Ruslar manen onun izinden gitmeye çalışmalı ve onun yaşantısından çıkarak kendilerini tanıyıp, arıtmayı öğrenmelidirler.”(N.A.Berdayev, Dostoyevski. S.170)

Berdyaev üzerine yorum yapmaya hiç gerek yok. O, Dostoyevski’yi tam bizim anlatmak istediğimiz gibi zaten anlatıyor!


Andre Gide “Dostoyevski” adlı yapıtında şöyle yazıyor:
“Tolstoy’un iri cüssesi hala ufku kaplamakta. Ama, aynı dağlık ülkelerde kendisinden uzaklaştıkça, en yakındaki tepenin ardından, o tepenin gizlediği daha yüksek bir tepenin ortaya çıkışı gibi, bazı öncü kişiler daha şimdiden dev Tolstoy’un arkasından, Dostoyevski’nin ortaya çıkıp büyüdüğünü fark ediyorlar. Dostoyevski, işte o yüksek tepenin ardında yarısı saklı duran diğer tepedir. Dağ zincirinin sırlarla dolu düğümü, bugün Avrupa’nın susuzluğunu giderebileceği ırmakların en verimli birkaç tanesi, kaynaklarını bu tepeden alıyorlar. İbsen ve Nietzsche’nin yanında adının anılması gereken kişi Tolstoy değildir. Dostoyevski’dir. Onlar kadar büyük ve belki de üçünün en önemlisi.”(Andre Gide, Dostoyevski S.9)

Vladimir Nabokov:
Dostoyevski’yi eleştirilerinde içeriğe değil biçime yöneliyor. Genel olarak eleştirdiği Dostoyevski romanlarında, romanların kuruluşuna, anlatımına, işleyişine, okuyucu ile karşılıklı etki-tepkisine ve roman kahramanlarında gördüğü biçimsel özellik ve sorunlara odaklanıyor. “Karamazov Kardeşler”e ilişkin yaptığı kritikte de olguya biçimsel yaklaşmakta, eleştirilerini romanın içeriğine, ideolojisine, temasına değil biçimine yöneltmektedir:

“Kitap tipik bir kriminal (polisiye )romandır. Adeta yavaş çekimli bir gerilim filmi. Romanın başlangıcındaki durum Aşağıdaki gibi: Bir kez baba Karamazov kart bir zampara Hiç bir zaman, üzülmeyi hak eden bir maktül (katledilmiş kişi)değildir. Her ileri görüşlü yazar böylesine bir polisiye romanı hayal bile edemez. Baba Karamazov’un -üçü evliliğinden ve bir tanesi de evlilik dışı- dört oğlu da onun öldürülmesine ilişkin olarak şüphelidirler(zanlıdırlar).Gerçekten bir kutsallığı çağrımlaştıran en gençleri Aleksei şüphesiz olumlu bir kahramandır. Bir kere Dostoyevski’nin dünyasını ve uygulanabilir kurallarını kabul edersek, ağabeyine yardım etmek için babasını öldürebileceğini de bilmeliyiz.(V.Nabokov, Die Kunst Des Lesens. S.195)

"Karamazov Kardeşler"e biraz yakından bakalım:

Romanda geçen önemli karakterler:

“Bu karakterler neredeyse nörotikler(Sinir hastaları) ve akıl hastalarından oluşan bir koleksiyon. Bu sorgulamaya açık bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Bir yapıtta gerçekçilik ve insani tecrübelerin bu olup olmadığı üzerine de Dostoyevski’nin yapıtları yargılanabilir.”(Vladimir Nabokov, Die Kunst des Lesens, S.164)

Fyodor Pavloviç Karamazov:55 yaşlarında, iğrenç, şehvet düşkünü, asalak, acımasız bir baba.

Dimitri Fyodoroviç Karamazov (Mitya):28 yaşlarında F.Pavloviç'in büyük oğlu. Annesinin ölümünden sonra hakkına düşen mirası değerinin çok altında üçkâğıtçı babasına devretmiş, parasını da alıp har vurup harman savurmuştur. Mirası değerinin çok altında devrettiği için de babasından yeniden bir miktar para istemektedir. Katerina İvanova ile nişanlı olmasına karşın Babasının da elde etmek istediği şuh kadın Gruşenka'ya âşıktır. Şehvete ve eğlenceye düşkün savruk bir gençtir. Kardeşi Alyoşa ile de sıkı bağları vardır.

İvan Fyodoroviç Karamazov:F.Pavloviç'in ikinci karısından doğan 24 yaşlarındaki ikinci oğludur. İyi bir eğitim almıştır. Nihilist düşünceleri olan bir ateisttir. Babasına karşı da kardeşi Dimitri(Mitya) gibi düşmanca düşünceler beslemektedir.

Aleksey Fyodoroviç Karamazov: F.Pavloviç'in yine ikinci karısından olan 20 yaşlarındaki küçük oğlu. ‘Alyoşa’ olarak da çağrılır. Hristiyanlığı ve inancı temsil etmektedir. Bunun için de romanda özenle çizilmiş bir portre ve  ’mistik olumlu kahraman‘ özelliklerini içeren bir karakterdir (Dostoyevski’nin gerçek yaşamında kaybettiği üç yaşındaki oğlunun da adı Alyoşa'dır) Alyoşa inanç bakımından İvan’ın antitezidir. Dostoyevski kendi bakış açısıyla Alyaşo'yu bir yeni insan, olumlu kahraman olarak işlemiştir.

Pavel Smerdyakov:Lizaveta Smerdyaşçaya’nın F.Pavloviç ile ilişkisinden doğduğu düşünülen gayrimeşru çocuğudur. Saralıdır ve bakımı evdeki hizmetçiler tarafından üstlenilmiştir. Ağabeyi İvan'a hayrandır. F.Pavloviç'e hizmet ve saygıda kusur etmemesine hatta ona dalkavukça davranmasına karşın aslında ondan nefret etmektedir. Sonunda İvan’ın telkinleri ile babasını öldürecektir.

Staretz Zosima:Alyoşa’nın yaşadığı manastırın başrahibidir. Aynı zamanda bir azizdir. Kendisine çömezlik yapan Alyoşa'yı çok sevmektedir. Tıpkı Hz. İsa gibi hastaları iyileştirmek gibi mucizeler göstermekte, bunun için de halk kitleleri tarafından sevilip sayılmaktadır. Dostoyevski, "Karamazov Kardeşler"i yazmadan önce yaptığı araştırmalar sonucu 1723-1783 yılları arasında yaşamış Aziz Tichon Von Zadonsk’u ‘Starez Zosima‘ adıyla romanında betimlemiştir. Nowgorod bölgesi Korotsko köyünde doğmuş olan Tichon Von Zadonsk 1861 yılında Rus Ortodoks Kilisesi tarafından aziz ilan edilmiştir. Hristiyanlığa ilişkin birçok kitap yazmıştır.

Agrafena Aleksandrovna Svetlova(Gruşenka):  Genç yaşta aldatılmış sonra da terk edilmiş güzel, şuh bir kadın. Şuh ve güzel olduğu kadar uğradığı ihanetten dersler çıkaracak kadar da zekidir. F.Pavloviç Karamazov ile Dimitri'yi mesafeli bir şekilde idare etmekte, kişisel çıkarlarını ön planda tutmakta bunları yaparken de gönlünde taht kur- muş bir subayı sevip gelmesini beklemektedir. Dimitri Karamazov ile babası arasındaki kıyasıya savaşımın nedenlerinden birisi de Gruşenka'yı her ikisinin de elde etmek istemeleridir.

Katerina İvonovna Verkhovtseva:Dimitri’nin nişanlısı. Babasının yolsuzluğunu ört-pas etmek için Dimitri'den borç para almış bunun için de onunla nişanlanmıştır. Aslında oldukça ahlaklı ve onurludur. Romanda onur, asalet ve şerefi temsil eden ikinci bir olumlu karakterdir. Sonraları İvan'ı sevdiğini anlar.

Kolya Krasotkin (Nikolay Ivanov Krasotkin:Posta memuru olan babasını henüz bir yaşındayken kaybedince annesi çok genç yaşta, on sekizinde dul kaldı, evlenmedi. Kendini biricik oğlu Kolya'yı yetiştirmeye verdi. Kolya, oldukça zeki bir çocuktu. Kendisini yetiştirmesini de iyi biliyordu. Babasından kalan kitapları dahi yaşının ufaklığına karşın okumuş, hatta bazı konularda öğretmenleriyle yarışacak duruma gelebilmişti. Kolya zeki ve çalışkanlığının yanı sıra oldukça afacan ve cesur, gözünü budaktan sakınmaz, aşırılıkları sever, yaptığı aşırılıkları da ilgiyi üzerine çekmek gösteriş ve caka için yapardı. Dostoyevski Kolya’yı betimlerken kendi ergenlik çağının portesini okuyucuya çizmektedir:
“ Yüzüne gelince; hiç de suratsız değildi. Hatta tam tersine sevimli, beyaz, biraz solgun, çilli bir yüzü vardı. İri olmayan ama canlı, gri gözlerinin bakışı korkusuz, çoğu zaman da duyguluydu. Elmacık kemikleri oldukça genişti, ağzı ufaktı. Pek kalın olmayan kıpkırmızı dudakları vardı. Ufak burnu iyice kalkıktı.”(Karamazov Kardeşler, S.572)

Henri Troyat ise Dostoyevski’yi şöyle betimliyor:
“Kararlaştırılan saatte Baron Vrangel al yakalı, kül renkli kaputuyla bir erin odasına girdiğini gördü. Adam biraz kamburca duruyordu. Kolları iki yanında sarkıyordu. Kaba burunlu solgun yüzü çilliydi. Çelik grisi gözleri, üzüntülü, iğneleyici bakışlarla dosdoğru önüne bakıyorlardı. Kumral saçları yönetmeliğe uygun bir uzunlukta kesilmişti”(H.Troyat, Dostoyevski S.172)

İlüşa:Kentteki bir öğrenci. Kolya tarafından okulun diğer çocuklarına karşı korunmuş, yaptığı yanlış bir hareketten sonra  (köpeği Juçka’ya iğneli ekmek yedirmesi)  Kolya, İlüşa ile ilişkisini kesmiş, onunla küsmüştür. Aslında karakterlerindeki ortak özelliklerinden ötürü (Sözgelimi gururlu ve cesur olmaları, acıyı üslenebilmeleri, vb.) birbirlerini sevmekte ve izlemektedirler. Ölümü ile romandaki olayların çok az bir bölümünü oluşturduğu sanılsa da aslında İlyuşa ve Kolya’lı kısa öykü, Dostoyevski’nin romandaki biçime ilişkin teknik yetisinin üstünlüğünü, içeriğe ilişkin olarak da ideoloji ve felsefesinin önemli bir bölümünün ipucunu vermektedir.

Dostoyevski yalnız "Karamazov Kardeşler" romanında değil diğer önemli romanlarında da adeta bir polisiye roman yazarıdır. Doğa ve eşya betimlemelerinin zayıflığı, tüm dikkati insanın iç dünyasına ve dış görüntüsüne yönlendirmesi polisiye roman düşüncesini daha da güçlü kılıyor.
"Karamazov Kardeşler"deki ‘Cinayet‘ romanda gizli tutularak klasik polisiye roman türüne “Suç ve Ceza”dan daha da çok yakın düşüyor. Suç ve Cezada Raskolnikov henüz romanın başında gidip tefeci kadını ve kız kardeşini öldürerek okuyucu üzerindeki dikkat ve kurgulamayı başka kanallara aktarıyordu.

Baba Karamazov’u öldüren Smerdyahov’a öldürme düşüncesini aşılayan ise bir ateist olan ve ‘Tanrı yoksa her şey mübahtır‘ diyen iyi bir öğrenim görmüş, entellektüel birikime sahip üvey kardeş İvan Karamazov’dur. Smedyahov için İvan bir 'idol'dür! Hep ağabeyini örnek almakta onu taklit etmektedir. Ruhları birbirleriyle uyum içerisindedir. İvan Tanrıya inanmayan bir ateist, Smerdyahov da şeytan ruhlu bir yaratıktır. Hem piç, “gayri meşru” hem de Tanrı onu özellikle şeytan ruhlu olarak yaratmıştır!
Dimitri de babasının azılı düşmanıdır. Aslında o da öldürme niyetindedir. Hatta onu öldürmek için de eve kadar gelmiştir. (Gureşenka'yı aramak için geldiği evin bahçe duvarından atlıyor, eline pirinçten bir demir alıyor, sonra da karşısına çıkan evin uşağına vuruyor) İvan da babasının miras meselesinden ötürü düşmanıdır ve ölmesini istemektedir. Peki romanda en olumlu tip olan ‘ahlak ve erdem’i sembolize eden Alyoşa’nın baba Karamazov’un öldürülmesine ilişkin konumu nedir? En azından Baba Karamazov’un öldürüleceğine ilişkin duyumları vardır ancak içindeki dürtü ve duygular buna engel olmanın önüne geçmektedir. Yani Alyaşo da bu konuda en az diğerleri kadar sorumludur.

“Büyük Bir Günahkârın Hayatı“ başlıklı bir serinin ilk kitabı olmak üzere yayınlanan bu roman, Dostoyevski’nin son yapıtıdır. "Karamazov kardeşler", Dostoyevski’nin kaleme aldığı önemle sürgün sonrası yapıtlarının geldiği en son aşama, söylemek istediklerinin artık çözümlenmesi, sentezidir. Romanın konusu Tanrı ve inanç üzerine kurulmuştur. Baba katilliği, kardeş, baba, arkadaş aşk, sevgi, şehvet gibi romanı kapsayan ilişki ve olgular, Tanrı, İsa, kilise, Ortodoksluk ve Rusya’nın kutsallığını yansıtabilmek, motife edebilmek için sahnelenmiş olaylar, öne sürülmüş anti kahraman ve figüranlar olarak algılanmalıdır.
Romanda, Dostoyevski tüm ideoloji ve felsefede geldiği son aşamasını değişik karakterler üzerinden okuyucuya sunmakta, karşı düşünceleri birbiriyle tokuşturup sonunda kendi düşüncelerini parlak düşünceler, evrenselliğin de olmazsa olmazı olarak lanse etmektedir.

1871’de “Ecinniler” romanını yazdığında hangi sınırda durduğunu Shatov’a şöyle söyletiyordu: “Rusya’ya inanıyorum, Ortodoksluğa inanıyorum. İsa’nın Rusya’da yeniden ortaya çıkacağına inanıyorum. “Ya Tanrı’ya? Tanrı’ya? “ “Ben.... Ben Tanrıya da inanacağım.”

Dostoyevski Tanrının varlığı—yokluğu sorunu ile inanca ilişkin sorununa klasik Hristiyanlığın bakış açısıyla bakmıyor. O tanrının var olup olmadığına ilişkin bir tartışmaya kesinlikle girmiyor. Tartışmaları ve kafa yorduğu şey ‘İnanç’ üzerine oluyor. Tanrı olsun olmasın inanmak güzel şey diyor. Bir Tanrı yoksa onu var eder ve inanırım anlayışıyla hareket ediyor. Tanrısı olmayan bir insan için her şey mübahtır. Bundan dolayı Tanrının gerçekten var olması ya da olmaması o kadar da önemli değil onun için... Onun için, o olmasa da olduğuna inanmak, varmış gibi davranmak gerekmektedir. Bu ruhun ‘gerçek olan’ ile ‘gerçek olmayan’ arasında yaptığı bir tercih meselesidir aynı zamanda.

Bu yontulmamış metafizik anlayış, Dostoyevski tarafından öylesine radikalleştirilmiştir ki, ulusların var olup olmama, varlıklarını sürdürebilme sınırına dek getirilip dayandırılmıştır.

"Karamazov Kardeşler"de İvan ile Zosima’nın tez ve antitezleri karşı karşıya geldiklerinde İvan’ın öne sürdüğü savlar pozitivizmi temsil etmekte ve daha ikna edici görünmektedir. Buna karşın iman ve inancı temsil eden Zosima'nın düşünceleri, öne sürdükleri sadece bir düşler dünyasını betimliyor.

Burada Dostoyevski’nin okuyucuya bir tercih bırakıyor inanç bağlamında. Ama o şöyle de fısıldamadan edemiyor:

“Her kim ki bana İsa’nın gerçeğin dışında olduğunu ve gerçeğin onu dışarı attığını ispatlarsa o zaman ben, gerçeğin yanında değil, İsa’nın yanında olmayı tercih ederim.”

Aslında, Tanrıya İnanma ya da inanmama sorununda Dostoyevski çelişkili bir pozisyonda da duruyor. Çünkü “Budala”yı yazmadan çok önceleri daha sürgün yıllarında Tanrıya inandığını söylüyordu:

“Dostoyevski’nin kendi anlattığına göre, Dostoyevski ilk sara nöbetini henüz zorunlu çalışma kampındayken geçirmiş ve din üstüne yapılan bir tartışmada bir tanrıtanımaza “Hayır, hayır ben Tanrı’ya inanıyorum”,diye var gücüyle karşı çıkmasından sonra bu nöbet, yukardan gelen tanrısal bir açıklama niteliğini kazanmıştı.”(A.V.Lunaçarski, Sanat ve Edebiyat Üzerine S.132)

Dostoyevski Tanrıya inandığını “tanrıtanımaza” haykırdığında yıl 1850’dir Omsk’da prangalı tutsaktır.

Demek ki Dostoyevski Tanrıya bir inanmış bir şüpheye düşmüş, bir inanmamış, SAĞLAM ZEMİN ARAYIŞI İÇERİSİNDE OLMUŞTUR. Bu ne zamana kadar sürmüş? Çıkarına uygun en kolay ve sağlam zemine ayaklarını basana dek! Yıl 1871’de bu ortamı yakalıyor!

İşte 1871’de Avrupa’dan Rusya’ya döndüğünde artık Tanrıya da inanır olmuştu! Yani Dostoyevski’nin değişimi artık tamamlanmıştı. Bu anlamda  "Ecinniler"den sonra kaleme aldığı SON romanı "Karamazov Kardeşler", Dostoyevski’nin değişimlerinin artık tamamlandığı ve son sözünü söylediği bir yapıt özelliğini de içermektedir.

Elbette ki bu anlayışta gerçek dışı şeyler var! Nietzsche’nin ‘Tanrı öldü‘ demesi gibi gerçek dışı şeyler! İsa’ya inanıyor,(Çocukluğundan beri), Ortodoksluğa inanıyor, sonradan da papazlara ve kiliseye de inanıyor, şimdi de sıra Tanrıya inanmaya gelmiş bulunuyor: "Karamazov Kardeşler"de de artık Tanrıya inanıyor! Ama o “Budala”da da Tanrıya bazen inanıyor, bazen de ‘Tanrıya da inanacağını’ fısıldıyor. Sibiya'da sürgünde ise, bir ateist olmadığını, Tanrıya inandığını fısıldıyor. Burjuva eleştirmenleri Dostoyevski üzerine teoriler inşa ederken bazı çelişkileri görmezlikten gelmeyi onun henüz “İnsancıkları” yazdığı süreçteki yani Sibirya mahpusluğu ve sürgünü öncesi ‘Tanrı ve din’ üzerine olan saplantılarını kritiklerinde yer yer belirtmiş olmalarına karşın kendi yazdıklarıyla da çelişkiye düşüyorlar.

Dostoyevski Sibirya tutsaklığı ve sürgün yıllarını kapsayan Petersburg'dan ayrı kaldığı 10 yıl boyunca İncil’i adeta yutuyor ve onun kapsamlı bir kritiğini yapma olanağını buluyor. Daha sonra Petersburg’a dönüşüyle birlik “Yer Altından Notlar” ile düşüncelerinde oluşan gelişimleri sırasıyla cepheden açımlamaya başlıyor.
İlk önce saldırdığı yer J.J.Rousseau'nun ‘insan’ üzerine olan hümanist değerlendirmeleri oluyor. Rousseau’ya göre insan yaratılışı itibariyle, temelde iyidir ve onu kötülüklere toplumdaki adaletsizlikler, kötü yönetimler itmektedir. Rousseau’nun bu aydınlanma dönemi tezlerine Dostoyevski , ‘hayır’ diye yanıt vermektedir! “İnsanın daima mantığın ona söylediği gibi kendine fayda sağlayacak şekilde değil de canının istediği gibi davranmasıdır. Kendimize fayda sağlamayacak şekilde de davranabiliriz hatta bazen kesinlikle böyle olmalıdır”.(Yer Altından Notlar. S.31) Dostoyevski devamla insanları diğer canlılardan ayıran şeyin dünyanın her yanına lanetler yağdırmak olduğunu, lanet etmenin de sadece insana ait bir özellik olduğunu, çünkü bu insanı diğer canlılardan ayıran bir ayrıcalık olduğunu belirtmektedir.

Bu kadar değil!

İnsanın temelde pisliğe karşı, kötülüğe karşı bir eğilimi olduğunu, en erdemli kişilerin bile önüne tüm dünya nimetlerini serseniz de, bu erdemli kişi, insanın doğası gereği “nankörlüğü ve hayırsızlığı yüzünden inanılmaz rezillikler bilinçli olarak” kendine bırakın faydayı kesinlikle zararı dokunacak şekilde davranır. (a.y.s.36) diye yazmaktadır. İkinci olarak; insanın doğasında ‘acı çekmeye, günah işlemeye karşı sınırsız bir istem olduğunu özellikle vurgular.

“Ecinniler” ve “Karamazov Kardeşler”de de bu savların geliştirilerek artık yapısal tümlemenin periyodik olarak tamamlanmış olduğunu görüyoruz.

Dostoyevski’nin Turgenyev’e gidip itiraflarda bulunması, kendini onun önünde aşağılaması, Turgenyev’i tanıdıkları içerisinde en aşağı kişi olarak gördüğü içindir. En aşağı kişi tarafından aşağılanmak! Bu gibi saplantılı kişileri normal insan kategorisine veya ‘dahi’ kategorisine tutup sokmak gerçekten düşündürücüdür. Bugünkü bilim, böylesi olguları bir klinik vakası olarak ele alıp, müdahale etmektedir.

Ondaki bu kliniklik durum, üstelik yaşamında sürekli var olmuştur ve Dostoyevski bu kliniklik durumun aslında hem farkında hem de oldukça memnun görünmektedir. Çünkü hasta bir vücudun düşünce sistemi de hastalıklıdır ve sağlıklı bir insanın göremeyenciği başka bir dünyayı görebilme olanağını yakalayabilmektedir.

Yani gerçek ilişkilerin sürüp gittiği elle tutulur, gözle görülür bir dünyanın dışındaki hayaller dünyası! Gerçek dışı bir dünya... İşte bu gerçek dışı dünyayı Dostoyevski “epilepsi” sayesinde yakalayabildiğini ima edip, tanrısının bu hastalığı kendisine verdiği için yaşamından bu anlamda şikâyetçi olmayıp,  hatta denebilir ki bunun için hem memnun hem de gurur duymaktadır.

Suç ve Cezada Raskolnikov ile Svidrigaylov arasında şöyle bir diyalog geçer:
(Svidrigaylov ölmüş karısını uyanıkken üç kez gördüğünü söyler ve Raskolnikov’a hortlaklara inanıp inanmadığını sorar. Raskolnikov inanmadığını söyler)
“....
Svidrigaylov adeta kendi kendine konuşuyormuş gibi, başı biraz yana eğik ve başka yana bakarak mırıldandı:
—Bu gibi hallerde, genel olarak ne derler? Size derler ki: “Sen hastasın, şu halde sana görünen şeyler aslı olmayan bir karabasandan başka bir şey değildir.” Zaten işin mantığa sığar yanı da yok. Hayaletlerin, hortlakların yalnız hastalara göründüklerini kabul ediyorum. Ama bu hal, hayaletlerin, hortlakların sadece hastalara görünebileceklerini kanıtlar, yoksa onların hiç olmadıklarını değil!
Raskolnikov öfkeli öfkeli direndi:
—Tabii, hortlak falan yok.
Svidrigaylev, ağır ağır gözlerini ona döndürerek sözlerini sürdürdü:
—Demek yok ha?.. Siz böyle düşünüyorsunuz öyle mi? Peki, şöyle düşünemez miyiz? Siz de bana yardım edin: “Hayaletlerle, hortlaklar, başka dünyaların parçaları, bölümleridir, onların başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yok. Çünkü sağlıklı bir adam, her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Bu hesaba göre de yaradılış kanunları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama bu sağlıklı adam biraz hastalanıverince organizmadaki normal yeryüzü düzeni biraz bozuluverir, hemen başka dünya parçalarının görünmesi de olağan bir hal almaya başlar. Adamın hastalığı arttığı ölçüde öteki dünya ile olan ilişkisi de artar.”(Suç ve Ceza S.312-313)

Burjuvazinin ruhsal dengesi yerinde olmayan sanatçıları öne sürmesi boşuna değildir. Onlar, kendi düzenlerini sürdürebilmek için, İnsanın yozlaştırılması gerektiğinin kaçınılmazlığını iyi bilmektedirler... Yozlaşan insan, yozlaşmış bir toplumu oluşturur. Sanat da, insanları yozlaştırabilmenin en mükemmel aracıdır. Bugün gelişim olarak en ileri saydığımız toplumlarda bir çöküntü ve yozlaşma en doruk noktasına ulaşmışsa, bunun nedenleri, sunulan sanatın içeriğinde, bunu temsil eden yazarların özelliklerinde, ruhsal durumlarında, sınıfsal cepheleşmede ve konakladıkları mevzilerde aranmalıdır.

En gelişmiş toplumlardaki yozlaşmanın halkasının giderek büyüdüğü ve artık tüm dünyayı sardığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu halka genişledikçe genişledi ve insanlığı mutsuzluğun karanlığına yuvarladı. İnsanlık karanlıklar içerisinde ve hastalıklı beyinleriyle, görme yetisini kaybetmiş gözleriyle duygusuzlaştırılmış ve körleştirilmiş olarak kölelik döneminin en üst aşamasını yaşıyorlar.

Bu yıllarda Dostoyevski Avrupa’nın geldiği noktadan nefret edip, geri kalmış Rusya’yı öncelikle tinsel yönden göklere çıkarırken Tüm Avrupa ve insanlığın kurtuluşunun Rus Ortodoksluğu, Rus İsa’sı tarafından ancak olanaklı olabileceğini kendisine iyice inandırmıştır.


İvan ile Alyoşa’nın Tanrı üzerine tartışmasında mantıkî verilerle ortaya çıkan İvan ağır basar görünmesine karşın ruhun derinliklerinde akıl yoluyla değil de iman yoluyla tanrının varlığına inanmanın (Dostoyevski tarafından İvan’ın daha da gerçekçi-pozitif gösterilmesine karşın) gerekliliği anlatılmak isteniyor.

Dostoyevski’deki bu “İman yoluyla” gerçeğin bilerek yadsınarak gerçek olmayan bir evrene doğru kanat çırparak yalancı bir mutluluğun huzuruna ulaşabilme anlayışı yeni değil, Sibirya’daki sürgün ve tutsaklık yıllarına dayanır. O, yürüdüğü yolda akıl ve deneyin pozitivizmine değil de İMAN’a öncelik tanımaktadır. İman, düşüncenin olmadığı, düşüncenin bazı durumlarda durduğu yerde başlamaktadır.

Tanrıya, evrene ve toplumların gelgitlerine tam da bu pencereden baktığı için insanların kendi elleriyle savaşımlarla ve bileklerinin hakkıyla gerçekleştirmeyi önlerine bir belgi olarak koydukları özgürlük, eşitlik, adalet gibi istemleri ellerinin tersiyle itmektedir. Özgürlük için savaşımın ‘boş’ olduğu özgürlüğe ulaşmanın gizinin çekilen acılarda gizli olduğunu vaaz etmektedir.

Dostoyevski, özgürlük ve mutluluk kavramlarını yorumlarken Katolikliği örnek olarak ele almakta, Katolik kilisesi insanlığa ilişkin tüm sorumlulukları üzerine alarak onların bu dünyada rahat etmelerini, mutlu olmalarını sağlıyor. Yani insan, insan sevgisi adına Tanrı’ya ihanet ediyor. Kilise bundan böyle İsa’dan ruhsal anlamda değil, toplumsal anlamda yararlanma yoluna gidiyor. Toplumsal düzeni koruyabilmek için var oluyor. Buna Dostoyevski Hristiyan Komünizmi diyor. Oysa İsa insanlığa ekmeği değil acıyı salık vermişti. Çünkü acı insana sınırsız bir özgürlük getirecekti.

Sibirya’daki sürgün yıllarında Omsk’tan 20-28 Şubat 1854’de N.D.Fonwisina’ya şöyle yazıyordu:
“Size kendimden bahsedecek olursam, bu yaşta hala bir çocuğum ben. İnançsız, Şüpheci ve galiba da (hatta buna gerçekten eminim )hayatımın sonuna kadar böyle kalacak bir çocuk. Ne korkunç acılar vermiştir bu bana.(hala da vermede ) bütün bunlara karşı elimde kuvvetli deliller olduğu halde, imanı özlemek, oysaki Tanrı bana ara sırada tam huzur veriyor ve bu anlarda ben sevip sevildiğime inanıyorum. Böyle anlarımda kendime açıkladığım imanım; içimde açık ve kutsal benim için. Son derece basit, bu iman. Şöyle ki: Bir kurtarıcıdan daha sevgili, daha derin, daha akıllı, daha insancıl daha mükemmel bir şey olmadığına inanıyor ve kendi kendime kıskanç bir aşkla, orada olan o’ndan daha büyük bir kimse olmadığını söylediğim halde, orada da kimse olamayacaktırHatta daha da ileri giderek şunu söyleyebilirim: Her kim ki bana İsa’nın gerçeğin dışında olduğunu ve gerçeğin onu dışarı attığını ispatlarsa o zaman ben gerçeğin yanında değil, İsa’nın yanında olmayı tercih ederim.     “(a.b.ç.) (Dostojewski, Gesammelte Briefe S.87)

Yukarıdaki ‘İsa ve gerçeklik’ üzerine öne sürdüğü metafizik düşünce, daha sonraki romanları “Budala”, “Ecinniler”, “Karamazov Kardeşler” olmak üzere yazdıklarının ve yaşamının çekirdeğini, tözünü oluşturmuştur.

İvan Karamazov Rus devrim hareketinin nereden kaynaklandığı üzerine şöyle bir yorumda bulunuyor:
“Berdayef s.107

Dostoyevski’nin(12.02.1881) tabutuyla birlikte cenaze alayı    


1- Liberal Turgenyev, 2.Alexandr’a sadık bir uyruk olduğunu ve Polonya isyanını bastırırken yaralanan askerler için İki altın yardımda bulunduğunu bildiren bir mektup gönderince, Kolokol dergisi: (Herzen’in Avrupa’da çıkardığı devrimci dergi –Yazar Notu) “Kendisinin duyduğu vicdan azabından imparatorun haberi olmadığı için acı çekerek geceleri bir türlü uyuyamadığını Çar’a bir mektupla bildiren (erkek soyundan) ak saçlı kadın evliya Madeleine’den”söz etti.(Burada, Lenin Herzen’in “Dedikodular karalamalar vb...” adlı makalesine atıfta bulunuyor.) Turgenyev söz konusu Madeleine’nin kendisi olduğunu hemen anladı.

Polonya’yı savunduğu için bütün Rus liberalleri çetesinin kendisinden uzaklaşmasına, bütün “kültürlü yüksek sosyete”nin Kolokol dergisine sırt dönmesine Herzen şaşmadı. Polonya’nın özgürlüğünü savunmayı ve 2.Alexandır’ın yatıştırıcılarını, cellâtlarını, adam asanlarını yerden yere vurdurmayı sürdürdü. Turgenyev’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu :”Rusya’nın onurunu kurtardık ve bu bize bir uşak çoğunluğunun saldırısına mal oldu.”
     (Lenin, Sanat ve Edebiyat, Herzen’in anısına S.80-81)

2-Deizm: Tüm dinleri reddeden ancak tanrının varlığına inanan inanç şeklidir. Dinler reddedildiği için Peygamberler, kutsal kitaplar, cennet ve cehennem; melek, şeytan gibi kavramların “deizm” inancında yeri yoktur. Sadece evreni ve doğa kanunlarını koyan, bunun ardından evrene ve insanlığa hiç bir müdahalesi olmayan tanrıya inanılır. Evrim teorisine karşı değildir ayrıca akla ve doğaya dayanır.

3-Garibaldi Guiseppe (1807-1882) İtalya devletinin kurulmasına öncülük etmiş, İtalyanlar tarafından İtalya’nın en büyük kahraman ve yurtseverlerinden biri olarak kabul edilen halk önderi.

4-Dostoyevski burada,1848-1849 Tüm Avrupa’yı etkileyen ve yenilgiyle sonuçlanan Fransa’daki burjuva devrimlerini vurguluyor.

5- Biz burada Bakunin’in Marksizm karşısındaki konumunu tartışacak değiliz. Her durumda Marksizm’in can alıcı ilkelerini yadsımış olmasına, teorik ve pratik olarak tutarsız bir çizgi sergilemiş olmasına karşın, devrimci bir pozisyonda durduğudur. Dostoyevski Bakunin üzerinden tüm devrimci ve sosyalistlere saldırmaktadır. Onun hedefi Bakunin değil, Bakunin’in şahsında devrimci ve sosyalistler üzerinde çirkin ve nefret ettirici bir portre çizmek, tinsel dünyalarını da oldukça karanlık, dengesiz ve bir şeytan, bir cehennem zebanisi kalıbının içerisinde betimlemektir.

 6-Phalanstère(Phalansterium): Ütopist sosyalist Charles Fourier(1772-1836)’in 1620 üyesiyle birlikte komünal olarak birlikte yaşamayı, üretmeyi, serbest aşk yapmayı ve birlikte tüketmeyi kurguladığı komün köyü.

Fourier’in ve Owen’in Kuzey Amerika kıtasında çok sayıda takipçileri oldu ve bu ütopyacıların düşüncelerini de pratiğe uyguladılar.1843-1858 yılları arasındaki 15 yıllık süre içerisinde Kuzey Amerika’nın çeşitli bölgelerinde içinde yaşayanları 100,000’i aşkın 40 kadar Phalanax kuruldu ve buralarda komünal yaşama geçildi.

 7-Granowskij Timofei Nikolajewitsch(1813-1855) Tarihçi, Hegelci ve "saf güzellik" düşüncesinin temsilcisi. Önde gelen batıcılardan. 1840’lardaki genç Herzen, Belinski jenerasyonunun esin kaynağı.
              
 8-Felix Pyat:(1810-1889) Fransız sosyalisti, gazeteci, yazar, politikacı.1871 Paris Komünü üyesi ve yöneticilerinden. Paris komünü yenilince yurt dışına kaçtı, Gıyabında ölüm cezası verildi.  Genel af olunca Fransa’ya geri döndü(1880) ve La Commune gazetesini çıkardı.1888’de Marsilya’dan milletvekili seçildi,1889’da öldü.

 9-Marseillaise: Fransa Milli Marşı
 1792’de Fransa’nın Prusya ve Avusturya ile savaştığı dönemde yazılmış, 1795’de de Fransa’nın milli marşı olarak kabul edilmiştir. 1804-1814 yılları arasında yasak değildi çünkü bu dönemde Napolyon’un kendisi devrim taraftarıydı. 1830 Temmuz devriminden sonra Marseillaise devrimci içerik taşıdığı gerekçesiyle yasaklanmıştır. Yasaklı olduğu sürece de ‘La Parisisienne’ milli marş olarak söylenmiştir.(1830’da Burjuva-liberal monarşi kuruluyor ve iktidar toprak ağalarının elinden Burjuvazinin eline geçiyor) 19.ve 20 yüzyıllarda Marseillaise uluslar arası devrimci hareketin hararetli ve anlamlı marşlarından biri oluyor.

“ Kimin peşindedir bu hükümdarlar
  Bu satılmış uşak takımı?
  Bu zincirleri kimin için hazırladılar
  Kimin içindir acaba bu demirden bukağılar?
  Sizin için ey Fransızlar, sizin için tüm bunlar!
  Olacak iş midir bu! Hepimiz hınçlımı hınçlı,
  Şimdiden hazırız sıkmışız yumruklarımızı!
  Onlar sizi yeniden köle yapmak istiyorlar!

  Haydi vatandaşlar sıkıştırın safları, silahları kapın!
  Yürüyün ki şu alçakların kanlarıyla toprağımız sulansın. “
  

10-Mein Lieber Augustin(Almanca şarkı) Benim sevgili Augustin’im

11-Otto Von Bismarck (1815-1898) 1.Willhem(Prusya kralı ) tarafından Prusya’ya başbakan olarak atanmıştır. Devletler arası sorunların savaş yoluyla çözümlenmesinden yanadır.1870 -1871 Fransa savaşından sonra başarısından ötürü, Prusya Kralı 1.Wilhelm tarafından Prens ünvanı almış, şansölye ilan edilmiştir.                                                                                                              
12-Jules Favre(1809-1880) Avukat,1848 devriminden sonra içişleri bakanlığı genel sekreteri, Daha sonra Dış işleri bakanı.1870-1871 Prusya-Fransa savaşında ağır şartlarla barış anlaşmasını imzalıyor. Fransa’nın Prusya’ya tesliminde olduğu kadar Paris Komününde gerçekleştirilen kitlesel katliamlarında sorumlularından birisidir.                                        
   
Domuz hikâyesi carr s.221

Kaynaklar:

Henri Troyat: Dostoyevski  ( İletişim yay.)
Anna Grigorjewna Dostojewski: Erinnerungen Das Leben Dostojewskis in den Aufzeichnungen seiner frau (Dostoyevski’nin yaşamındaki anılarına ilişkin karısının tuttuğu notlar 
N.A.Berdyaev: Dostoyevski (Adam yay,1984) 
Dostoyevski:Gesammelte Briefe 1833-1881(H.Janssen/Arkana-Verlag,
Göttingen,1981)(Toplanan Mektuplar 1833-1881)
Dostoyevski: Dostoyevski’nin Mektupları(Ararat Yay.)
Dostoyevski: Ecinniler (Öteki yay.)
Dostoyevski: Cinler (İletişim Yayınları)
Dostoyevski: Karamazov Kardeşler(Dionis yay.) 
Dostoyevski: Suç ve Ceza(Sonsuz Kitap yay )
Dostoyevski: Yer Altından Notlar(Antik Batı Klasikleri yay.)
Andre Gide: Dostoyevski (L&M Yayınları)
Andre Gide: SSCB’den Dönüş(Anahtar Kitaplar Yayınevi)
A.V.Lunaçarski: Sanat ve Edebiyat Üzerine (Kırmızı Yay )
Karl Marks: Fransa’da İç Savaş (Eriş Yay.) 
Marks, Engels, Lenin: Paris Komünü Üzerine (Sol yay.)
Lenin: Devlet ve Devrim(Günce yay.)
Vladimir Nabokov: Die Kunst Des Lesens, Meisterwerke der russischen Literatur N.Gogol, I.Turgenjew, F.Dostojewski, L.Tolstoi, A.Tschechow, M.Gorki (Fischer Taschenbuch Verlag)
Maurina Zenta: Dostojewskij, Menschengestalter und Gottsucher
    
       
YAVUZ AKÖZEL

 SON 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder