Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Eylül 2012 Cuma

YAVUZ AKÖZEL: Kapitalizmin Kalesi Dostoyevski-VI



KAPİTALİZMİN KALESİ DOSTOYEVSKİ-VI




“Hizmetçi odaya koştu ve bağırdı : ‘İmparatoru öldürdüler! ‘ Anna Grigoryevna bir sinir krizi geçirdi ve Yaşlı general koltuğunda bayıldı. ‘Kocam hastalığından iyileşseydi bile bu çok sürmeyecekti” diye yazıyor Anna Grikoryevna.’ 1 Mart suikastı onun üzerinde yıkıcı bir etki yapacaktı, çünkü o, köylülerin kurtarıcısı olan Çarı taparcasına seviyordu.”
(Henri Troyat, Dostoyevski. S.432)(A.G.Dostojewski, Errinerung Das Leben Dostojewskis in den Aufzeichnungen Frau, S.369)                           

                                                    
Ecinnilerden Karamazov Kardeşlere

Dostoyevski, “Ecinniler”i (Roman, 1958’de “Ecinniler” adı ile Ahmet Muhip Dıranas tarafından Türkçe’ye çevriliyor. Yine aynı yapıt “Cinler” adı ile Orhan Pamuk’un editörlüğünde 1. baskısı 2000 yılında,17.baskısı da 2012 yılında Rusçadan Ergin Altay tarafından Türkçeye çevriliyor. Ben yazımın bazı yerlerinde “Ecinniler”, bazılarında da “Cinler” adını kullandım.) yazmaya başladığında Avrupa sancılı bir dönemden geçiyordu. 1 Eylül 1870’de Fransa, Sedan Meydan Savaşında Prusya’ya yenildi. 3.Napolyon 80.000 kişilik ordusu ile beraber esir düştü.

Sedan galibiyeti Prusya’nın 1866’da Avusturya’yı, Alman Birliğinin oluşmasında engel olarak görüp yenilgiye uğratmasından sonra(yedi hafta savaşı)  BİRLİĞE giden son engeli de ortadan kaldırdığı anlamına geliyordu.

18 Ocak 1871’de Versailles sarayında 1.Wilhelm’e Alman İmparatorluk tacı resmen giydirildi. 30’dan fazla prensliklerden oluşan Almanya böylece ulusal birliğe resmen kavuşuyordu: Büyük Alman imparatorluğu!

“Ecinniler”de ve o yıllara denk düşen bazı mektuplarında, Prusya-Fransa savaşına ve yorumlarına yer veren Dostoyevski’nin Fransa’nın yanında yer almış olması, tarihsel bir Alman düşmanlığından, ayrıca Prusya’nın savaşı kazanması ile birlik oluşacak güçlü bir Alman İmparatorluğunun Rusya’nın batıya ve güneye doğru yapacağı genişleme ve öncülüğündeki Slovak birliği düşlerinin gerçekleşemeyeceğinden ötürüydü...

Dostoyevski’nin düşünsel evrenindeki en önemli evrilmelerden biri de panslavizmdir. Sibirya sürgününden dönüp de Petersburg’a geldiğinde giderek sağa kayan Dostoyevski, panslavist düşüncelerle yakından ilgilendi. 1845’lerde nasıl ki sosyalist ve Çar karşıtı düşünceler geçerli akçe olduğu için o cephede saf tuttuysa; şimdi de Rus halkı, Rus köylüsü, Rusya ve panslavizm düşünceleri, Tanrı, Tanrının varlığı-yokluğu üzerine olan dönemin popülaritesi geçerli akçe olduğu için giderek sağa kayarak tuttuğu safı belli ediyordu... Dostoyevski Vremya dergisini çıkardığında kendilerine yeni bir isim buldular: Pochva(Toprak) ve Vremya'nın yazarları kendilerine Pochveniski (Toprağın İnsanları) diyorlardı. Burada yazdıkları yazılar Dostoyevski’nin gerici ve milliyetçi çehresini de gün yüzüne çıkarıyordu. Böylece devrimci -demokrat çevreler de Dostoyevski’ye “Ölü Evinden Anılar”, “Ezilenler” romanlarına baktıkları bakış açısıyla bakmadılar ve Dostoyevski’nin konumu iyice belirginleşti. Bu konumun belirginleşmesinde Dostoyevski üzerinde birçok panslavist düşünürün de derin etkileri oldu.

“Ecinniler”de ve “Karamazov Kardeşler”de işlediği panslavist düşünceler doğrudan doğruya bu etkilendiği düşünürlerden devşirmelerdir. Dostoyevski bu devşirme panslavist ve Ortodoksluğa ilişkin radikal düşünceleri birbirine harmanlayarak romanlarında ve politik yazılarında(Bir Yazarın Günlüğü) işlemiştir.

Etkilendiği en önemli düşünür yine kendisi gibi Petraşevski çemberi sanıklarından Nikola Yakovleviç Danislevski’dir. Danislevski de Dostoyevski gibi hapiste ve sürgünde geçirdiği yıllardan sonra Hazar Denizi bölgesinde doğal araştırmalar merkezinde görevlendiriliyor. Görev olarak da Darwin’in evrim teorisini çürütmek adına çalışmalar yürütmek için kollarını iyice sıvıyor. Bunun yanı sıra Rus siyasi tarihi ile de ilgileniyor. Danislevski’ye göre Rusya, batının çürük kültürüne karşı kendini ve Ortodoksluğa dayanan Slav kültürünü savunacak kadar güçlüdür. Her Slav ister Rus, Çek, Sırp, Hırvat, ister Sloven veya Bulgar olsun, Tanrı ve Ortodoksluk dışında Slavcılığı en kutsal bir amaç olarak ele almalıdır. Bu ülkü özgürlük, ilim, eğitim ve terbiye, bilgiler ve genellikle herhangi bir maddi gönenç(refah) ve mutluluğun üstündedir; çünkü bu maddi gönenç ve mutluluklardan hiçbiri manen özgür olan bir Slav dünyasının gerçekleşmesinden önce elde edilemeyecektir. Avrupa’nın Rusya’ya karşı olumsuz duygular beslemesi Rusya’nın kendini Çin ve Hindistan gibi aşağılamasına, haklarını çiğnemesine izin vermemesinden ileri geliyor. Slovakların Germanlardan ve önemle Almanlardan nefret etmeleri kendiliğinden oluşmuş bir durumdur. Her iki toplum arasında daima düşmanlık hüküm sürmekte ve devam edip gitmektedir.

Danilevski’ye göre bütün Slav ulusları bağımsızlıklarını kazanıp büyük bir Slav ittifakı kurmalıdırlar. Bu gerçekleştiği zamandır ki Slav dünyası çürümüş Avrupa’nın etkisinden uzak kalabilecektir. Gelecekte kurulması tasarlanan bu Slav dünyasının ortak merkezi İstanbul olmalıdır. Danilevski’nin bu düşünceleri Panslavizmin siyasi şiarı ve neredeyse anayasası olmuştur. Birçok düşüncesinin kökeni Danilevski kaynaklı olmasına karşın Dostoyevski, Danilevski’nin İstanbul sorununda getirdiği çözümlemeye karşı durmakta, “Bir Yazarın Günlüğü”nde İstanbul’un tüm Slovakların ortak bir merkezi değil, yalnızca Rusya’nın egemenliğindeki ve denetimindeki bir Ortodoks merkezi olması gerektiği, daha da radikal aşırı bir Rus milliyetçi çizgisinde dile getirmektedir.

Yıl 1876’lara gelindiğinde Balkanlar giderek hareketleniyor ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından köleleştirilen, sömürgeleştirilen uluslar ayağa kalkmaya başlıyor. İlk başkaldırı Bulgaristan’da oluyor ve Osmanlı İmparatorluğu bu başkaldırıyı acımasız katliamlarla bastırıyor. Bu olay, boyunduruk altına alınmış diğer Slovak uluslarının ezen devlet Osmanlı imparatorluğuna karşı düşmanlığı ve nefretini daha da doruklaştırıyor.

Slovak halklarının haklı öfke ve nefretleri Rusya’da Dostoyevski ve Katkov gibi yazarlar aracılığıyla ırkçı bir konuma sürüklenip, olgu, Türk düşmanlığı boyutuna ulaştırılıyor, Çok geçmiyor, 2 Temmuz 1876’da Karadağ ve Sırplar Osmanlı’ya karşı savaşa başlıyor. Dostoyevski en başından beri Rusya’nın Osmanlıya(Türklere) savaş açması gerektiğini, Türkleri Avrupa’dan tamamen söküp atmanın Rusya’nın çıkarları için zorunlu olduğunu, İstanbul’un kayıtsız şartsız Ruslar’ın olması gerektiğini ve Ortodoksların merkezi durumuna getirilmesinin kaçınılmazlığı üzerine çığırtkanlık yapıp, halkları birbirine düşürmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Mart 1877’de o, şöyle yazmaktadır:

“ ...Hayır, amacımız derindir, ölçülemez derecede derin... Rusya bütün Doğu Hıristiyanları için, ayrıca dünyadaki Ortodoksluğun kaderi ve birleşmesi için gereklidir ve kaçınılmazdır. Halkımız ve devletimiz daima böyle anlamıştır bunu... Özetle, bu korkutucu Doğu sorunu – Avrupa’yla kesin çatışmayı da, yeni, güçlü, verimli ilkeler üzerinde onunla kesin olarak birleşmemizi de içinde barındıran bir sorun-yazgımız, görevimizdir; en önemlisi de tek çıkış yolumuzdur. Hoş bu sorunun çözümünün bizler için şimdi ne kadar önemli olduğunu Avrupa nereden anlayacak? Kısacası, Avrupa’da şimdi sürdürülen diplomatik görüşmeler ve anlaşmalar ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, önümüzdeki yüzyılda da olsa, İstanbul eninde sonunda bizim olacaktır!  (a.ç.Dostoyevski) yolumuzdan sapmadan, kararlılıkla yürümeli ve aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. İşte, sorunun Avrupa sürecini özellikle vurgulamak istedim.”( Dostoyevski, Bir yazarın günlüğü, S.729,730)

Sonunda istediği de oluyor: 27 Nisan 1877’de Rusya, Osmanlının boyunduruğundaki Romanya’yı işgal edip, Osmanlı İmparatorluğuna savaş açıyor. Savaş nedeni, Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan Hristiyanların insan haklarının çiğnendiğine ilişkin oluşmuş kamuoyu, Panslavizm düşüncelerin giderek egemen olması, Bulgaristan ve Romanya isyanları vb. Balkanlarda ve Kafkasya’da süren bir yıl’ı aşkın kanlı savaşlardan sonra (Her iki tarafta da 100.000’in üzerinde insan ölüyor)Osmanlı İmparatorluğu yenilip, ağır şartlarla barış imzalıyor. Bu, Osmanlının Balkanlardaki egemenliğinin de sonu oluyor... Ancak Dostoyevski’nin düşleri gerçek olamıyor... Yeşilköy’e kadar gelmiş olan Rus ordusunun İstanbul’u işgal etmesi, hatta Osmanlı İmparatorluğunun bu şekilde, Rusya’nın vasıtasıyla yıkılışa gidişi İngiltere başta olmak üzere birçok batılı devletin hesabına gelmiyor. İngiltere, Rusya’ya bir ültimatom verip, İstanbul’u işgal etmeleri engelleniyor! Rusya, Osmanlının barış anlaşması teklifini kabul etmeye bir bakıma mecbur bırakılıyor! Ayastefanos(Yeşilköy) antlaşması imzalanıyor.

İşte, nasıl ki 1870-1871 Paris-Prusya savaşı ve Paris Komünü “Ecinniler” romanın ana eksenlerinden birini oluşturuyorsa, yine ayni şekilde 93 savaşı da(1877 Rus-Osmanlı savaşı)  “Karamazov Kardeşler”in belirli bir eksenini oluşturuyor. Rus-Osmanlı Savaşı’nın etkisi romanda Türk, Tatar düşmanlığı olarak motive edilmiş olmasına karşın Türkçe’ye yapılan çevirilerin tümünde bazen çevirmenler bazen de yayınevleri tarafından bilinçli olarak bu bölümler yazılmamış, silinmiş veya Türk, Tatar adları belirtilmemiştir.(çevirmen veya yayınevleri tarafından sansüre uğratılmıştır)

Bizce sorun Dostoyevski’nin Türklere duyduğu özel kin ve düşmanlıktan öte, onun bir ortaçağ şövalyesi olarak Ortodoks zırhına bürünmesi, elinde taşıdığı mum ve haçın da bir anda etrafına nefret saçan ateşe ve kana asla doymayan murdar bir kılıca dönüşmesidir.

“Ecinniler”, biraz daha geniş çerçevede ele alındığında, yapıtın etkin kaynaklarının önemli bölümünün, Dostoyevski’lerin 1867’de İsviçre’ye adım atar atmaz oluşmaya başladığını o süreçte oluşan olgu ve olayları sırasıyla ele aldığımızda görüyoruz. Dostoyevski, “Ecinniler” ile tüm bir geçmişi ile hesaplaşıyor, “İnsancıklar” ile başlayan(çevirilerini dışta tutuyorum) yazın yaşamındaki ideolojik ve felsefi anlamdaki kriterlerinin gelip konakladığı noktayı belirlerken aynı zamanda geçmişinin de bir özeleştirisini vermiş oluyor böylece.

Dostoyevski’nin “İnsancıklar”ı yazdığı 1846’dan "Ecinniler"i yazdığı 1870-1871 yıllarına gelinceye kadar geçirdiği düşünsel dönüşümlerin bir ana krokisi “Yer Altından Notlar”da çiziliyor. Bu onun devrimci-demokrat çevreleri ile arasına net bir sınır çektiği ilk atılımı oluyor ve bu atılım orada belirtemediği, belki de cesaret edemediği veya henüz düşüncelerinde netlik kazanmamış diğer düşünceleri de artık pervasızca açımlamasının belirgin paradigması oluyor. Açımlıyor ve tamamlanmış bir ideolojinin, tamamlanmış bir ahlak ve Tanrıya ilişkin(mistik) felsefenin “Karamazov Kardeşler”de yaşamın pratiğine indirgenmesi ereğiyle son noktayı koyuyor. "Ecinniler"i ele alıp incelemek, yorumlamak demek, fevkalade bir tarihi, felsefi birikimi olan Dostoyevski’nin geçtiği yerlerden de —derinlemesine olmasa da— geçme gerekliliğini gösteriyor. "Ecinniler"i kavrayabilmek, öncelikle kişiyi yeniden 1789-1794 Fransız devrimini hazırlayan Avrupa’daki aydınlanma çağını, Dostoyevski’nin 1840-1848 dönemlerinde iyice etkisinde kaldığı ancak Yer Altından Notlar ile birlikte yadsımaya başladığı,"Ecinniler"de de artık açık olarak eleştirdiği Jean Jacques Rousseau’ya dek geri götürüyor.

Yine  "Ecinniler",1870-1871 Fransa-Prusya savaşı, Paris komünü hatta Fransa Milli Marşı ‘Marseillaise’in tarihine dek kişiyi geri götürebiliyor. Ecinniler, bu geriye dönüp bakışlarla, tarihin sayfaları o günlerden başlayarak ileriye doğru yavaş yavaş açımlandığında, Dostoyevski’nin ne anlatmak istediği ve çizdiği metaforlardan hangi şeyleri anlamamız gerektiği de böylece belirginleşiyor.

Dostoyevski’ler 1867’nin 3 Temmuz’unda Rusya'dan ilk gelip yerleştikleri Dresden’den Baden-Baden’e hareket ediyorlar. Bu şehirde  "Ecinniler"de ‘Karmazinov’ olarak canlandırdığı Ivan Turgenyev yaşamaktadır. Onu ziyarete gidiyor ve aralarında geçen konuşmaları, Turgenyev’in düşüncelerini karikatürize ederek yapıtına yansıtıyor.

(Bu karikatürize yapışta, giriştiği eleştiride Dostoyevski’nin haklı olan ve öne çıkarılması gerekli yönleri de vardır.(1)

Ancak Dostoyevski haklı olduğu yönlerinde kalmakla yetinmeyip, Turgenyev’den hareketle, Turgenyev gibi ateist olan ancak devrimci de olan Utin Nikolay Isaakowitsch, Belinski, Herzen ve Çernişevski gibilerine de saldırıp, onları Turgenyev’le aynı kefeye koyuyor.)

Dostoyevski'nin Turgenyev’i ziyaretinde aralarında geçen konuşmaları A.N.Majkow’a 16/28 Ağustos 1867’de Cenevre’den yazdığı mektuptan öğreniyoruz.

Turgenyev’i kendini beğenmiş, burnu havalarda, işi tıkırında, zengin olduğu için hiç sevmeyen, alçak gönüllülük taslayan öpücüklerinden tiksinen Dostoyevski, yine de onu ziyarete gidiyor! Turgenyev’in yayınlanmış “Duman” adlı romanı Rusya’da Slavcıların ve diğer entellektüellerin tepkisini çekmiştir

Maksim Gorki "Duman" romanı ile ilgili olarak  "Kişiliğin Parçalanması" adlı makalesinde Dostoyevski’nin “Ecinniler”i ile Turgenyev’in "Duman”ını aynı yazınsal grup içerisinde değerlendirmekte ve bu yapıtlarda, başka bir yazınsal grup içerisinde değerlendirdiği Çernişevski, V. M. Garşin, D. L. Mordovstsev’in sırasıyla “Ne yapmalı?”, “Sanatçılar, Zamanların Belirtileri” adlı roman ve öykülerinde, yine sırasıyla; ”Rahmetov, Ryabin, Stozharov” adlarıyla yaratılmış ‘tip’lere karşı güçlü, hırslı bir kin duygusunun yansıtılmış olduğu yorumunu yapmaktadır.(Edebiyat Yaşamım, S.116-117)


Hep pohpohlanıp övülmeye alışık Turgenyev, (Yapıtları Batı Avrupa dillerine çevrilen ilk Rus yazarı ünvanını taşımaktadır.) bu keskin eleştiri ve protestolar karşısında oldukça alınıyor, o meşhur gururu iyice kırılıyor. Turgenyev “Duman” adlı romanını, kendini bir Rus değil de Bir Alman olarak görerek, duyumsayarak yazıyor. Dolayısıyla Rusya’yı her bakımdan küçümsüyor. Şöyle yazıyor: “Şayet Rusya bugün yeryüzünden silinirse insanlık bir kayba uğramaz ve hatta hiçbir iz dahi bırakmaz.” Bu sav aynı zamanda romanın ana fikri de oluyor. Turgenyev ile görüştüklerinden sonra Maikov’a şöyle yazar:

“ ....Ama ondan acı bir şekilde şikâyet etmemin asıl nedeni "Duman" adındaki yazdığı kitap yüzünden. Bana bu kitabın ana fikrinin ve neye değinmek istediğini kendisi şu şekilde anlattı : "Şayet Rusya bugün yeryüzünden silinirse insanlık bir kayba uğramaz ve hatta hiçbir iz dahi bırakmaz." Ayrıca Rusya üzerine temel düşüncesinin de bu olduğunu haykırdı. Çok sinirli durumdaydı nedeni de "Duman" romanının başarısız oluşundan kaynaklanıyordu.
......
Ayrıca bu kişiler ateist olmakla da övünüyorlar. Bana, kendisinin de tam anlamıyla bir ateist olduğunu söyledi. Tanrım!

Deizm(2) Mesih’i bize kazandırdı. Demem şu ki; Mesih öylesine yüce bir insan figürüdür ki, kişi alçakgönüllü olmadan onu kavrayamaz ve onun insanlığın sonsuz ülküsünün bir işareti olduğundan asla kimse şüphe edemez. Ve biz tüm bu Turgenyev, Herzen, Utin, Çernişevski’lere ne borçluyuz? En yüce güzelliğin üzerine tüküren onlarda bizim bulduklarımız; çirkin ve iğrenç bir gurur, yüzsüz bir duygusallık ve gülünç bir kibirdir.
.....
(Turgenyev)Rusya’ya ve Ruslara çok kötü bir şekilde hakaret etti. Fakat ben şunun farkına vardım ki, Belinski okulunun yarattığı liberal ve ilericilerin büyük bir bölümü Rusya’ya hakaret etmekten memnunluk duyup zevk alıyorlar.
............
 Memleket dışında uzun süre yaşayanlar-memlekette geçen gerçek olaylardan en ufak bir fikir sahibi bile değiller. (gazete okumalarına karşın)  Rusya’ya olan sevgi ve anlayışlarını öylesine kaybetmişler ki, Rus nihilistlerinin bile artık yadsıyamadığı kendi başına olağan bir gerçek. Bunların kendi tarzlarında olguyu karikatürize etmelerini anlamak olanaksız! Bana anlattıklarının arasında, bizlerin Almanların önünde, tozların içinde sürünmek zorunda olduğumuzu çünkü medeniyetin genel olarak yanılmaz tek yolunun bu olduğunu ve Rusya’ya bağımsız, öz bir Rus kültürü getirmek için gösterilen çabaların delilik ve şaşmışlığın(ahmaklığın) bir yinelenmesi olduğunu söyledi.

Kendisine, kolaylık olsun diye Paris’ten bir teleskop getirmesini tavsiye ettim. “Ne demek istiyorsun ?” diye sordu. “Aradaki mesafe fazla uzun da .” diye yanıt verdim.  “Teleskopu Rusya’ya doğru yönlendirecek olursan bizleri daha iyi görürsün, yoksa gerçekten görme olasılığınız yok.” Kudurmuşa döndü. Onu böylesine hiddetli görünce, tam bir saflığa bürünüp : “Gerçekten de kitabın hakkında yazılan küçültücü yazıların seni bu hale sokabileceğini hiç tahmin etmezdim.” dedim. “Tanrı şahit ki bu önemsenecek bir olgu değil, tükür üzerlerine olsun bitsin.”  “Sen ne sanıyorsun?  Ama, ben bundan dolayı hiç alınmadım ki !” diye, yanıt verdiğinde, yüzü mosmor olmuştu!”
(Dostoyevski, Gesammelte Briefe S.223-224-225)

Turgenyev ile aralarında geçen bu görüşmeden sonra hemen ertesi gün Turgenyev saat sabah tam 10’da gelip Dostoyevski’nin ev sahibesine kartını bırakıyor. Oysa bir önceki gün, sabahları 11’e kadar uyuduğunu; öğlene kadar misafir kabul etmediğini, Dostoyevski ona söylemiştir... Bu şu anlama geliyordu ki; aristokrat gururu iyice kırılan Turgenyev, Dostoyevski ile artık görüşmek istemiyordu. Nitekim aralarındaki küslük 1881 yılındaki meşhur Puşkin konuşmasına kadar sürecek, görüşmeyeceklerdir.

Bu 1867 ‘Baden Baden’ konuşmasının 1870’de yazmaya başladığı “Ecinniler” romanına elbette ki yansımaları da oldu. Bir taraftan devrimci, demokrat, sosyalistleri, gerici düşüncelerinin doğrultusunda eleştiri yağmuruna tutarken bir yandan da Turgenyev gibi demokrat geçinen liberal yazar ve aydınların —abartılı da olsa— ibret verici özelliklerini teşhir etme başarısını da gösterdi.

Dostoyevskiler, 1867 Ağustos ayı’nın sonunda Cenevre’ye gidiyorlar. Dostoyevski Burada 1869’da Floransa’da tamamlanacak olan “Budala”yı yazmaya başlıyor. Ancak bunu yazarken “Ecinniler”e ilişkin birtakım düşünceler de gelişen olaylarla birlikte gelecek romanının güçlü anekdotelerini oluşturuyor. “Ecinniler” bir bakıma Dostoyevski’nin Belinski’yi tanıdığı 1846’lardan Paris Komünü’nün yenilgisiyle sonuçlanan 1871’in ortalarına kadar olan sürecin birikimlerinin patlama noktasıdır. Patladığı zaman etrafına zarar vermesi, tahrip etmesi gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu... “Ecinniler”, devrimcileri, sosyalistleri, demokratları karalarken, gerici çevreleri harekete geçiriyor ve onlara “nihayet işte bu!”, “Sana şükürler olsun Tanrım!” dedirtiyordu. Rusya İçişleri Bakanlığı roman için  “bütünüyle takdire şayan ve faydalı bir şekilde devrimcileri teşhir etmek amacıyla yazıldığı” değerlendirmesini yapıyordu.(Bak: E.H,Carr, Dostoyevski, S.216 )

Aynı zamanda bu roman için gerici kalemşörler ve bir bütün olarak da burjuvazi de “gelmiş geçmiş zamanların en büyük ve en şahane siyasi romanı”  değerlendirmesini yapacaklardı ve yapmaya da devam edeceklerdi. Ama romanın içeriğine ilişkin asıl yapılması gereken kritikleri bir yana bırakarak hiç de önemli olmayan ve hatta gereksiz de diyebileceğimiz yorumlarla Cinleri değerlendirmektedirler. Roman, gerici olduğu kadar, saçmalıklarla da doludur. Bu anlamda inandırıcılıktan oldukça uzak, kötü bir hayal dünyasının kâbuslu düşlerini sunmaktadır.

Her romanında bir kaç kişiyi intihar ettiren Dostoyevski’nin yapıtlarındaki değişmez bir tekrar olarak beliren bu olgu da Camus’ya çok derin bir esinlenme vererek, onun intihar sorununu yine çok derinden inceleyip çözümlemesine neden olacaktır. “Ecinniler”deki Kirilov’un öne sürdüğü saçma(absürd) felsefe, Camus’nun bu konudaki asıl töz’ü olarak 20.yüzyılda yeniden hortlayacaktı.(Bak. Albert Camus ve Uyumsuzluk)(Fiziki intihar, Felsefi intihar)

“Ecinniler”de[Şöyle bir bakışta intihar eden üç birincil rol yüklenmiş intihar olayı var: Krilov, Stavrogin, Stavrogin’in ırzına geçtiği küçük kız... (.Küçük kız’ın intihar bölümü, yayınevi tarafından sansüre uğramıştır]

Ayrıca bir han odasında intihar etmiş gencin intihar olayı en ince ayrıntılarına kadar betimleniyor:

“Atış üç namlulu küçük bir tabancadan doğrudan kalbe yapılmıştı. Pek az kan akmış, tabanca halının üzerine düşmüştü. Çocuk köşede kanepede yatıyordu. Birden ölmüş olmalıydı. En küçük bir ölüm acısı yoktu yüzünde. Huzur verici, neredeyse mutlu bir anlatımı vardı, yalnızca canlılığı eksikti.”(Cinler, Dostoyevski S.327)

Ölen veya öldürülenler: Neredeyse romanın geriye kalan en önemli kahramanları: Şatov, Fedka, Lebyadkin ve kız kardeşi, Liza ve bebeği, Stepan Trofimoviç!  Geriye neredeyse hiç bir tane bile Dostoyevski’nin olumladığı veya ikisi arasında gelgitleri oynayan kahraman kalmıyor. Öyle veya böyle ölüyor, intihar ediyor, kazaya kurban gidiyor!

İşte ‘siyasi başyapıt’ olarak lanse edilen bir roman! 19., 20. ve 21. yüzyılda insanların gerçek sorunları ve arayışları ile hiç bir ilgisi olmadığı gibi kişilerin tinsel gelişimlerini, psikolojilerini, psikiyatrik durumlarını içinde bulundukları ortamlara, sosyal yaşantının izdüşümüne bağımlılığıyla ilintili olarak da ele almıyor. Lümpen takımının ve kendisinin de ait olduğu burjuva sınıfının değişik katmanlarındaki bir azınlığının abartılmış gerçek dışı konumlarının çizilmiş motivasyonları kendi tinsel buhranlarına tamı tamına ayarlanmış, uydurulmuştur. Ele aldığı küçük çevrenin zengin-fakir kahramanları tamamen halkın dışında, onlardan yalıtılmış olarak ele alınarak milyonlarca ezilen halktan yükselen gerçek haykırışlara, o kutsal uğultuya kulaklarını tıkamıştır. Dostoyevski’nin James Joyce’ye de esin kaynağı olan bu bireyselciliği Mihail M.Bahtin’de doruk noktasına ulaşmış, Bahtin, “Dostoyevski’deki çok seslilik” kavramını yüzeysel bir kritik süzgecinden geçirerek değerlendirme yoluna gitmiştir. Bu açıdan da ele alındığında ondaki çok sesliliğin halktan yalıtılmış, halkın soluğunun olmadığı sadece bir KATMAN’ın soluk ve tin’inin egemen olduğu, DEĞİŞİK GIRTLAK VE TİNLERDEN değil de, sadece bir tek gırtlak ve tinden çıkan aynı frekansın çeşitli, tuhaf ses ve tin anarşisi olduğu görülmekte, anlaşılmaktadır.

“Dostoyevski, Cenevre’de 3. Barış ve Özgürlük kongresinin yapılacağını ve Bakunin’in burada konuşacağını duyuyor. Dostoyevski, dünya devrimine ilişkin yıkıcı fikirlerle ilk kez bu kongrede tanışık oluyor. Daha sonra Bakunin’i “Ecinniler” romanında, iblis ruhlu Schigaleff olarak betimliyor ve bu iblis ruhlu Bakunin’in nihilist entellektüellizmine 5000 dinleyicinin aptalca güven duyması, Dostoyevski’yi çok korkutuyor.”(Maurina Zenta, Dostojewskij Menschengestalter und Gottsucher. S. 119)

“Barış kongresi ilgimizi çekmişti ve kongrenin ikinci oturumuna katıldık. İki saat boyunca değişik konuşmalar dinledik. Bu konuşmalar Dostoyevski üzerinde kötü bir izlenim bıraktı ve Bayan Iwanoff-Chmyroff’a şöyle yazdı: ’Onlar yeryüzünde barışı sağlamak için Hristiyan inancının yıkılması, büyük ulusların ortadan kaldırılıp yerlerine küçük hukuksal birimlerin getirilmesi tüm mal varlıklarının ortak mülkiyete dönüştürülmesi için sermayeyi yok etmek gerektiğini bize anlatmakla söze başladılar. ”(A.Grigorjewna Dostojewski, Erinnerung Das Leben Dostojewskis in den Aufzeihnungen seiner Frau. S.159)

Dostoyevski’nin, bu kongreye ilişkin görüşlerinin, Anna Grigogorjewna’nın anlattıklarından daha kapsamlısını 29 Eylül/11 Ekim 1867 tarihinde S.A.Iwanowa’ya yazdığı mektupta buluyoruz. Şöyle yazıyor:

“Cenevre, Cenevre Gölünün yanında. Göl muhteşem! Kıyıları bir tablo gibi. Ama kentin kendisi can sıkıntısının bir simgesidir. Cenevre eski bir Protestan kentidir ve her tarafta sayısız sarhoşlar görülür. Ben buraya ulaştığımda Barış Kongresi yeni başlamıştı. Ayrıca kongreye Garibaldi(3) de gelmişti. O, akabinde tekrar gitti.

Kongre gerçekten inanılmaz. Bu sosyalist ve devrimci bayları biraz kitaplarından tanıyordum ve burada aslında ilk kez onları gerçekten görme olanağını buldum. Kürsünün üstünden 5000 dinleyiciye savurdukları yalanları anlatabilmek; onların gülünçlüklerini, hafifliklerini, anlamsızlıklarını ve içlerindeki çelişkileri betimleyebilmek olanak dışı. Bu ayak takımı, aşağılık(Bakunin-Y.Notu) adam, mutsuz emekçi yığınlarını gerçekten ayaklandırıyor. Ne kadar elem verici! O, barışı yeryüzünde sağlayabilmek için Hristiyan inancını yıkmak, büyük devletleri ortadan kaldırıp bunları küçük küçük devletlere bölmek, müşterek, hep beraber bir yaşam için sermayeyi yok etmek vb. istiyor. Bütün bunlar hiçbir delil olmadan öne sürülmektedir. Onlar, daha 20 yıl önce(4)öğrendikleri (ders aldıkları) hâlde bugün de hâlâ o gevezeliği yapıyorlar.

Her şey öncelikle ateş ve kılıçtan geçtikten sonra, işte o zaman ebedi barışın geleceğine inanıyorlar. Ama yeter artık bu konuda! Sevgili arkadaşım. Mektubunuza mutlaka ve derhal yanıt vereceğim.”
(Dostoyevski, Gesammelte Briefe, S.233)

Barış ve Özgürlük Birliği 1867’de ağırlığını Fransız ve Almanlardan oluşan Burjuva demokratları tarafından kuruluyor. Cenevre’de toplanan kongreye ilgi büyük oluyor. Bakunin(5) kongre üyelerine, teorisini geliştirdiği temel düşüncelerin(Anarşizm), hiç değilse bir bölümünü de olsa kabul ettirebilmek için kongreye katılıp, delegelere hitap ediyor ve Birlik yürütme kuruluna üye oluyor. Bu kongrede sonradan kitaplaştıracağı “Anarşizm, Sosyalizm, Anti-Teolojizm”i gerekçeli öneri olarak Merkez Komitesine sunuyor. Metnin aslı ya kaybolmuş ya da tahrip edilmiştir. Ancak Bakunin’in birçok yapıtı gibi bu yapıtı da yarım kalmış, bitmemiştir.

Yapıt üç bölümden oluşmaktadır. Birinci ve ikinci bölümler federalizm ve sosyalizm ile ilgilidir. Üçüncü bölüm ise J.J.Rousseau’nun devlet doktrinini analiz eder. Devlet-toplum, birey-toplum ve insan ile doğa arasındaki ilişkileri tartışır.(Bak: Mikhail Bakunin, Reference Archive 1817-1876)

Bakunin, bir yıl aradan sonra bu burjuva birlikten ayrılıp 1868 de Komünist Enternasyonal’e giriyor. Karl Marks ile aralarındaki uzlaşmaz ideolojik çelişkilerden ve Bakunin’in Komünist Enternasyonal içerisindeki hizipçi çalışmalarından ötürü 1872 yılındaki Lahey Kongresi ile Bakunin kanadı örgütten dışlanıyor.

Dört yıl gibi kısa bir süre de olsa Bakunin ve anarşist örgütü Komünist Enternasyonal içerisinde çalışma yürütüyor. Neçayev olayı da bu süreç içerisinde meydana geliyor... Bu konuya daha önceki sayfalarımızda yeterince değinmiştik.

Dostoyevski mektuplarında ve anılarında Bakunin’in Barış ve özgürlük kongresindeki bu yapıtına ilişkin konuşmasını oldukça basite indirgeyerek ve yabansıyarak; “Barışı yeryüzünde gerçekleştirmek için Hristiyan inancının(din’in) yıkılması, büyük devletlerin ortadan kaldırılıp onların küçük devletlere bölünmesi” anlamına gelen “die grossen Staaten vernichten und in kleine Staaten aufteilen” açımlaması ile olguyu biraz da çarpıtarak yansıtıyor. Çünkü Bakunin büyük devletlerin parçalanması değil ama bir federasyon modelinden bahsetmektedir   ve müşterek yaşam için sermayenin ortadan kaldırılması’ gerektiğini zehirli bir dil ile eleştirmekte, adeta Bakunin’e küfür etmektedir.

Bu gözü dönmüşlük ile de “Ecinniler” yapıtında, ideolojik konuyu çarpıtarak ve tüm şovenist düşünceleri ile karmaştırarak Bakunin’i ele almakta, sosyalizme ve devrim düşüncesine olan nefretini çizdiği  ‘Şigalev’  karikatürü üzerinden kusmaktadır.

1867’de Cenevre’de yapılan Barış ve Özgürlük kongresindeki Bakunin’in konuşmasını nefretle dinleyen Dostoyevski "Cinler"de Bakunin’i Şigalev olarak takdim ediyor:
“Ancak akşam saat sekizde bulabildim onu evinde. Şaşılacak şeydir, konukları vardı: Aleksey Nilıç ile yarım yamalak tanıdığım Virginski’nin karısının öz kardeşi Şigalev diye birisi. Bu Şigalev iki aydır kentimizdeydi. Nereden geldiğini bilmiyorum. Yalnızca, ilerici bir Petersburg dergisinde bir yazısı çıktığını duymuştum. Virginski, bir karşılaşmamızda, sokakta tanıştırmıştı beni onunla. Ömrümde, yüzü onunki kadar bulutlu, asık, elemli bir insan görmedim. Kıyamet gününü, bilinmeyen bir zamanda, doğru çıkmayabilecek birtakım kehanetlere dayanarak değil de, kesinlikle, yarın öbürsü gün sabah saat tam onu yirmi beş geçe bekliyor gibi bir hali vardı. Ne var ki hiç konuşmadık sayılırdı ilk görüşmemizde, iki yeraltı örgütçüsü gibi el sıkışmıştık yalnızca. En çok olağanüstü büyük, uzun, tuhaf bir biçimde dik duran, etli, geniş kulakları şaşırtmıştı beni. Hareketleri kaba, ağırdı...
...............................
Üzerimde kötü bir izlenim bırakmıştı...”(Cinler, Dostoyevski, S.141)

Neyi betimlemek istediği belli! Devrim isteyen, çarlığı yıkmak isteyen güçlerin aslında sorunlarının insanlığın kurtuluşu, özgürlüğü için bir savaşım değil, dünyanın sonunun gelmesi veya insanlığın ebedi olarak zincirlere vurulmuş köleler olarak kalması için; yakıp-yıkarak, kaos yaratarak bunu gerçekleştirme beklentisi...

Nitekim Lebyadkin ve kız kardeşinin ölümü ile sonlanan Petersburg’da bir anda birkaç koldan çıkan yangın, nihilistler(aynı zamanda siz devrimci ve sosyalistler olarak da anlayın!) tarafından çıkarıldığı üzerine bir yargı yaratılmaktadır. Çünkü kentin salonunda eğlence başladığında Stavrogin gözden kaybolmuştur. vb.

Dostoyevski, Neçayev olayını ve nihilizmi devrimci demokratlara karşı ustalıkla kullanmasını bilmiştir. Yarattığı hayali olaylar onun dünyasındaki tüm karanlığı açığa çıkarması bakımından da önemli. Kahramanlar gece karanlığında gezintiye çıkmış sisler arasındaki silik hayaletler gibi. Her tarafta karanlık gömütler, korkulu öten baykuşlar ve gecenin derinliğini tırmalayan köpek, çakal, kurt ulumaları yankı yapıyor.

Bu tüyler ürpertici etkileşimden sıyrılıp da tam aydınlığa ulaşacağınızı umduğunuz anda, karşınıza cehennem zebanilerinin ellerindeki kanlı tırpanlarla ve hiçbir zaman için ulaşamayacağınızı sezinlediğiniz uzaklarda göz kırparak yanıp sönen o ışığa uzanan yoldan, sizi kendi kara deliğine doğru açılan metafiziğin açmaz yoluna yönlendiriyor...

Gazeteleri günlük takip eden, romanlarına konu olacak bilgileri önemle sapıklık, kriminalitet, cinayetler vb. buralardan edinen Dostoyevski, 1871’in sonlarında yayına hazır duruma getirdiği; nihilistleri, sosyalizmi ve sosyalistleri karşısına alıp, onları  domuza benzettiği "ECİNNİLER"i kaleme almaya başladığında, yani 1870‘de Fransa ile Prusya (Almanya’nın en büyük krallığı) kanlı bir savaşa tutuşmuş, sonunda, Fransa Sedan’da yenilerek ağır barış antlaşması koşullarıyla teslim olmuştu. 18 Mart 1871’de Paris’in yiğit proletaryası silaha sarılarak 72 gün gibi kısa bir zaman dilimini kapsamış da olsa dünyanın ilk proleter devletini kurdu: PARİS KOMÜNÜ!

Dostoyevski elbette ki bunları yakından izliyordu. Dresden’de hemen hemen her gün gittiği kütüphanede gelen tüm gazeteleri okuyor, notlar alıyordu. Daha Paris Komünü’nün gerçekleşmesinden önceleri Fransa-Prusya savaşı sırasında 17-29 Ağustos 1870 tarihinde Dresden’den S. A. Iwanowa’ya yazdığı mektupta “Savaş” üzerine tavır alıyor, ama aldığı tavrın hiç de emekçilerden yana bir bakış açısı olmadığını, Fransız ve Alman emekçilerine sadece yıkım getirecek, Uluslararası İşçi Birliği(1.Enternasyonal) Parisli üyelerinin deyişiyle böyle rezil bir  üstünlük veya hanedan sorunu için savaşta Fransızlardan yana taraf tuttuğunu belli ediyordu:

“Kim kimi aldattı? Kim stratejik hatayı yaptı? Almanlar mı yoksa Fransızlar mı? İnanıyorum ki Almanlar! Benim şahsi görüşüme göre daha 10 gün önce Almanlar söz sahipliğini ellerinde tutmak istediler. Fransızlar geçici olarak bir uçurumun önündeler. Hanedanlık çıkarları uğruna vatanlarını kurban edecekler. Ben size burada, gördüğüm Almanlara ilişkin ahlakı anlatmak bugünkü politik ortamda çok yerinde olurdu ama bunu yazmaya şimdi zamanım yok.   ”(Dostojewskı, Gesammelte Briefe.S365)

Ancak Karl Marks’ın sekreterliğinde bulunduğu Uluslararası İşçi Birliği(1.Enternasyonal)’in Parisli üyeleri Reveil’de “Bütün Ulusların İşçilerine” başlıklı bildirgesini yayımlıyor, şöyle haykırıyorlardı:

“Bir kez daha Avrupa dengesi ve ulusal onur bahanesi ile siyasal niyetler dünya barışını tehdit ediyor. Fransız, Alman, İspanyol işçileri, seslerimiz savaşa karşı bir kınama çığlığı içinde birleşsin! Bir üstünlük ya da hanedan sorunu için savaş, işçilerin gözünde, canice bir saçmalıktan başka bir şey olamaz. Kendilerini kan vergisinden bağışık tutan ya da halkların başına gelen felaketlerde yeni bir spekülasyon kaynağı bulan kimselerin savaş çığlıklarını, barış, iş ve özgürlük isteyen bizler protesto ederiz!

Almanya’daki kardeşler! Bölünmemiz, Ren’in(1) her iki kıyısında da, despotizmin dört başı bayındır bir zaferinden başka bir şey getirmez. Bütün ülkelerin işçileri! Ortak çabalarımızın sonucu ne olursa olsun, biz, Uluslararası İşçi Birliğinin (Enternasyonal’in-Y. Notu-) ülke sınırları tanımaz üyeleri, biz size, bozulmaz bir dayanışma güvencesi olarak, Fransa işçilerinin iyi dilek ve selamlarını gönderiyoruz.” (Fransa’da İç Savaş, Karl Marks S.23  )(Paris Komünü Üzerine, Marks, Engels, Lenin. S.56)

Fransızlar ağır bir yenilgiye uğradıktan sonra silahlarını teslim etmeyen Paris proletaryası burjuvaziyi alaşağı edip Paris Komünü’nü kurdular. Kurulan komün, dünyanın ilk proletarya diktatörlüğü denemesi olarak altın harflerle devrim tarihine kaydedildi. Paris Komününden daha birkaç ay önce Marks, Parisli işçileri hükümeti devirmek için yapılacak herhangi bir girişimin ‘akılsızlık’ olacağını belirterek uyarıyor. Buna karşın Paris Proletaryası ayaklandığında da büyük bir coşkuyla bu devrimi selamlıyordu. Buna ilişkin olarak Lenin şöyle yazıyor:

“Bununla Birlikte, Marks, kendi deyimiyle "göğe saldırıya geçen" komünarların kahramanlığı karşısında yalnız coşkulu olmakla yetinmedi. Kitle devrimci eylemi, anına erişmemiş olsa da o,onu büyük önemi olan tarihsel bir deney olarak, dünya proleter devriminin kesin bir ilerleyişi, yüzlerce program ve düşünceden daha önemli pratik bir adım olarak gördü “(Devlet ve Devrim, Lenin. S.36 )

Aynı tarihlerde Dresden’de (70’li yılların devrimci hareketini karalamak için) Dostoyevski Ecinnileri yazıyordu. Fransız devrimci ve sosyalistleri Paris Komünü’nü gerçekleştirdikleri için olanca öfke ve nefretiyle 18-30 Mayıs 1871’de N. Nikolajewitsch’e, Dresden/Almanya’dan şu satırları karalıyordu:

 “N.N.Strachow’a
 Sayın Nikolay Nikolajewitsch, Şimdi mektubunuza gerçekten Belinski ile başlayacağınızı tahmin etmiştim. Ama Paris ve Komünü’nü de yine de dikkate alınız. Belki siz de diğer kişiler gibi komünün başarısızlığının tümünü insan eksikliğinin ve peşinden gelen durumlardan dolayı vb. gibi sonucuna mı bağlıyorsunuz?

Fakat bu hareket bütün 19.yüzyıl boyunca hep, ‘ya cenneti yeryüzünde kuracağız’ çabasıyla “örneğin Phalansterium gibi”(5) hep sınandı. Ama iktidarı ellerine aldıklarında da(1848,1849 ve şimdi olduğu gibi, (sonucu) utanç verecek şekilde ispatlandı. Bunun için olumlu bir şey söylenemez.

Aslında her şeyin "Rousseau"vari bir ham hayal, kuruntu olduğunu tüm dünyaya akıl ve deneyim yoluyla (Pozitif olarak) gösterdi. Evet biz bunları yeterince yaşadık ve söylemek gerekirse onların iktidar olamayışları rastlantısal bir olgu değildir, kafaları uçuruyorlar. Neden? Çünkü kafa uçurmak diğer şeyleri yapmaktan daha kolaydır. Ama bir şeyler söylemek çok daha zordur. Paris yangını bir canavarlıktır. “Biz başarısız mı olduk, başarısız olursak aynı akibete tüm dünya da uğrasın. Çünkü, gerçek şu ki komün, dünyadan ve Fransa’dan daha önemlidir.” Ama onlar (ve birçokları ) bu çılgınlığı canavarlık olarak değil de aksine sadece güzellik olarak görüyorlar.Yeni insanlık, estetik anlayışına tamamen gölge düşürdü.”(Dostojewski,Gesammelte Briefe 1833-1881,S.401)

Karl Marks, 1872 Paris Komünü’nü büyük bir öz veri ve heyecanla selamlıyor! Dostoyevski ise lanetliyor, bir “canavarlık” olarak niteliyor!

Dostoyevski 1871 Paris Komünü’ne çok kızıyor. Asıl canavarlığın, Paris’in binlerce devrimci halkını katleden, kitlesel olarak kurşuna dizip idam sehpalarında sallandıran ve yine binlercesini uzak sürgünlere gönderip, zindanlara tıkan, Prusya krallığına satılmış olan Fransa burjuvazisinin yaptıklarına gözlerini kapatmakta, hatta yenilgiye uğrayan Komün’ün bu katliamı hak etmiş olduğu intibasını vermeye çalışmaktadır.

Dostoyevski diyor ki, “İşte, silaha sarılarak iktidarları devirme, sosyalizm falan kurma, eşitlik, özgürlük falan hikâye, masaldır. Çünkü bunun böyle olamayacağını geçmişti ki pratikler bize göstermiştir... 1848-1849 Fransa devrimleri, şimdiki Paris Komünü buna örnektir. Rousseau’nun yazdıkları da ayrıca gerçekleşmesi olanak dışı ham hayallerden öte bir şey değildir.

Peki o zaman özgürlük, eşitlik, hak, adalet, sosyalizm, halkın iktidarı, iradesi vb.ne oluyor? Bunlar sadece düşüncede var olabilecek ancak hiçbir zaman Gerçekleştirilemeyecek düş ve hayalî idealler midir?”

Bunun en yalın yanıtını J. J. Rousseau üzerine yaptığı yukarıdaki yorumda veriyor: “1848-1849 ve Paris Komünü deneyimleri de gösterdi ki bu girişimler "Rousseau"vari bir ham hayal ve kuruntudan öte bir şey değildir.Dostoyevski’ye göre bir düzen kan akıtılarak, şiddet uygulanarak, zorla değiştirilemez. Sonu hüsranla biter. Bu insanları özgürlüğe ulaştıracak bir yol, yöntem olamaz! Özgürlüğe ulaşmanın bir tek yolu vardır: Acı çekerek ruhun özgürleştirilmesi. Kurtuluş budur! Sosyalizm ile Katoliklik bu konuda aynı şeyi düşünüyor ve uyguluyorlar. İnsanları bu dünyada mutlu edebilmek için özgürlüklerini ellerinden alıyorlar.” İşte Dostoyevski tam da bu sorunu daha da berrak ve geniş bir şekilde "Karamazov Kardeşler"de işliyor... Bu batıl düşünceler, işin tuhaf yanı, çok felsefi ve derin bulunarak romanın en etkili bölümü olarak değerlendiriliyor. Onun için bu konuyu ilerde "Karamazov Kardeşler"i işlediğimiz yerde yeniden ele alacağız.

Dostoyevski mektubunun devamında şöyle yazıyor:

“.....Batının ulusları İsa’yı yitirdi(Katolikliğin yanıltısıyla). Batı bu yüzden, bu nedenden dolayı mahvolmak üzeredir. Şimdi ideal başka bir şeydir. Bu o kadar net ki! Ve papalık iktidarının çöküntüye uğraması tüm Roma-Alman dünyasının çöküntüye uğramasına bağlıdır. (Fransa ve diğerleri de) Bunların hepsi karşılıklı tartışılacak gerekli uzun anlatılardır. Ama ben sadece gerçekten şunu söylemek istedim: Belinski, Granowskij(6) ve diğer tüm çapulcular bunları yaşasaydı şöyle söylerlerdi: “Hayır bizim hedeflerimiz(ideallerimiz)bunlar değildi! Hayır, bu bir şaşkınlıktır: Bakliyelim, acaba bu ışık aydınlatacak mı? Gelişim, ilerleme zaferi kazanacaktır, insanlık yepyeni, sağlıklı kurulmuş bir alt yapıyla (temel ile )mutlu olacaktır !” Bunlar hiçbir zaman bu yolun en sonunda Komün’e veya Felix Pyat’a(7) akıbetine gideceğini itiraf etmeyeceklerdir. İnsanlar öylesine köreltilmiş ki, yaptıkları hataları kabul etmiyorlar ve farkında olmadan fantastik rüyaları sayıklamaya devam ediyorlar. Belinski’nin kişiliğine kızmıyorum ama onun görünümü asla gerçek Rus yaşantısı olmayıp; iğrenç, zayıf, köreltilmiş bir Rus yaşantısını yansıtmaktadır. (Dostojewski, Gesammelte Briefe S.402)

Dostoyevski Ecinniler ‘de şöyle bir sahne kurgular:

“Fransız-Prusya savaşı adında oldukça eğlenceli bir şarkıydı. Marseillaise’in(8) korkunç notalarıyla başlıyordu. “Qu’in Seng impur abreuve nos sillons”(Ayak izlerimizi kirli bir kanla doldursun) parlak bir meydan okuyuş, geleceğin zafer sarhoşluğu duyulur. Fakat birden, zafer marşının ustaca yerleştirilmiş notaları yanında aşağıdan bir köşeden, fakat çok yakın bir yerden Mein Lieber Agustuin’in(9) iğrenç sesleri gelmeye başlar. Marseillaise onlara aldırmaz. Marseillaise heybetinin sarhoşluğu içindedir; fakat Augustin, güç kazanmaktadır; gittikçe küstahlaşır ve birden Augustin, Marseillaise’in notaları ile kaynaşmaya başlar. Beriki kızmaya başlar; artık Augustin’e aldırmazlık edemez, onu silkeleyip atmaya çalışır; onu bir sinek gibi ezmek ister fakat Mein Lieber Augustin, bütün gücüyle asılır, şen ve kendinden emin, sevinçli ve küstah olur ve Marseillaise her nasılsa birden çok aptalmış gibi görünür; öfkesini ve incinmesini artık gizleyemez, ellerini gökyüzüne doğru kaldırarak, gözyaşları içinde lanetler yağdırır: “Pas un pouci de nötre terrain, pas une de nas fortresses.”(Toprağımızın tek karışını, istihkâmlarımızın tek taşını !..) Fakat Mein Lieber Augustin’le beraber söylemek zorundaydı. Melodi en budalaca bir yolla Augustin’e geçer, yavaş yavaş azalır ve kaybolur. Yalnız zaman zaman orijinal melodi duyulabilir; “qu’un sang impur...” Fakat hemen iğrenç bir şekilde korkunç bir valse geçer, sonunda birden değişir; Bismarc’ın(10) göğsünde ağlayan, her şeyi her şeyi ona veren Jules Favre(11)ortaya çıkar. Fakat şimdi sertleşen Augustin’dir; kısık sesler duyulur, insan kendisini sayısız şarap fıçılarının, aşırı bir çılgınlığın, milyonlarca para arzusunun, pahalı puroların, şampanya ve rehinelerin arasında olduğunu sanır; Augustin hiddetle bağırmaya başlar. Fransa-Prusya savaşı son bulmuştur.”(Dostoyevski, Ecinniler. S.380,381)

Dostoyevski, bir sahne kuruyor ve bu sahne Dostoyevski’nin deyişiyle, Marseillaise’in (korkunç notalarıyla ) başlıyor. Marseillaise’in korkunç notaları!.. Marseillaise marşı bir devrimin öfkesini taşımaktadır. Bir yurt savunmasının da gururunu, cesurluğunu, yılmazlığını!

Çünkü bu marş 1789-1794 devrimi sırasında 25 Nisan 1792’de, devrimi ezmek isteyen Avusturya ile savaş içerisinde, devrimci Fransa’nın Avrupa gericiliğine karşı savunulmasında yaratılmış bir marştır.

Evet! Bu Marş’ın içerisinde savaş ve kan vardır. Çünkü devrim isteyen, ekmek ve özgürlük isteyen bir halkın direniş ve savaşımlarının bir yansıması, yankısıdır. Marseillaise, 1.ve 3. Napolyon dönemlerinde yani 1814- 1871 arasında devrimci fikirler içerdiği düşüncesiyle yasaklanmıştır. 1871’de 72 günlük Paris Komünü sırasında kısa bir süre de olsa serbest olmuştur. Paris Komünü yenildikten sonra yeniden yasaklanmış, bu yasak 1879 yılına kadar sürmüştür.

Bu, Marseillaise marşı ile başlayan ve 1870 Prusya-Fransız savaşına vurgu yapmayı gaye edinen sahne, romanda bir yama gibi ve zorlama ile oluşturulmuş kısa bir bölüm olarak betimleniyorsa da 1870’lerde gelişen ve denebilir ki günümüze dek etkinliğini sürdüren muazzam bir tarihi yaşanmışlığın vurgulamasını mizahi bir bakış açısıyla da olsa ele alması önemlidir. Bu ele alış ayni zamanda Dostoyevski’nin konakladığı, ulaştığı noktanın ne olduğunu belirleyebilmemiz açısından da çok önemlidir.

İkinci bir nokta da Dostoyevski, devrim yoluyla insanlığın özgürlüğe ulaşamayacakları düşüncesindedir. Devrim denildiğinde güç kullanma, zorla yıkma çağrımlaşması vardır. Kan vardır! Marseillaise’de de olan budur ve Dostoyevski’nin hiç de sevmediği, yazgıcılığın antitezi olan bir durumdur bu. Dostoyevski bir devrim düşmanıdır ve oldukça da tutucudur!

Bu sahne nereden çıktı diyeceksiniz? Tarihi bir gerçek vardı ve Fransa’nın yenilip, Alman Birliğinin gerçekleşerek Büyük Alman İmparatorluğunun dünya sahnesine çıkmasına ve Avrupa’nın en güçlü militarist gücü konumuna gelmiş olmasına tahammül edemeyen Dostoyevski asıl sahnenin yanında ikinci bir sahne açmak gerekliliğini, içindeki kızgınlığı söndürmek için duydu. Bu kızgınlık, Rusya’ya ilişkin kurguladığı emperyalist Rus yayılmacılığının güçlü bir birleşik Alman imparatorluğunun var olduğu süreçte rtık olanaksızlaşması olgusudur.

  Oysa Protestan olan Almanya, Roma Papalığına başkaldırışıyla, aslında Katolik olan Fransa'ya nispeten Dostoyevski’nin daha da sempati beslemesi gereken bir devlet olmalıdır. Ama Rusya’nın güneye inme, Slovak Rus egemenliğini KURMA DÜŞLERİ, Fransa’yı bozguna uğrattıktan sonra güçlenen, Birleşik Alman İmparatorluğu karşısında artık olanaksızlaşmıştı... Dostoyevski bunun için de Almanların Fransa’ya karşı Sedan’da kazandıkları zaferi kahırla karşılamıştır. Oysa Dostoyevski için Katolik Fransa 18. Ve 19. Yüzyıllarda oluşan tüm devrimlerin tezgâhlandığı nifak yuvasından başka bir şey değildir. Din ve Rusya tercih konusu olduğunda o tercihini Rusya için yapmaktadır. Roma Papalığına her zaman protesto ve karşı koyma ile diğer Avrupa milletlerinden kendini ayıran Almanya’nın Dostoyevski adına çok olumlu olan bu Germen başkaldırısı bile onun şovenist ve savaşçı duyguları karşısında etkin olamamıştır.

Dostoyevski araştırmacıları Dostoyevski’nin 1871 Fransa-Prusya savaşında hangi taraftan yana olduğuna ilişkin olarak değişik görüşler belirtmektedirler.   N.A.Berdyaev şöyle yazmaktadır : “Dostoyevski için Fransız devrimi, antik Roma düsturu olan evrensel “birlik” düşüncesinin yeniden yaratılmasıydı; onun yeni bir biçimiydi. Bu düstur önceden gördüğü toplumsal devrimlerin de belli başlı öğesini oluşturacaktı. Zamanında patlak veren Fransa-Prusya savaşında, Protestan Almanya’nın yanını tutması, insanların zorunlu birleşmesini savunan Roma düşüncesinin, yani Katoliklik ve Sosyalizm’in ortadan kalkmasını istemesinden kaynaklanır (a.b.ç.)” (Berdyaev, Dostoyevski, S.112)

En sonunda, 7 Ağustos günü(Dostoyevski, not defterine-Y. NOTU-) şu özlü tümceleri yazıyor:

“Roman kesinlikle bir yana atıldı(çok korkunç bu !) Fransızlar yenildiler. Şimdi Metz önünde örgütleniyorlar yeniden. Sanırsam, duraksıyorlar, nereye gideceklerini bilmiyorlar, zaman yitiriyorlar”

Ama savaş sırasında Fransızları tuttuğunu gösteren tepkilerinin tanıklığını mektuplarında aramak gerekir(a.b.ç.):

“Hun çapulcuları gibi işkenceler yapan, yağma eden bu Alman okulu ne de güzel! Prusyalılar gelince, onlar barbarlardan da kötü davranıyorlar!.....”

Biraz sonra şöyle yazacaktır: ”Hayır kılıç gücüyle kurulan, varlığını sürdüremeyecektir. Bütün bunlardan sonra bir de ‘Genç Almanya!’ diye bağırıyorlar, tam tersine tüm güçlerini tüketmiş bir ulustur bu....... Hayır ölmüş bir ulus, geleceği olmayan bir ulus !..”(H.Troyat,Dostoyevski.S.330,331)

Dostoyevski’nin 1848, 1871 burjuva ve proleter devrimler üzerine yaptığı yorumlara bakıldığında sanki o tüm savaşlara ayırımsız karşıymış gibi, İSAVARİ bir mistik anlayış içerisinde olduğu sanısına kapılabilinir! Hayır! Dostoyevski sadece devrimci savaşlara karşıdır. O, Rusların İstanbul’u almalarını istemekte, Osmanlı’nın Avrupa’daki egemenliğine son vermek gerektiğini savunmakta, Fransa-Prusya savaşında 1.Enternasyonal’in savaşa karşı çıkma tavrının aksi yönünü de tavır belirlemekte, Fransa’nın yanında yer almaktadır. Paris Komünü yenilgiye uğradıktan sonra da bilgiççe “Paris yangının bir canavarlık, kelle uçurmanın birkaç söz söylemekten daha kolay” olduğundan dem vuracaktır.

O şöyle yazmaktadır : “Tam tersine savaş değil, asıl barış uzun süreli bir barış insanları canavarlaştırır, acımasız yapar. Uzun süreli bir barış her zaman zorbalığı, korkaklığı, kabalığı, kök salmış bir bencilliği ve en önemlisi de zihin durgunluğunu doğurur.” (Bir Yazarın Günlüğü, Dostoyevski, S.766)

Avrupa’da gelişmekte olan işçi sınıfının devrimci hareketine pozitif anlamda ilgi duymayan hatta nefret eden Dostoyevski, yazı ve anılarında Karl Marks’ı hiç anımsamamaktadır. Oysa Karl Marks ve F. Engels tarafından kaleme alınan Komünist Partisi Manifestosu, ilk kez 1848 Haziran ayaklanmasından önce Paris’te, 1850’de İngiltere’de 1860’da da Rusça olarak Cenevre’de yayınlandı.

Çernişevski’ye saldırmaktan da geri kalmayan Dostoyevski, Marks’ın Çernişevski'ye övgüler dizdiği günlerde o, Marks’ı tanıyamadan, yapıtlarına ulaşma olanağı bulamadan Sibirya’nın ücra bir köşesinde en ağır koşullarda kürek mahkûmuydu. Dostoyevski ise Marks’ın neredeyse burnunun dibindeydi! Acı çekmek için rulet oynuyor, parasını son meteliğine kadar kaybediyor, acılar içerisinde kıvranarak tanrısına biraz daha yakınlaşıyordu... Dostoyevski’nin Marks’ı tanımadığını, ondan haberi olmadığını birçok eleştirmen vurgulamasına karşın buna katılmak ve onaylamak gerçekten benim için kabul edilemez bir şey! Mantıksal değil! Sözgelimi N.A.Berdyaev şöyle yazıyor : “Dostoyevski’nin karşısında, sosyalizmin kusursuz kuramsal biçimleri yoktu; Marks’ı tanımıyordu; bütün bildiği sosyalizm Fransa’daki sosyalizmdi “(Berdyaev. Dostoyevski, S.108)

Asıl toplumsal olan sorunlara ve toplumun geçirdiği(proletaryanın giderek güçlenmesiyle) devinimlere kulaklarını kapatır görünmekte, bu devinimleri kuşkuyla karşılamakta, ya da ilgi duyduğu popüler olaylara (Naçeyev olayında olduğu gibi) bunu sosyalizmin ve devrimcilerin anti propagandası olarak kullanmaktadır.

Dostoyevski Rusya’ya döndüğünde "Ecinniler"in bir bölümü henüz bitmemiştir. Roman tefrika halinde Russky Vestnik'te 1871 yılı boyunca yayınlandı ve 1872’de sona erdi. Dostoyevski, Paris Komünü’nü daha da çok irdeleme olanağını bulmuş oldu böylece. Onun için “Ecinniler”in Rusya’da yazıldığı son bölümlerinde Nechaev’i canlandıran Peter Verchonevski olsun, Stavrogin olsun tam anlamıyla birer alçak, cani, ahlaksızdırlar... Sorun tek tek kişilerin böyle inandırıcılıktan uzak abartılı bir şekilde nötr olarak gösterilmesinden öte, 1870’lerin sosyalist ve devrimcilerine yapılan genel göndermelerdir. Politik nihilizm ile kendi yarattığı anti kahramanları özdeşleştirme girişimidir. Bir olumsuzdan hareketle tüm güzel olan şeyleri pislikle sıvamaya kalkmak kendinde, sorumluluk ve dürüstlük dürtüsü taşıyan hiç kimsenin, hele hele ‘gerçekçi‘ geçinen bir yazarın başvuracağı bir yöntem olmamalıdır. Ama işin içerisinde Dostoyevski olunca, oluyor işte! Onda var olan betimleme ve olağanüstü hayal kurma yetisi, estetiğindeki tüm pis koku ve çirkinlikleri kapitalizmin ağır çarkları arasında sersemleşmiş, umudunu bir ölçüde yitirmiş ve tamamen yalnız kalmış insana kakalama, hayranlıkla kabullendirme becerisini göstermiş oluyor böylece.

Oysa 1870’lerin devrimcileri Dostoyevski’nin bizlere sunduğu gibi midir? Bakalım:

Marks’ı örnek olarak gösterecek olursak; o, Dostoyevski gibi kumar yüzünden aç kalmış, yoksulluklar içerisinde kıvranmış bir dahi değildir. Oradan oraya sürüldüğü için, kendisini gerçek bir ideale adadığı için aç kalmıştır ve hiçbir zaman için de yeraltına çekilen bir antikahraman ‘tip’ olmamış, kitlelerle sürekli iç içe olmuş, onlarla birlik omuz omuza savaşım vermiştir. Enternasyonal’in içerisinde aktif rol almış, kuruluşunda büyük katkıları olmuş, sekreterliğini üstlenmiştir. Başı hep dik, havada olmuştur. İktidarların, kralların yağcısı ve fedaisi değil korkulu düşü olmuştur.

Paris Komünü saflarında romanlara kahraman olarak alınabilecek yığınla devrimciler vardır. Hem de bunlar çeşitli ulus ve milliyetlerden kişilerdir. Almanlar, İtalyanlar, Ruslar ve bunların çoğu Komün için, güzel bir gelecek için çarpışarak can vermişlerdir. Marks’ın yakın dostları Leo Frankel, kadın komünarların önderi Yelizveta Dimitriyeva, Barikatlarda can veren Komün’ün Generali Jaroslaw Dombrowski ünlü yabancı komün önderleridir.

Louis Michel: Devrimci öğretmen. Paris Komünü yenildiğinde tutuklanıp mahkeme önüne çıkarıldığında şu savunmayı yapıyor:
“Tüm varlığımla toplumsal devrime aidim ve bütün davranışlarımın sorumluluğunu kabul ediyorum. Yaptıklarımı bilerek ve isteyerek yaptım.”

Sonra savunmasını şöyle noktalar:
“Tek isteğim yoldaşlarımın öldürüldüğü Satory Meydanına gönderilmemdir. Beni de toplumunuzdan eksiltin. Zaten sizden bunu yapmanız isteniyor. Cumhuriyet savcısının hakkı var. Mademki özgürlük için çarpan her yüreğe bir parça kurşun nasip oluyor, ben de hakkımı isterim. Eğer yaşamama izin verirseniz intikam diye haykırmaktan usanmayacağım.”

1870’lerin Devrimci ve sosyalistlerini kendi karanlık dünyasındaki karanlık bakış açısıyla yansıtan Dostoyevski’nin hayalinde yarattığı hayaletlerle, Paris Komününün,1870’lerin gerçek devrimci ve sosyalistleri arasında bir bağlantı ve benzerlik var mı? Soruyorum!


YAVUZ AKÖZEL

(DEVAMI GELECEK SAYIMIZDA YAYINLANACAKTIR!)

1 yorum:

  1. dostoyevskiyi gercek profili ile kavrama, tanima olanagi buldum.Tessekkürler

    YanıtlaSil