Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

28 Şubat 2013 Perşembe

TEMEL DEMİRER:“Sanat”, “Sanatçı”, “İşlevi”, “Ne”liği, vd’leri…






 “SANAT”, “SANATÇI”, “İŞLEVİ”, “NE”LİĞİ, VD’LERİ…





“Bugünün düzeni
yarının karmaşasıdır.”[1]


“Sanat”, “sanatçı”, “işlevi”, “ne”liği vd’leri konusunda çokça söz edildi, daha da edilecek. Çünkü “sanat” üzerinde hâlâ söz edilmeyi gerektirecek kadar başat, beşeri bir soru(n)…
Kolay mı?
Elbette -inkâr edilemeyecek sınıfsal özelliğiyle- Schiller’in işaret ettiği üzere, “Doğa yaratık, sanat insan yaratır”ken; Franz Kafka, “Sanatımız, gözümüzün gerçek ile kamaşmasıdır: Geri geri kaçan ucube maskelere vuran ışıktır gerçek, başka bir şey değil”; Orhan Kemal de, “Sanatımın amacı, halkımızın, genel olarak da insan soyunun müspet bilimler doğrultusundaki en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabasıdır,” diye eklerler…
Hayır Theodor Adorno’nun, “Sanatın toplumsal işlevi, işlevsizliktir,” saptamasına katılmak mümkün değildir.
Çünkü Çernişevski, “Sanatçı yalnızca gerçeği ortaya çıkarmaz, onu açıklar ve yargılar. Bunu yaparken de tarafsız kalamaz,” derken; İsmail Mert Başat da haklı olarak ekler:
“Sanatçı, gerçeklerin ortaya çıkartılmasıyla, gösterilmesiyle yetinmeli midir, yoksa orada durmayıp, gerçeklerin değiştirilmesine de katılmalı mıdır? Toplumcu gerçekçilik, aynı zamanda bu soruya verilmiş bir yanıttır da…”
Elbette meta fetişizminin teslim aldığı “güncel sanat”ın bugününde işler böyle gitmiyorken; bu da şaşırtıcı değil.
* * * * *
Guy Debord’un, “Modern endüstriye dayanan toplum, rastlantısal ya da yüzeysel olarak gösterisel değil, temelde gösteri yanlısıdır. Hâkim iktisadın imajı olan gösteride amaç hiçbir şey, gelişme ise her şeydir. Gösteri kendinden başka hiçbir şeye varmak istemez,”[2] notunu düştüğü bugünde sanat, giderek sanat olmaktan çıka(rtıla)n bir güzergâhtadır…
Bu öylesine bir rota(sızlık)dır ki, sanat sektöründe temel olarak, üreticiler, alıcılar ve satıcılar diye üç grupta toplanabilecek aktörler söz konusudur. Sektörün dilinde sanatçı, koleksiyoner, sanat simsarı (art dealer) ve galerici isimlerini alan ve bu düzlemde sanat eserini oluşturan metanın el değiştirme sürecini tarif eden taraflardır bunlar. Sektördeki “metanın el değiştirme” sistemine paralel olarak işleyen bir diğer “alışveriş” ise sanat eseri, alımlayıcı (izleyici) ve onun alımlayıcıya ulaşmasında aracı olan küratörler, müzeler ve eleştirmenler düzleminde ilerler.[3]
Bu durumu Ankara Devlet Bale Sanatçısı Oğuz Özlem şöyle resmeder:
“Dünyada sanatsal etkinlikler yoluyla patronlar, şirketler ve holdingler kendilerini topluma yansıtmada ve de ürünlerini pazarlamada olagelen tanıtımlarını bir tarafa bırakıp sanat ve sanatçıya yöneldiler. Dünya futbol şampiyonası, dünya olimpiyatları vs. gibi büyük organizasyonlar hep ama hep gerçek sanatçılarla ve sanat topluluklarıyla açılışlarını yapıyor.
Dünyada ekonomik bir kriz olsa bile sanata olan ilgi dur durak bilmiyor. Amerika’da yaratıcılığın ürünü olan düzenlemelerin görkemli bileşimi olan opera ve bale sanatlarına 16 milyon kişilik ilgi zamanımızda 28 milyona çıktı. Geçtiğimiz senelerde şirketler, vakıflar, dernekler ve kişilerin bale, opera, senfoni, ulusal müze, resim, galeri gibi sanatsal ve kültür gösterilerine yapılan harcamaları 6.41 milyar doları buldu, akıllara durgunluk verecek cinste ve hızda sanata para aktarılmakta.”
* * * * *
Ali Akay, “Ev, araba, kıyafet derken sıra sanata geldi. Plastik sanatlar gazetelerin ekonomi sayfalarına yansıyor artık,” derken; “Sanat kritik zamanlardan geçiyor” kaydını düşen heykelci Tony Cragg’e göre de, “Artık market yaratma çabası olarak görülen sanat, pop müzikten farksız”!
Evet Ali Artun’un, ‘Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi’ başlıklı yapıtında, “Kültürel tüketim”e dikkat çektiği[4] kesitten geçiyoruz!
“Sanat bir yatırım aracı mıdır, olmalı mıdır?” sorusuna Atilla Tacir’in, “Bence yatırım aracı olarak yaptığınız zaman iyi bir yatırım aracı değildir, ama bundan ‘Para kazanan var mı’ derseniz var. Ama kendinize yatırım olarak düşünürseniz iyi bir yatırım aracıdır,” yanıtını verdiği çürümenin orta yerinde “Sanatın parasal değerler üzerinden değerlendirildiği müzayedeler fırtınası başlamıştır artık.”[5]
Kolay mı?
Uluslararası hat sanatları yarışması düzenleyen ‘Albaraka Türk’ün Genel Müdürü Fahrettin Yahşi’ye göre, sanat piyasası krizlerden etkilenmiyor. Yahşi’ye göre, “Son yıllarda en cazip yatırım aracı sanat eserleri”!
Kolay mı?
Sotheby’s Müzayede Evi, 2011 yılını parlak rakamlarla kapatırken, Çin, sanat piyasasında yaptığı 60 milyar dolarlık alımla liderliğe oynuyor… “Dünyada, krizin etkilemediği alanların başında sanat var.”
İngiliz Companies House’e göre, Sotheby’s Müzayede Evi, 2011’de 35 milyar poundluk (100 milyar TL) sanat eseri sattı. Şirket sadece İngiltere’de 1 milyar poundluk sanat eseri satışı yaptı.
2011’de satılan en pahalı eser Clyfford Still’in, 61 milyon 683 bin dolarlık ‘1949-A No:1’ eseri oldu. Onu 26.7 milyon pounda (75 milyon TL) Francesco Guardi’nin ‘View of the Rialto Bridge’ adlı yapıtının satışı takip etti…
Bir şey daha!
“Füsun Eczacıbaşı, Agâh Uğur, Selman Bilal, Ebru Özdemir, Saruhan Doğan, Ayda Elgiz, Berna Tuğlular, Atilla Tacir ve İpek Cem Taha biraraya gelerek SAHA adını verdikleri bir dernek kurdular. Çoğu koleksiyoner, hepsi sivil topluma inanan bu 9 kişilik grup, daha önce sanata bireysel destekler vermişlerdi; ancak amatör desteklerle istedikleri sonucu elde edemeyeceklerini anlayınca, bunu kurumsal desteğe dönüştürmek için kolları sıvadılar,” diyen Meral Tamer ekliyor:
“Sanata yılda yüzbinlerce dolar ayırabilen sanatseverler, benim-senin değil, hepimiz için, Türkiye sanatı için üretilecek yaratıcı eserlere, eminim yılda 5 bin euro ile kurumsal bir yapının içinde de yer alarak katkıda bulunacaklardır…”
Alın size, üzerindeki fiyat etiketiyle “sanat” dedikleri!
Bu tam da Evrim Altuğ’un, “Koleksiyonerin dileğini sanatçı gerçekleştirince,” kaydını düşerken; Ali Şimşek’in de, “Sanatçı dahil sanat alanının üst sınıflara doğru kaymasının en görünür ilk nedeni; daha önce görülmemiş yoğunlukta sanat-sermaye arasındaki kurumsal buluşmadır… Eğer sanatın bütün alanları, sanatçı dahil üst sınıflarda ve burjuvazide yoğunlaşırsa bir gün, gerçekten buna üzülmek de gerekmeyecek; çünkü sanat gerçekten bitmiş olacak!” vurgusuyla altını çizdiği tükeniştir!
* * * * *
“Tükeniş” deyip geçmeyin!
O; İsmail Mert Başat’ın “Ehlileştirilmiş sanat”a ilişkin olarak “Hegemonya ve gergedanlaşmak” babında altını özenle çizdiğidir.[6]
O tükenişle kapitalizm her şeyi, tabii sanat eserlerini de getirirken, Erkan Bektaş ekliyor:
“50 yıl önce konuşulan şeyleri hâlâ konuşuyoruz. Hatta 50 yıl öncesinden daha da kirliyiz. Dolayısıyla çözüm yok. Yukarıda yürüyen bir şey var, birileri para kazanıyor, rant var dönüyor… Bir halk bundan haberdar olmasın diye her türlü yeni haberler, yeni dolaplar, yeni sansasyonlar çıkıyor. Ve birileri para kazanmaya devam ediyor…”
İşte tükeniş bir örneği!
‘Film Arası’ adlı sinema dergisine konuşan Yılmaz Erdoğan, “Batıcı kafayla divan şiirini madara ettiler” vurgusuyla ekledi: “Günde beş kez ezan okunur ama filmlerde ezana yer verilmez”!
Tarık Akan, “Erdoğan’ın amacı iktidarla olan ekonomik bağını geliştirip güçlendirmek,” derken; “Erdoğan’ın sinemaya yönelik eleştirileri, onun ‘yalaka’ olarak suçlanmasına yol açtı.”[7]
‘Hürriyet’ yazarı Ertuğrul Özkök, “İzmir’de Yeni Doğan Mahallesi’nde Organize İşler’i çekerken, ezan sesi koydun da itiraz eden mi oldu?” diye sorarken; Erdoğan’ın ‘Kelebeğin Rüyası’ filminin 2012’de yıl Kültür Bakanlığı’nın desteklediği 19 proje içinde 500 bin TL ile en büyük yardımı almış olması da dikkat çekti!
Alın bir örnek daha!
Taraf’taki köşesinden haykırıyor Tayfun Serttaş:
“Sayın Başbakan, bir defa tüm içtenliğimle sizi temin ederim, bugün sanatın kimin için yapıldığının katiyen bir önemi yok, ama ‘ne etki yaptığının’ bir önemi var, ama ‘niteliğinin’ bir önemi var, ama ‘yarına ne bıraktığının’ bir önemi var, ama ‘hangi yeni yaklaşımlara kapı araladığının’ bir önemi var, ama ‘kültürel hafızasıyla ilişkisinin’ bir önemi var, ama ‘dönüştürücü gücünün’ bir önemi var, ama ‘ne derece risk aldığının’ bir önemi var, var da var yani, ama bir kriter değil kime hitap ettiği…”
Bitmedi!
Örnek çok… Biri de şu satırları kaleme alan Leyla İpekçi’den…
“Sanatçı öncelikle ‘seven’dir benim için. Tıpkı Kudsi Hadis’te Allah’ın (cc) ‘Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim’ diyerek insanı yaratmasındaki muradı açık ettiği gibi, İlahi aşkın tezahürüdür âlemlerde her şey.
‘Hakiki sanatkâr Allah’tır’ der Gulamrıza Avani: ‘Çünkü âlemde tecelli etmiştir ve bütün mevcudat bir şekilde O’nun sıfat ve isimlerinin tecellileridir. Allah’ın isimleri âlemdeki bütün mevcudatta zahir olmakla birlikte, zuhurda onların içinde gizlidir. Sanatkâr aslında Allah’ın mazharı olması itibarıyla kendi sanat eserinde zahir olmuştur.’
Böyle bakıyorsanız eğer sanata ve sanatçıya... Yani varlıkların yaratılış hikmetinde gizli olan sırrın ipuçlarını aşk ile ‘oku’ma imkânını taşıdığınızı hissediyorsanız... Seven’in tasvire sıkışmaya ihtiyacı kalmayacağını, tahayyül etmesinin de yeterli olabileceğine varırsınız.
Varlığa çıkmış hiçbir şey kendi ‘görünüş’ünden ibaret değildir. Katmanlı, sırlı alanları vardır. Hâkikatin her birimize düşürdüğü vechelerinin farklı olması da bundandır belki. Onu tasvirlerimize indirgemek yerine, hâkikatin metaforlarını, her birimizdeki izdüşümleriyle anlamlandırabiliyoruz”!
Bitmedi, bitmedi!
Trabzon’daki ‘Gençlik ve Kentlilik Bilinci Çalıştayı’nda Gençlik ve Spor Bakanı şunları söyler: “Şairin dediği gibi ‘Sen çalış, olmazsa...’ kim sıkılsın? Nerde bizim okuyan gençliğimiz, nerede? Şiirin devamını kim getirecek?” Bir genç, Necip Fazıl Kısakürek’in “Utansın” adlı şiirinden birkaç dize okur. Salondan hiç kimse bakanın okuduğu şiirin gerisini getiremez. Bunun üzerine toy ve deneyimsiz Bakan şöyle konuşur: “Eğer o mısranın gerisini salon doğru tamamlamış olsaydı, gündemim okumak değil başka bir şey olacaktı. Ama sevgili gençler, ister tıp okuyun, ister mühendislik, ister hukuk okuyun, ister iktisat ve işletme, hâkim olamadığınız bir dille hiçbir şey yapmanız mümkün değil.
Bu satırların, bu mısraların edebiyatımıza kazandırılmasına katkı sağlayan kalemi, şiirin üstadını hatırlamıyorsak şayet, edebiyatımızın büyüklerini, ünlülerini, fikir, sanat önderlerimizi hatırlamıyorsak orda bir durup düşünmek lazım.” Kimmiş bu şiir üstadımız? Bakan adını vermiyor, ama şiir Fethullah Gülen’e aitmiş. “Sen çalış; olmazsa alem sıkılsın / Yardıma koşmayan kalem sıkılsın.” İşte onların büyük şairi... Böylesine düzeysiz şiir yazanlara “Karamela Şairi” denir. Bu şiirlerle mi “dindar bir nesil” yetiştirilecek?
İşte iktidarın kültür ve sanat politikası bu…
Bu öyle bir “kültür ve sanat politikası”dır ki, Ferdi Merter Fosforoğlu, Nilüfer Aydan, Kıvanç Terzioğlu, Vedat Akdamar ve Bengü Akdamar tarafından kaleme anılan, Filmsan Vakfı ile Artshop’un hazırladığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı logosuyla yayımlanan kitapta, Tarık Akan için “oyunculuğunun yanında siyasi olarak ‘sol’ görüşe yakınlığı ile tanınmaktadır” ifadelerine yer veriliyor. İlyas Salman için “Alevi ve Kürt. Komünist mitinglerde görüldü” denirken Nur Sürer için de “Örgüt lideri Sarp Kuray’la evlendi” tanımlaması yapılırken; kitabın önsözünde Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, “Kitabın bir tarih çalışması gibi değil, Yeşilçam’a bir vefa çabası olarak değerlendirilmesi gerektiği”nden söz eder!
Evet, evet söz konusu tükeniş, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın (devlet ağzıyla), “gerçek sanattan ve sanatçıdan” söz ettiği bir otoriterliğe de denk düşmektedir…
Hatırlayın muktedirlerin “gerçek sanatçı” tanımına uymadıkları için Şili’de Neruda, bizde Nâzım’dan, Sabahattin Ali’den günümüze kadar birçok sanatçı süründürüldüler, öldürüldüler.
Bunlarla birlikte, “Muhafazakâr Sanat” söylenceleriyle kültürel ortama “yeni(lenmiş)” müdahalenin, “Kültür ve sanatta yeniden inkılap zamanıdır,”[8] haykırışının altını çizmek gerek!
* * * * *
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Profesör Mustafa İsen’in, “muhafazakâr estetik ve sanat normlarının oluşturulmasının gerekliliği”ni dile getirmesi, “muhafazakâr sanat”ın “ne”liğini yeterince açıklarken; Sedat Ergin’in de, “Erdoğan sanat ve kültüre ‘çekidüzen’ verebilir mi?” sorusu da bir hayli uyarıcıydı…
Kolay mı? “Yeni elitlerin estetik anlayışı”yla[9] birlikte, “Türkiye’de büyük bir değişim yaşanıyor. Siyasetimiz, ekonomimiz değişiyor tabii ki ama kültürümüz ve gündelik yaşam biçimlerimiz de değişiyor. Her sınıf her katman ya bu değişime ayak uydurup değişecekler ya da tasfiye olup tarihe gömülecekler,”[10] diye özetlenen güncel tabloda Başbakan Erdoğan’ın “sanatçıları işaret edip, uyaran o parmağı” bir işaret fişeğidir!
Gerçekten de gördünüz mü o parmağı?
“Tiyatro oyuncularına ‘Despot aydın tavrıyla parmağınızı sallayarak bu milleti, küçümseme, azarlama devri geride kalmıştır,’ derken neredeyse gözünüze gözünüze sokulan o devlet parmağını, ‘Sanat toplum için yapılacak, yap!’ diye komut veriyordu devlet ağzı hani, akabinde…”[11]
Her neyse, uzatmaya bile değmez; işin hülasası, “muhafazakâr sanat” denilen şeyin, bir tür sanat düşmanlığından başka bir şey olmadığı, olamayacağıdır!
* * * * *
Sanatın terbiyelisi, “terbiyesizi” diye bir şey olmaz, olamaz.
Çünkü B. Brecht’in, “Bütün sanatlar, sanatların en büyüğü olan yaşama sanatına katkıda bulunurlar”; A. Malraux’nun, “Ölüme karşı tek yanıt sanattır”; A. Camus’nün, “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı”; W. Goethe’nin, “Sanatta da hayatta olduğu gibi oluşumu bitmiş birşey yaşamaz, hareket hâlinde bir sonsuzluk vardır,”[12]uyarılarındaki üzere sanat da, sanatçı da iktidar tarafından terbiye edilemez…
Hayatın gerçeklerini göz ardı etmek, gizlemek, bastırmak, görmezden gelmek de yalnızca kendini kandırmaya devam edenler için tutulacak bir yoldur.
Bazen bizim hoşumuza gitmeyen, bizi rahatsız eden gerçekler de bize çok şey öğretir.
Sanat biraz da bunun için özeldir.
Gerisi de iktidar mücadelesinden başka bir şey değildir.
Kolay mı? Zülfü Livaneli’nin, “Kapitalist diktatörlük ‘insan’ diye bir şey kabul etmiyor, onları birer tüketiciye dönüştürüyor…
İnsanlar bir çeşit köle hâline geliyorlar. İsyan ettirici bir durum…
Keşke sanat alanında da bir başkaldırı başlasa,” diye betimlediği koordinatlarda sanat, hayat için başkaldırıdan başka bir şey olamaz!
Ezilenler için sanat, insanlığı kardeşliğe, eşitliğe, özgürlüğe, başkaldırıya ve en önemlisi “insanlığa” götürendir; “avangard”tır…
Böylesi bir sanat, her zaman iktidarların korkulu rüyası olmuştur.
Genelde iktidarla sanat arasında sürekli bir savaş vardır ve sanat iktidarları her zaman yenmiştir.
* * * * *
Burada yeri gelmişken; “Sanat/ Siyaset” parantezi açmak gerekiyor
Beral Marda’nın, “Sanat siyasal iktidarın aracı”; Ali Bulunmaz’ın, “Sanatla politikanın dansı”; İbrahim Özden Kaboğlu’nun, “Sanatsal ifade, … özünde eleştirel nitelik taşır,” saptamalarının altını özenle çizip; satın alınamayan sanatın kendine özgü bir siyasal dili olduğunu; bu dilin de kendi siyasetini yarattığını belirtmeden geçmeyelim!
* * * * *
Carolyn Christov-Bakargiev’in, “Dürüstçe söylemem gerekirse sanat alanının XXI. yüzyılda da varlığını sürdüreceğinden emin değilim. Belki de yeni bir tanımın, yeni bir anın önü açılacak,” sözlerine ve 1984’de yayınladığı ‘Sanatın Sonu’ başlıklı makalesiyle “ünlenen” Arthur Coleman Danto’nun, “Sanatın artık bittiğini” ve artık yapılanın “sanat sonrası çağdaş etkinlikler” olduğu[13] saptamasına zerrece itibar etmeyen birisi olarak diyeceklerimi notlar hâlinde toparlarsam: Sanatın yine olması gereken yerde kendini var edeceğinden zerrece şüphe duymuyorum…
Krizle debelenen sürdürülemez kapitalizm, devrimci sanatı yeniden tarihin sahnesine çağırıyor!
Yunanistan’daki ekonomik kriz sanatçılara üretim ve birlikte hareket etme bakımından olumlu yansımış. Enerjilerinin arttığını belirten sanatçılar, “Derin bir uykudan uyanmış gibiyiz” diyorlar…
Evet sanatçılar açısından farklı değerler ön plana çıkmış durumda. Örneğin Georgia Kotretsos’a göre ekonomik krizin diğer bir sonucu ise paranın artık moda olmaması. “Para artık eskiden olduğu gibi seksi değil, çünkü yolsuzluk tarafından damgalanmış durumda. Eskiden şaşaalı rakamlar konuşulurdu, oysa şimdi para bir dahaki zilin sesine kadar saklanıyor” diyor ve de George Georgakopoulos, “Sanatçılar daha bağımsız”… Giorgos Tserionis, “Yıkıntıyı dönüştürmeliyiz”… Artemis Potamianou, “Sanat daha da politikleşti”… Georgia Kotretsos, “Etrafta olan bitenden etkilenmemek mümkün değil… Kriz beni besledi,” diye ekliyorlar…
Tam da bu tabloda şarkılarının, filmlerinin yanı sıra Amerika’da siyahların eşit haklar mücadelesindeki etkin rolüyle bilinen Harry Belafonte’nin Altın Leopar Onur Ödülü’nü almak için geldiği Lucarno Film Festivali’nde ödülü alırken yaptığı konuşmadaki vurguları yeniden sanatın “ne”liğine, sanatçının “işlevi”ne yol gösteriyor.
Belafonte’ye göre, “Eskiden düşman daha açık seçikti. Baskıya karşı, bir gamalı haçla, çizmeyle, ‘Negro Giremez’, ‘Yahudiler Giremez’ tabelalarıyla birlikte gelen bir düşmanla, savaşmak daha kolaydı. Şimdi düşman kendini gizliyor. Dokunamıyorsun, ama tadını alıyorsun, hâlâ ve tüm gücüyle karşımızda ve çılgın kötülüklerine devam ediyor.”
“Birçok ülkede iktidar adeta mutlaklaştı. Özgür girişimciler (Kapitalizm-y.n.) sisteminde iktidara sahip olanlar, toplulukları ezmeye, uğursuz savaşlar çıkarmaya başladılar. Bush döneminde bunu yaptık, Obama döneminde yapmaya devam ediyoruz. Hâlâ işkenceyi teşvik eden yasalar var, Guantanamo’yu kapatmadık. Polis istediğini istediği gibi tutukluyor. Bu kapitalizm bizi yeni bir Nazi imparatorluğunun (Fourth Reich) eşiğine getirdi.”
“Bugün esas düşman, dizginlerinden boşanmış kapitalizmdir”. “Paranın bu kadar küçük bir insan grubunun elinde bu kadar yoğunlaşmış olması, insanlık tarihinde bugüne kadar yaşanmış en tehlikeli gelişmedir... Karşımızda kendini zorla dayatan bir oligarşi var”…
“Hayır kurumlarına bu kadar mali yardım yapan sanatçıları, böyle eleştirirken haksızlık yapmıyor mu?” gibi tartışmaların ortasında ‘The Guardian’dan Tricia Rose’un dikkat çektiği bir gelişme, salt ABD’de değil tüm dünyada önemli bir soruna ışık tutuyor. ABD’de başlangıçta siyah topluluğun sözcüleri olan siyah sanatçılar giderek, küresel kültür endüstrisini denetleyen dünyanın en güçlü şirketlerinin ürettiği kitlesel kültür metalarının parçası hâline geldiler. Artık bundan sonra, büyük piyasalara ulaşmak, çok satmak isteyenler, bu piyasalara giriş kapılarını tutan dev korporasyonları mali, ideolojik ve siyasi olarak tatmin etmek zorundalar.
Sanatçı, feodalin, sultanın, dini kurumların vesayetinden kurtularak özgürleşmeye başladığını düşünürken, XIX. yüzyılın sonunda, yeni bir vesayet (piyasa) sistemiyle karşı karşıya kalmıştı. Günümüzde, mali krizi postmodern fantezileri dağıtmaya başlayınca, o zaman Kandinsky’nin “kara el” olarak nitelediği şey yeniden ama eskisinden çok daha güçlü, yaygın bir biçimde sanatçının karşısına dikildi: Ya metalar dünyasında geçerli, siyasi iktidarı destekleyen değerlere (sözde “halkın değerlerine”, “halkın anlayacağı”) uygun ürünler üretirsin ya da piyasaların kapılarını sana açmam! O zaman olduğu gibi bugün de egemen sınıfların organik entelektüelleri, “halkın değerleri”, töre filan derken, derken aslında kendi değerlerini, “baba’nın yasasını” kastediyorlardı.
Sanatçı bugün iki seçenekle karşı karşıya: Ya kapitalizmin mal satmak, oligarşinin yönetmek için dayandığı halkın “değerleri” denen şeye uyacak, belki o zaman piyasaların kapıları açılacak, cepleri dolacak ünlü olacak, arada sırada hayır kurumlarına yardım yaparak rahatlayacak, ama bu sırada zincirlerinden boşanmış kapitalizmin, emperyalizmin militarizmin ve sadaka toplumunun aracı olacak.
Ya da “halkın değerlerine” ters düşmeyi göze alarak halkın ekonomik, demokratik çıkarlarını savunacak, özgürlük arzusunu dile getirecek, kapitalizme, emperyalizme ve militarizme karşı çıkacak. Sanatçının siyasi partilere katılması, meydanlarda konuşması son derecede önemli ama sanatçının (sanatçı olduğundan) bu işlevini, esas olarak bu çizgiyi (duyarlığı) yansıtan ürünlerle yapması, buna uygun, “kara elin” denetiminden kaçabilen, kendini koruyabilen biçimleri bularak gerçekleştirmesi gerekiyor. “Kara ele” direnen, özgürlük ruhu sanatçıyı göreve çağırıyor. Belafonte de bu ruhun sözcülerinden biri…[14]
Ve “zamanın ruhu” Belafonte’leri çağırıyor…


TEMEL DEMİRER


N O T L A R
[*] Patika, No:80, Ocak-Şubat-Mart 2013…
[1]Saint-Just.
[2]Guy Debord, Gösteri Toplumu, çev: Ayşen Ekmekçi - Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay., 2006, s.36.
[3]Sarah Thornton, Sanat Dünyasında Yedi Gün, Çev: Mine Haydaroğlu, Yapı Kredi Yay., 2012.
[4]Ali Artun, Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi, İletişim Yay., 2012.
[5]Kaya Özsezgin, “Estetik Modernizmin Tasfiyesine İlişkin”, Cumhuriyet Kitap, No:1167, 28 Haziran 2012, s.13.
[6]İsmail Mert Başat, “Ehlileştirilmiş Sanat”, Evrensel Kültür, No:247, Temmuz 2012, s.27.
[7]Nazlı Ilıcak, “Yılmaz Erdoğan ve Doğrular”, Sabah, 17 Mayıs 2012, s.25.
[8]Akif Beki, “Yeni Bir Kültür İnkılabı Şart!”, Radikal, 3 Mayıs 2012, s.10.
[9]Serdar Turgut, “Yeni Elitlerin Estetik Anlayışı”, Haber Türk, 11 Mayıs 2012, s.4.
[10]Serdar Turgut, “Türkiye’de Elit Değişimi”, Haber Türk, 8 Mayıs 2012, s.4.
[11]Nuray Sancar, “Sanat Toplum İçin Yapılacak, Yap!”, Evrensel Hayat, 13 Mayıs 2012, s.8.
[12]W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.475.
[13]Arthur Coleman Danto, Sıradan Olanın Başkalaşımı, Çev: Esin Berktaş-Özge Ejder, Ayrıntı Yay., 2012.
[14]Ergin Yıldızoğlu, “Kültür Endüstrisi, Sanatçı ve Satış...”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2012, s.11.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder