Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Eylül 2012 Cuma

MEHMET HALİL: Edebiyat, Küfür Ve Ahlak Üzerine Düşünceler




EDEBİYAT, KÜFÜR VE AHLAK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER



I

Üreme organlarımızı adıyla anmak küfür müdür?

İnsanın ağız, burun, dil, göz mide, ciğer gibi organlarına yasak konmazken neden üreme organlarını adıyla çağırmak ayıp oluyor, yasak oluyor? Hatta küfür sayılıyor? Yabancı dilde anmak suç olmuyor da neden kendi dilimizde konuşmak suç oluyor? İnsanın kendi dilini bu kadar horlaması yasaklaması neden?

Kendi ana dilinden daha önemli bir sebep olmalı ki bu yasaklanabiliyor… Egemen güçlerin tek hedefi kâr;  kâr için (para için) yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Onlar için itiraz etmeyen itaat eden toplum gerekli; onun için insanı en zayıf yerlerinden yakalayıp itaate zorluyorlar. Kendi dillerini bile bunun için yasaklayabiliyorlar… Haz duygularını kontrol ederek elde ettikleri güç ve bu nedenle ileri sürdükleri ahlak kuralları ile topluluklar üzerinde kurdukları otorite onlara çok büyük avantajlar sağlamakta…

İnsan en azından insanın yaptığını yine insanın değiştirebileceğini bildiğinden, bu ahlak kurallarının, tanrı tarafından geldiğine ve kutsal kitaplarda bulunduğuna inandırılarak, güç kazandırılmakta, dokunulmazlık sağlanmakta... Bu ahlak kurallarının kökü bilinmediği için kutsal kitaplarla donatılarak insanlar birbirinin canına kıyabilmekteler… Töre cinayetlerine sebep olmakta…

Yanılmıyorsam Freud, dil ile ilgili “dil devletin derisidir!’’ der. Derisiz insan yaşayabilir mi? Aynı şekilde dili olmayan devlet yaşayabilir mi? İnsanın olmazsa olmaz organları da böylece yaşamdan uzaklaştırılmış, baskı unsuru olarak karanlık köşelere saklanmıştır. Bu nedenle de insanlar cinselliğini özgür olarak yaşayamaz. Tabu haline gelmiş. İnsanlar cinsel açlıkla terbiye edilmiştir.

Canlıların hayatta kalabilmek için üç yolu vardır; beslenmek, korunmak ve neslini sürdürmek (üremek). Bu ana damarları kontrol altına alarak sömürü sistemini denetim altında tutmak insanlar üstündeki baskının kilit noktaları olmuştur. Açlık korkusu, ölüm korkusu ve haz duygularını yaşayamama korkusu… Bunlar sıkı denetim altında tutulmuştur.

Kölelik döneminde kadınları köle sahipleri istediği gibi alıp satabiliyor, isterse önce kendisi ilişki kurup sonra kölelerinden kendi istediği biriyle evlendirebiliyordu… Bunlar topraktaki üretimin artırılması için onların isteğine göre ayarlanıyordu.

Yine bir dönem kadınlar çocuklarını memeden ayrılınca devlete veriyor, çocuklar devletin oluyordu. Onlar, anne sevgisi değil, ulus ve devlet duygusuyla yetiştiriliyorlardı.

Ama sonuçta kontrol eden hep egemen güçler oldu. Kendi vücudumuzu başkaları yönlendirdi, yönlendiriyor… Bu ne zamana kadar böyle devam edecek?

Bunları gündeme almadan, sorunun köklerine inmeden, yüzeysel bir sloganla kadın haklarına sahip çıkmak mümkün mü? Bu durumu savunmanın, hem hadım etmek, hem çocuk beklemek gibi bir şey olmaz mı?

Sanatın görevi toplumun önünü tıkayan engelleri aşmak, gelenekleri ve tabuları yıkmak olduğuna göre, önce bu gelenek ve tapuların ne olduğuna bakmalı:

Onlara verilen, kutsal değerleri sıradanlaştırmak ve yerine yenilerini koymak için ne gerekiyorsa yapılmalı… Eğer cinselliğimizi kendi istediğimiz gibi kullanmak küfür sayılıyorsa, bu küfrü çekinmeden kullanmalıyız.


II

TDK Büyük lügatte küfür: “Hakaret içeren söz’’ olarak geçiyor. Söz hakaret içeriyorsa, o sözün eylemi neyi içerir?

İnsanın yaşama amaçlarındandır mutluluk, hayatta kalabilme mücadelesinin sebebidir. Mutlu olabileceği umudunu taşımayanlar için bir şey ifade etmez yaşam. Bunun için çalışır, neslini bunun için sürdürür. Bu iki tutkusu insanı hem köle eder hem özgürlük için mücadele etmesinde motor rolünü oynar.

İnsanın emeği nasıl insana karşı silah olarak kullanılıyorsa, birikmiş ve maddeleşmiş insan emeği değişik yollardan geçerek üreten insana baskı aracı olarak, silah olarak nasıl geri dönüyorsa, haz duygusu da öyle… Kendi bedenimiz bize karşı kullanılıyor ve kendi organlarımızın esiri olarak bizi ezenlere hizmete zorlanıyor.

Küfürler neden daha çok cinsellik üzerinden… Çünkü en çok bastırılan cinsel duyguları insanların, küfür bir yerde rüya gibi, elimizde olmadan çıkıyor ağzımızdan rahatlatıcı bir rolü var. Baskı daha çok kadınlara, erkekler için o kadar büyük sorun yok.

Hiç “babanı sikeyim!” denmez... Ama iki lafın biri “ananı sikeyim’’dir!.. Bunun altında yatan psikolojik nedenlerin; kadına karşı bir üstünlük kazanma, ona karşı üstünlüğünü dayatma, kendini onunla eşit görmeme ve kadın üstünde bir otorite sağlama(bilinçaltı bir dürtü) isteğinden kaynaklanmadır.

Yüzyılların eğitimi genlere öylesine işlemiş ki, bu küfür doğal karşılanmakta, kadın hâlâ bir meta olarak görülmekte, erkekle eşit değil, onu eğlendiren bir obje olarak, onu rahatlatacak bir yedek unsur olarak görülmektedir. Bu kadına karşı bir aşağılayıcı davranıştır, bir küfürdür! Ama bu kişilerin suçu değil, erkek egemen gücün, yüzyıllar boyunca çocukluktan başlayarak insanlara işlenen, genlere dokunan bir sonucudur. Sömürü sisteminin ayıbıdır ve bir tabu olarak yerleşmiştir, kadınlara bile bu erkek egemen sistem kabul ettirilmiştir. Ama bu eşitsiz sisteme bir eleştiri yapan yazı veya şiir olursa, yüklendiği işlev dikkate alınmadan, sadece içinde geçen, organlarımızı kendi ana dilinde anmaktan dolayı küfür olarak değerlendirilebilmektedir. Burada asıl küfür, eleştiren yazarın değil, bu eleştiriye karşı çıkan mantıktır. Çünkü bir cinsin ezilmesini dolaylı olarak da olsa savunma pozisyonudur.

“Sikmek” fiili burada bir üreme eylemi, bir sevgi unsuru olarak değil, ayakta kalmak, çoğalmak ve erkeğin egemenliğine karşı bir kefaret olarak kan akıtmak(kızlık sorunu), kan davalarında karşı tarafın en nazik yerleri namusu tehdit edilerek öç almak, hınç almak için kullanılmaktadır… Aslında kız olanlar aybaşlarında kanama geçirdiklerine göre, kızlık zarı delik olmalı ki kan akabiliyor, öyle olduğuna göre kızlık sorunun bu kadar abartılarak öne çıkarılması namus meselesi olarak gündeme gelmesi, egemen güçlerin koydukları bu ahlak simgesi… Ekonomik sömürüyü kontrol etmek için, artı değer sömürüsü olduğu gibi, haz duygusunu da kendi çıkarları için kullanabilmek, yemek içmek kadar vazgeçilmez olan bu duyguyu kendi çıkarları için kullanabilmek için tabu haline getirmişlerdir.

Osmanlı döneminde devleti dinî liderler yönetiyorlardı. Haremleri vardı, haremlerde sayısız kadınları vardı. Oğlanları vardı. Din onlara yasaklamadığını sıradan vatandaşa nasıl yasaklayabiliyordu? Hani din karşısında herkes eşitti. Ahlâk adına insanın kendi vücudu üzerindeki kullanım hakkını bile ele alabiliyorlar. Böyle bir haksızlık için de ‘kutsal’ kitapları kullanıyorlar.

Bu, neslini sürdürmek için gerekli eylemden farklı bir baskılama eylemidir. Kontrol altına alınan duygular onların hem haz duygularını hem ekonomik çıkarlarını tekellerine alıp toplumun kontrolünü sıkı tutmak içindir… Öyle ki, ekonomik çıkarlar için sokağa dökülebilenler, kendi bedeninin savunması için konuşamazlar bile…

Kralların savaşlarda yendikleri rakip ordunun kumandanının eşiyle ya da kızıyla ilişki kurması evlenmesi(kadın kıtlığı varmış gibi…) düşündürücü değil mi? Bilinçaltında gizli o öç alma duygusundan başka nedir burada kadının rolü?.. Karşı tarafı küçük düşürmek, onurunu kırmak için ona zarar vermek, üstünlük sağlamak için değil mi? Kendinden üstün insan kabul etmeme, toplum önünde rakibini küçük düşürme duygusu…

Kan davalarında ilk hedef gene karşı taraftaki kadına zarar vermek, işi namus meselesi haline getirmek ve namusu temizlemek için kadını temizlemek gibi olayları da dikkate alırsak, asıl suçlular dururken, kadın öç aracı olarak kullanılmaktadır.

Bütün savaşlar, şimdiye kadar maddeleşmiş biriken emeği ele geçirerek kısa yoldan zengin olma, o zenginlikle daha çok insanı baskı altına alma, daha çok zenginleşme ve daha çok sömürme amacıyla çıkarılmıştır. Bütün bu savaşlarda harcanan insanın bir kurşun kadar değeri yoktur. Her savaşın, on binlerce, hatta yüz binlerce insanın ölümü ve ondan geriye kalan mallara el konularak ve ölenlerden kısılan tüketimden dolayı daha fazla birikim sağlamaktan başka hedefi yoktur. Bütün savaşlar yağma, talan, ölüm, tecavüzden başka ne üretebilmiştir?

Büyük İskender’in Persopolis’e girişi şöyle anlatılır:(Jona Lendering- Büyük İskender-Kitap Yayınevi) “Persopolis Pers İmparatorluğunun başkentiydi. İskender Makedonlara, bu şehrin bütün Asya’nın nefret yuvası olduğunu anlattı ve saraylara dokunmamak kaydıyla yağmalamaları için şehri onlara devretti. Zenginlik ve refahta eşi benzeri görülmemiş bir şehirdi burası ve şehir sakinlerinin evleri de yıllar yılı ihtişam ve zenginliğin her türlüsünden payını almış, donatılmıştı.

Makedonlar birbirleriyle yarışırcasına, karşılarına çıkan her erkeği kılıçtan geçirip evleri yağmalamaya koyuldular. Evlerin çoğu sıradan insanlara aitti. Lakin Makedonların açlıkları bir türlü bitmek bilmiyordu. Kadınlar, savaş esirleri ve kölelerin hepsi, mücevherleri ve pahalı giysilerle çekilip götürülüyor, tecavüz ediliyordu.”

İskender bu katliama dur diyebilirdi. Şehirde altın ve gümüş her askeri ihya edecek kadar boldu. Asya fatihinin asıl amacı olabildiğince fazla kent sakininin yok edilmesiydi. Yiyecek stokları mevcut boğazları doyurmaya yetmeyecekti, dolayısıyla tek çözüm o boğazları kesip azaltmaktı.

Şimdi ne değişti altınını, petrolünü, muzunu aldıkları ülkelerde, o tüketici boğazların açlıktan ölerek azalmasını seyretmekten başka? Birbirine bağlı zincirlerle soyutlayıp, ölüme terk etmekten başka? Her türlü lüks tüketim için üretim yaparken, salgın hastalıklara karşı aşıyı üretmeyerek…(Özelleşmiş fabrikalarda her fabrika en kârlı ürünü üretiyor aşı kârsız olduğu için üretilmiyor. Kim kimi nasıl suçlayacak?) Silahlara yapılan yatırımın yüzde 3-5’i aşıya yapılmıyor, aç insanlara yapılmıyor. Kutsal kitaplarda, anadan melek doğduğu söylenen ve açlıktan ölen çocuklara yapılmıyor. Hangi küfür bu suçlardan daha büyük olabilir? Kutsal kitapları benimseyenleri, benimsedikleri kurallara bile uymayanları eleştirenlere, zenginlere yalakalık yapanlar, saldırıyı teşvik edebiliyorlar. Linç taburları kurulabiliyor.

Bütün güçlü imparatorlar dünyanın en önemli merkezleri olan şehirlere saldırmış, kuşatmış fethetmiş ve bu fetihlerden sonra yağma, talan ve kadınlara tecavüz; savaşan askerlerin morallerini düzeltmek için ödül olarak hak görülmüştür(Babil, Bağdat, İstanbul vs..). Buna rağmen şimdiye kadar savaşa övgü yazıları yazılmıştır ama hiçbir resmi tarih yazıcısı mezalimden utanıyorum ama anlatmak zorundayım dememiştir.

Ama İskender'in Bağdat’a girişini anlatan Cuntius Rufus şöyle yazar: “İskender’in şehirlerinden hiçbirinde böylesine bir ahlâki çöküntü böylesine ahlâki bir yozlaşmayla karşı karşıya gelinmemiştir. Ebeveynleri ve kocaları, rezaletin bedelini ödendiği surece çocukları ya da karılarının her önlerine gelenle hayvanca cinsel ilişkiye girmelerine ses çıkarmazlar. Orada yaşayan kadınlar, her ne kadar edepli giyinmiş olsalar da katıldıkları içki âlemlerinde çabucak üst giysilerini çıkartırlar.(Okuyucularımla paylaşmaktan utanç duyuyorum ama) Babilli kadınlar bu sırada giderek daha da edepsizleşerek, sonunda bedenlerini örten en mahrem giysilerinden de kurtulurlar. Bu ahlaksızca davranışlar salt erkeklerle beraber olan fahişeler arasında yaygın değildir, eğlence olsun diye evli kadınlar ve genç kızlar da böyle davranırlar’’ (Jona Lendering- Büyük İskender- Kitap Yayınevi) adlı kitabından…

Yazar kadınlardan ne çok şey bekliyor. Tanrı mertebesinde güçlü kabul edilen dünyanın en tanınmış kumandanı Dareios’un yüz bin kişilik ordusunun yenemediğini kadınlar yenecek ve namusunu koruyacak. Yağmacılar sanki tecavüz edeceği kadına “evli misin, bekâr mısın, kız mısın, sevişmek istiyor musun” diye soracaklar. Yağmacı, tecavüzcü askerleri iyi eğlendirmemenin cezasının ölüm olduğunu sanki bilmiyorlar. Bedenlerine zorla sahip olunan kadınlara, tecavüze kendilerinin sebep olduğu şeklindeki suçlamalardan daha ağırı düşünülebilir mi?

Şimdi düşününce 2500 yılda ne değişti diyeceksiniz. Şimdi de erkek dağa kaçırıp tecavüz ettiği kadına namussuz diyebiliyor. Şimdi de asker olsun polis olsun, girdikleri yerde tecavüzden kaçınmıyorlar, şimdi de tecavüzcülere ceza verilmiyor. Güç demek para demek devrimizde, güçlü olan yasaları koyuyor. Her canlının en önemli sorunu hayatta kalabilmek, hayatta kalabilmek için her şeyi yapabilir. Bu kınanacak bir durum değildir.
Aşağıdaki dörtlük küfür içeriyor mu sizce:

göbekler perçin olmuş
hava geçmez aradan
bozulmayacak kız mı var
sen haber ver paradan.

(Bu dörtlüğü internetten aldım. Kimin olduğunu bilmiyorum. Altında yazmıyordu.)

Devletin güçlü orduları karşısında çaresiz kalan emekçilere sesleri çıkmadı diye küfür eden yazarlar çıkabiliyor. Zannedersiniz ki —kendilerini mükemmel zanneden— o beyler kendileri sömürüye karşı bir şey yapabilmişler. İncelendiğinde zayıftan yana değil, güçlünün ekmeğine yağ sürdükleri görülür. Hem yazar olarak kitlelere öncülük misyonunu yükleneceksin, hem de kitleleri boyun eğmekle suçlayacaksın. Kimse kendine toz kondurmak istemiyor. Ya da köleliklerini laf cambazlığı ile örtmek istiyorlar.


III



Küfür yasak anladık, peki gülmek neden yasaktı?
İlk iki bölümde güçlülerin zayıfları, örgütsüzleri nasıl ezdiklerini, onurlarını nasıl hiçe saydıklarını, insan yerine koymadıklarını gördük. Güçlülerin, daha doğrusu güçlerini örgütlenmelerinden alanların, kitlesel ölümlerle sonuçlandırdıkları davranışları bile değişik kılıflarla haklı görülürken, gösterilirken, bütün bunlara karşı ezilenlerin horlananların doğal boşalma isteği, gerilimi atma isteği olan küfür, ahlâksızlık olarak gösterilmekte, suç sayılmakta, yerine göre cezalandırılmakta… Oysa sistemin yedek gücü olarak sağda solda, meyhanelerde, tavernalarda, işçilere, emekçilere yani sisteme karşı baş kaldıranlara hakaretin bini bir paradır, ama suç sayılmadığı gibi onlar körüklenir…

Esas olan ahlâk meselesi değildir. Ezenler ve ezilenler, yönetenler ve yönetilenler arasındaki soğuk savaşta, yönetenleri küçülten aşağılayan davranışların önüne geçmektir. Karşıtının onurunu kırarak, kitleler karşısında onu rencide ederek diğer yandaşlarından soyutlamaya çalışan egemen güçler, bu etkili silahın kendilerine karşı kullanılmasına izin vermek istemezler.

Bunun çok basit izahı, hiç küfür olmayan nice yazılar sansüre uğramış, nice yazarlar ağır cezalara çarptırılmışlardır. Yazılar, yasalarla sıkı denetim altındadır. Küfür sadece toplum nezdinde ahlâksal tabu haline getirilen “ahlak kuralları”ndan yararlanmak, yazarı suçlamak, itibarını sarsmak için kullanılan saldırının parçalarından biridir. Bu uğurda insan organlarını adıyla çağırmaktan bile men edilmiştir.

Diyelim ki ben haksızım, o halde gülmek neden suç oluyor? Tarihteki gülmek üzerindeki baskılara bir bakalım:

Biz nelere güleriz?

Yaşam makineleştikçe, gülmeden duramayız…
Basit insan hatalarına güleriz…
Toplumdan kopanlara, kendine yabancılaşanlara güleriz…
Baston gibi yürüyen bir subaya güleriz…
Çin daması gibi sıralanmış, komutanı yıkılınca yıkılan koca bir orduya güleriz…
Tekmil verirken hata yapan subaya güleriz…
Önemsiz de olsa insanların kusurlarına güleriz… Hele kusursuz olmak isteyenlerin kusurlarına daha çok güleriz…

Olaylar zinciri içinde olmadan gülünmez… Demek ki gülenle güldüren aynı kotada olacak. Gülme her şeyden önce bir düzeltmedir, diyor Bergson: “Toplum kendine karşı saygısızca davranışların öcünü gülme ile alır…”

Bu günkü toplumda o hale geldi ki dürüst davranana bile gülünüyor, dalga geçiliyor… Yasa ile kendilerine saygıyı mecbur edenlere saygı göstermeyen biri oldu mu o kişi gülünç duruma düşer… Onlar böyle durumlarda şiddet kullanıyorlar, komik durumdan kurtulabileceklerini düşünerek… Ama daha da komik oluyorlar… Onlara güleriz… Daha çok şey sıralanabilir…

Ama özetlersek, yönetenler otoriter bir toplum ister. Çünkü onlar kayıtsız şartsız itaat isterler. Uygulamaları büyük ölçüde doğal olmayan uygulamalardır. Septik bir yönetici, yöneten ve yönetilen arasındaki bu büyük uçurumda, sempatik olamaz. Korku, ölüm korkusu, işten atılma korkusu, işkence korkusu, sürgün korkusu olmasa, kim bu kadar haksızlığa boyun eğebilir. Gülen bir adam, sempatik bir adam bu korkuları yaratabilir mi? Hiç öyle birini yönetici yaparlar mı?

Kayıtsız şartsız itaat isterler, bu da gülünen bir ortamda gerçekleşmez. Onun için gülmek yasak edilmiştir. Ortaçağ devletleri, ya kilisede ya da camilerde eğitilen insanlar tarafından yönetiliyordu. Camilerde ve kiliselerde hala gülemezsiniz. Kayıtsız bir itaat hâkimdir. Yetkililerden başka kimse konuşamaz.

Gülmenin tarihi ile ilgili Mihail Bahtin’in kitabından bazı alıntılara bir bakalım:

“Otoriter söz, hiçbir konuşma türünün kendisine yaklaşmasına, ilişkiye geçmesine izin vermez… Siyasal yergi alanında, dünya edebiyatının en iyi siyasal yergilerinden biri sayılan ve engizisyona karşı yöneltilmiş olan olağanüstü sanatların bir dalı olarak edebiyat alanında 1612 yeni bir çığır açmıştır. Rabelais, Cervantes ve Shakespeare gülmenin tarihinde önemli bir dönüm noktasını temsil ederler. Rabelais’in etkisi, dönemin tarihçileri tarafından göz ardı edilmediği gibi, Protestanlık savunucuları ve risalecilerince de dikkate alınmıştır. XVI. YY edebiyatı, tabir caizse, Rabelais’le sona erdi.

Gülme, dinsel kültten, feodal törenler ve devlet törenlerinden, adabı muaşeretten ve tüm yüksek spekülasyon türlerinden dışlanmıştı. Gülme yılın belli günlerinde izne bağlıydı… Karnaval; barındırdığı karmaşık imgeler sistemiyle, halk mizah kültürünün en (ek-sik-siz) ve en arı dışavurumudur.
O devirde egemenlik kayıtsız şartsız delilere aitmiş, delilerden başkası güldüğünde, ölüm gibi ağır cezalara hazır olmalıymış…

Rabellais, yakılmaktan kurtulmak için Avrupa’da dolaşmadık ülke bırakmamış, ama sonuçta kilise gülme etkinliklerini kendi kontrolüne almaya çalışmış…” (Bizdeki 1 Mayıs ve Newroz’ etkinlikleri gibi… )

Rabelais’in kitapları yıllarca yasaklanmış, yüzlerce yüz yıl sonra ortaya çıkmış… Bu gün hâlâ ülkemizde gülen kadına ‘’orospu’’, gülen erkeğe de ‘’orospu karı gibi gülme’’ denilmiyor mu?

Gülmeden en çok diktatörler korkmuyor mu? En çok cezalar mizah yazarları ve karikatür çizerlerine verilmiyor mu?

Sövgü övgünün öbür tarafıdır. Sırtıdır… Sevgi de nefretin sırtıdır ya da tersi…

Küfür, sendikalara yapılırsa, farklı uluslara yapılırsa, yönetenlere övgüdür. Yönetenlere yapılırsa sövgüdür. Yönetenlere gülünürse, otoriteleri sarsılır, suçtur. Ama sendikalara veya onların istemediklerine yapılırsa onlara övgüdür. Kendi övenleri cezalandırırlar mı hiç…

Sövgü, sövülenin öteki, hakiki yüzünü ortaya çıkarır, sahte kıyafetlerini çeker alır, maskesini düşürür. Bu kralın tacının elinden alınmasıdır.
Gülmekten en çok diktatörler korkarsa güleceğiz, küfürden en çok onlar korkarsa küfür edeceğiz.

Devlet tarafından korunmaya ihtiyacı olanları, devlet kendi eliyle yakıyorsa, çaresizlere de küfür çok görülmemeli. Bizim fazla silahımız yok, vücutlarını öldürmeyeceğiz ama satılmış ruhlarını öldüreceğiz ki, onların kendi pazarlarında bile fazla para etmesinler.


IV


İnsan birey olarak dünyaya gelmiştir. Hayatta kalabilme mücadelesinde doğa güçlerine karşı güçsüz kaldıkça örgütlenmeye başlamıştır. Aileden başlayan bu örgütlenme klan, aşiret gibi aşamalardan geçerek en modern şekli DEVLET örgütlenmesine kadar uzanmıştır. Yani devlet kurmanın amacı bireysel olarak çözülemeyen sorunların toplumsal olarak çözülmesini sağlamaktır. Ama devlet örgütlenmesine kadar gelinen aşamalarda hep bir lider, etkili güçler olmuş, onlar da toplumları kendi çıkarlarına göre eğitmeye, kurallar koymaya başlamışlardır. Biz uzağa gitmeden en modern şekli olan devlet örgütlenmesinin bilinen önemli filozofunun (Platon) bu konudaki kuramına başvuralım. Platon insanların yönetilmekten önce tutkularını denetlemeye gereksinmeleri olduğunu düşünür ve aşırı gülmeyi sanatta dahi küçümsediğini yazar:

“Devlet yetkeye karşı böyle bir tehdide tahammül gösteremez. İktidarın sahibinin “karizmasını” yıkacak tehlike, nereden geleceğini bilemeyeceği ve belki de fısıltıyla yayılan ya da akıldan geçen kendisi ile ilgili gülünesi şeyler olacak.”

Platon bunun farkında olarak korunması gereken “devlet”e karşı gülmeceyi kontrol altına alacak kurallar geliştirmiştir.

Ortaçağda, insanları kontrol etmek için en vahşi uygulamalar doğal karşılanmıştır. İnsan, kuşku duyulan her hareketinden dolayı ölümle cezalandırılmış, elleri ayakları zincirlenerek kontrol altına alınmıştır. Bu ağır baskılardan korkan insan hayatta kalabilmek için, kendi kendini kontrol etme zorunluluğunu duymuş ve bu genlerine işlemiştir. Modern toplum dediğimiz toplumumuzda buna ‘’otokontrol’’ denilmektedir.

Mantıklı otorite, hem otoritenin hem de ona maruz kalanın eşitliği üzerine kurulmuştur. Bu ikisi arasındaki tek fark her ikisi arasındaki bilgi ve becerinin birbirinin farklı olmasıdır. Mantıksız otorite ise doğası gereği eşitsizliğe dayanır ve değer olarak farklı olduğunu savunur. Otoriter ahlak insanın iyi veya kötüyü ayırma kapasitesini reddeder. Norm belirleyici ve her zaman için bireyi aşan bir otoritedir. Varoluş sebebi, otoriteye karşı duyulan korku ve kişinin zayıflık ve bağımlılık hisleridir. Eric From, otoriteye boyun eğmenin en büyük erdem, başkaldırının ise en büyük günah olduğunu savunur. Otoriter ahlâkta affedilmeyen en büyük günah asiliktir.

Günümüzde, birey olarak var olma korkusunu aşan insan, toplum içinde var olabilme mücadelesi ile karşı karşıyadır. Yüzyılların genlere işlediği, gelenekler, görenekler, ahlâk anlayışları ve yasalara uyarak, bulunduğu toplumdan yalıtılmamaya çalışır. Uyduğu kuralların yanlış olduğunun farkında bile olsa, yalnızlık korkusu, çevre baskısı, yasalar onu “otokontrol”e zorlamaktadır.

Bireyin kendini baskılaması toplum veya grup içinde bireyin var olmasını sağlar. Öte yandan bu durum bireyde yabancılaşma yaratır. Ama bu aynı zamanda bir gerilim de yaratır. Freud’a göre espri bir enerji boşalmasıdır. Espri ile kişi kendini özgürleştirir. Yani var olur. Gerginliğin giderilmesini sağlar. Giderilen bu paradoksun gerilimidir…

Gülme, ağlama, üzülme, tasa, sevgi… Bunlar insanın duygusallığının bir sonucudur. Baskılanmanın yaratığı ve insanda değişik şekillerde kendini gösteren yansımalarıdır.

Gülmek gibi ağlamak ve küfür de bir enerji boşalmasıdır. Olmakla olmamak arasında bir paradoks, toplum içinde var olmakla, özgür olabilmek arasındaki paradoksun gerilimi… Bu ya bir espri ile ya da küfürle boşaltılabilir. Yani, gülmek, ağlamak kadar küfür de doğal bir ihtiyaçtır.

Mizah da küfür de kusurdan doğar. Kusurların düzeltilmesi için en iyi yol mizah olsa bile, yeri geldiğinde küfür de kaçınılmaz olur. Çünkü mizah bir zekâ işidir, her insan her zaman mizah yapamaz. Ama o an enerji boşalması zorlamışsa, yapılabilecek bir şey de kalmaz. İlk patlama ile boşaltılmak zorundadır.

Enerji boşalımının iki türlü etkisi oluyor, hem aktif olarak, fiili olarak mücadele eyleminin önüne geçmiş oluyor, hem de kişinin bunalan duygularının hastalanmasının önüne geçen bir emniyet supabı görevi üslenmiş oluyor…

Küfrü biraz da rüyaya benzetebiliriz bu anlamda… Bastırılan duyguya karşı bir isyandır küfür… Haksızlığa karşı, baskıya karşı bir tepkidir… Tepkisizlik küfürden daha kötüdür bence… Enerji boşalmasını sağlayamayan insan öyle durumda daha büyük yanlışlar yapabilir veya fazla enerji psikolojik bozukluklara sebep olabilir.

Sıradan insanlar, egemenlerin ahlâk kurallarının karşısında savunmasızdırlar. Savunmasız insan her türlü kurala uymak zorundadır. Bunun farkında olamayan, kendine büyük misyonlar yükleyen, toplumun hemen arkasından gelmesini bekleyen, ama geriye baktığında ardında kimseyi göremeyen; bu nedenle topluma küfreden insan da aydın sayılmaz. Neden? Demek kendini o toplumdan ayrı görmüş, onlarla iç içe olamamış birbirlerini anlayamamışlar, aynı dili konuşamamışlar… O toplumu aydınlatacak, önünü açacak misyonu yerine getirememiş.

Sanat ve edebiyatla uğraşan insanların veya aydınların görevi elbette daha edebi bir toplum yaratmaktır. Hiç kimse küfür etme heveslisi olamaz. Küfür aynı zamanda bir çaresizliğin de sonucudur. Ancak toplum üzerinde o kadar çok baskı var ki, bu baskılar karşısında çaresiz kalmamak da mümkün değildir. Örgütlü bir toplum bu kadar çaresiz kalamaz. Ama örgütlenmesi sık sık ezilen, planlı ve düzenli bir muhalefete sahip olamayan toplumlar da, biriken enerjiyi bir şekilde boşaltmak zorundadır. Nasıl akan bir ırmağı hiç akıntıya kapılmadan geçemezsek, bu da öyledir. Mutlaka toplumun o akıntısına bağlı olarak, beraber davranmak zorunda kalınır.

Ya o akıntıyı yavaşlatacağız. Bu da duygulara en çok hitap eden sanat ve kültür etkinlikleriyle olabilir, ya da o akıntıya biz de uymak zorunda kalacağız. Tabi bu kitle kuyrukçuluğuna kapılmadan, düzeltmeyi de ön plana alarak yapılması gereken bir olaydır. Toplumsal mimarlıktaki ustalık da burada kendini gösterir.

Hiçbir şey istemekle hemen elde edilmiyor. Çok zor durumlardan çıkıp bu günlere gelen toplumumuzun bir parçası olarak, bir ömür boyunca bile çok zor dönemlerden geçtik. Yanlış yapıp geri düşmemek için atılacak adımların hesabını çok iyi yapmak zorundayız. Ne araç olan küfrü amaç edineceğiz, ne de yığınla baskılar altındaki toplumu yasaklarla bunaltacağız.

Devlet kontrolü elden kaçırmamak için, en doğal kişisel özgürlükleri, hakları bile, denetim altına almaya çalışırken biz onları korumak ve genişletmek için çabalamak zorundayız. Sıkışıp, “bu toplum da layık olduğu gibi yönetiliyor” tavırlarıyla topluma sırt çevirmek, bu yola baş koyanların tavrı değildir. Edebiyatı ve sanatı ticari amaçla kullanmak isteyenlerin tavrıdır ki… Bu da bir taraflara ‘’Ben bu toplumun parçası değilim, onlardan ayrıyım’’, mesajını vermek için kullanılıyor.

“Halkın sözcüsü olamayan bir şair ancak dolandırıcısı olabilir.”

Bu baskıcı düzende, bu çarpık ahlâk anlayışı, hep egemen güçler lehine kullanılmakta… Sarayda harem bulunur, harem ağası bulunur, İç oğlanları bulunur hiç yadırganmaz… Ama başkalarının ezilen tabakanın özel hayatı özel olmaktan çıkar, ahlâk anlayışı nedeniyle ahlâk polisi, ahlâk zabıtası peşlerinden koşar. Yönetenlerin ve zenginlerin yaptığı meşru olur, yoksullarınki ahlaksızlık… Köle hadım edilir sarayda, ama sahipler için bu tedbir kimsenin aklına gelmez; onlar özgür, ama yönetilenler yoksullar sıkı denetim altında olur… Yani ahlâk da, her şey gibi çifte standartlı olur…

Günümüzde, koruma altına alınana, cezaevlerine konan insanlara tecavüz edilir. Suçlular cezalandırılmaz… Ama tecavüze uğrayana aşağılayıcı gözle bakılır, utanmak ona düşer ve bu nedenle toplum gözünde lekelenmek korkusuyla susmak zorunda kalır. Tecavüze uğrayan suçlu tecavüzcü, kahraman gibi dolaşır. Kimse bu ters işleyişten dolayı işkence gördüğünü bile anlatamaz… Sanki işkenceci suçlu değil de, eli ayağı bağlı mahkûm direnememekten suçludur… Bütün bu ters ahlâk anlayışından değil mi, bu gün toplumun büyük bir kesimi aile içi veya egemen güçler tarafından tecavüze uğradığı halde bilinmemesi, bu ahlak anlayışından dolayı pisliklerin ortaya dökülememesinden değil mi temiz toplum görüntüleri?..

Zengin çevrelerdeki ahlâksızlıkların sosyete ile adlandırılıp, meşrulaştırılıp, sıradanlaştırılması, ama aç kaldığı için, mecbur kaldığı için yine güçlüler tarafında yoksullar kullanıldı mı, kadın ‘orospu’ oluyor… Orta malı olabiliyor…

Hiç kimse bu toplumu işsiz bırakan, aç bırakan, barınaksız bırakan sistemden hesap sormaz. Böylece egemen güçlerin bu baskılı ahlak anlayışından dolayı kirli çamaşırları ortaya çıkmazken yoksul kesim, susmak zorunda kalıyor. Tecavüz ve işkence suçlarının üstü örtülüyor… Bu da tecavüz ve işkence suçlarının devamına, sürekliliğine katkıda bulunuyor…

Ve bütün bunlara karşı çaresizlerin tek silahı “küfür” yasaklanıyor. Silahlara karşı taş atmayı yasakladıkları gibi…

Bütün bunlara rağmen insanın ağzını bağlamak, onlara “benim istediğim gibi, kibar konuş” demek “ben küfrü hak ediyorum!” demek değil mi?

Bütün bunlar, egemen güçlerin egemenliklerini korumak için ezilenlerin vücutlarına vurdukları zincirler gibi, duygularına vurulan birer zincir değil mi?

Toplumu denetim altına almaya çalışan her türlü kural, gelenek, görenek, bu toplum tarafından, yıkılmak için mücadele edilmedikçe, özgürlüğün sınırları genişletilemez.

Bu da topluma dışarıdan bakan insanlarla değil, toplumla kaynaşmış, toplumun bir parçası olabilmiş insanlarla başarılacaktır.



MEHMET HALİL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder