TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI-4
MOZART’IN GÖZYAŞLARI
Pırıl pırıl ışıyıp gözkırpan yıldızların sonsuzluğa uzanan masalımsı görkeminin altında, Salzburg’a doğru ilerliyoruz. Birazdan gümrüğü geçececiğiz. İyice yavaşladık... 30 km. hıza düştük. Almanya tarafında tek gümrük memuru yok... Avusturya tarafında ise iki memur, büronun önünde gelip geçen arabaları sadece dikiz etmekle yetiniyorlar. Sorunsuz, usulca yavaş yavaş bir resmi geçit yapar gibi Avusturya’ya giriyoruz. Eskiden böyle değildi. Almanya tarafı olsun, Avusturya tarafı olsun bagaj açtırır, kontrol ederlerdi. Hele Türkiye dönüşlerinde, didik didik aranırdık. Şimdi öyle değil artık, önemsemiyorlar. Avrupa Birliği olgusu bazı şeyleri parçaladı. Artık Avrupa Birliği’ne dahil olmuş Bulgaristan, Romanya, Polonya gibi işsizliğin en üst boyutlarda olduğu eski halk demokrasisi-sosyalist ülkelerin kadın-erkek emekçileri, başta Almanya olmak üzere, kendilerine el eden, batının o muhteşem ‘canel 5’ li Nike’li, Adidas’lı, Hugo Boss‘lu, Calvin Klein’li, Mercedes’li yalancı cazibesine ve yalancı cennetine sefaletlerinden usulcacık doğrulup, küme küme akın ediyorlar.
En kötü şartlarda, en düşük ücretlerle ve hiçbir sosyal güvenceleri olmadan üç aylık vizelerle —iş bulabilirlerse— çalışıyorlar. Bulamayanlar da, çalışan arkadaşlarının yanlarında sığıntı gibi yarı açı, yarı tok umutla, öyle, iş simsarlarının gelip de kendilerini çalışmaya götürmelerini bekliyorlar. Saat ücreti kaç euro imiş? Kaç saat çalışılıyormuş? Bunlar sorulacak şeyler değildir artık... İş bulmak en büyük nimet, kaç euro olursa olsun! Kaç saat olursa olsun! Yeterki iş olsun! Taaa nerelerden çıkıp da gelinmiş değil mi?.. Ellerindeki avuçlarındaki son metelikleri de bu yolda harcamışken! Peki Kadın emekçiler? Kimi restaurantlarda, gasthauslarda(İçki içilen kahvehane benzeri yerler) bulaşıkçılık, garsonluk, temizlik işlerinde çalıştırılıyor, azımsanmıyacak bir bölümü de kadın simsarlarının eline düşüp ya mecbur bırakılıp, ya da zengin olabilme, lüks yaşayabilme düşlerine yatarak kendi istemiyle fahişe oluyor. Batının her köşesi, en ücra köşesine kadar fahişelerle dolup taşıyor. Gazeteler sayfalar dolusu ilanlarla dolu. İnternet sayfalarının dışına taşıyor porno!
Ev sahipleri daha fazla kira alabildikleri için istemle evlerini kadın ticaretiyle uğraşan pezevenklere kiraya veriyor! Olur olmaz yerlerde, binaların giriş kapılarında yanıp sönen kırmızı şehvet lambaları, artık en tutucu komşular tarafından bile yadırganmıyor!
Artık iyice yoruldum. Gözlerim kapanıyor. Arabayı Salzburg’un, o geçmişin derinliklerinden kopup gelen muhteşem sonat ve konçerto yankılarını daha da dingin duyabilmek için parka çektim. Park arabalarla dolu. Aşağı yanda, göz alabildiğine Salzburg , bir Mozart sonatında uyuyor, ayın şavkı Salzah nehrinde “Rondo Alla Turca “nın piyano tuşlarında ahenkle dans ediyor.
Gözlerimi yumdum. Ataman abi zaten çoktan uyumuş. Bir saattir sesi-soluğu çıkmıyor.
Evet, gözlerimi yumdum ve dinledim... Wolfgang Amedeus Mozart’ın symphony nr.40'ı, bu 1001 gece masallarındaki kuyruklu yıldızlı, Leyla ve Mecnunlu, Arzu ile Kamberli Kırk Haramili gizemli gecenin içerisine durgun Salzah nehri gibi akıyordu. Mozart, öldükten sonra bir rivayete göre dilenciler mezarlığına gömülmüş. Yani mezarı falan yok. Krallara, devrin en önemli kişilerine(Goethe,Voltaire gibi) konser ziyafetleri vermiş bu deha öldüğünde cenazesini kaldıracak insan bulmakta güçlük çekilmiş. Rivayet bu ya, cenazesini sadece altı kişi kaldırmış, onlar da kilise ve gömüt görevlileri tabii ki! Mezar taşı olmadığı için gömüldüğü yer tespit edilememiş, sonraları gömüldüğü sanılan bölgeye bir Mozart anıt mezarı yapılmış.
Bunları yaşarken, duyumsarken, dinlerken uyumuşum. Ataman abi beni uyandırdığında, güneş tam cepheden arabanın içerisine vurmuştu. Sıcacık! Üstelik kahve automatından getirdiği buharları tüten mis gibi kahve de olağanüstü bir sürpriz oldu benim için. Güneş ve kahve ve Mozart...
Karlarla kaplı görkemli Alp Dağlarının eteklerinden geçiyoruz. Geçit vermiyen Alp Dağlarını insan emeği, insanın yarattığı teknik, oya gibi işlemiş. Salzburg-Maribor(Slowenien) arası aşağı yukarı 340 km ve öğle üzeri yeniden Maribor yakınlarında mola veriyoruz .
—İyi geldik değil mi Ataman Abiciğim, Maribor’a kadar?
—Hem de çok iyi!
—Ahhh.. Ataman abiciğim, sen belki de bilmezsin,1970-1990’lara kadar bu yollarda neler çektik!
Yollar tek şerit, bozuk, yoksulluk almış başını gidiyor, rüşvet, hırsızlık, üç kağıtçılık... Alternatif yol olmadığı için de yol oldukça bozulmuş. O dev gibi TIRlar gide gele tekerlerin geçtiği yer iyice çukurlaşmış. Yol değil, sanki çift taraflı kanal. İzin zamanı konvoylar şeklinde yol almaya çalışırız. Sıcak beynimize vurur, üstelik önünde bir traktör nazlı nazlı gider ve sen onu sollayamazsın çünkü yol, ana-baba günüdür. Saatlerce, o nazlı nazlı giden traktörü 30-40 Km’lik bir hız ile takip etmek zorunda kalırsın. Park yerlerinde ise iğne atsan yere düşmez... Yer bulup da bir kenara iliştiğin zaman gerçekten şanslı sayılırsın. Ama attığın her adıma, oturduğun, kilim, örtü serdiğin her yere dikkat etmen gerekir. Çünkü park yerlerinde tuvalet olmadığı için bizim insanımız çaresizlikten!.. Anlıyorsun değil mi?
—Ben onları yaşamadım ama hep anlatılıyor. Bu gerçekten Türkiyelilerin, Yunanistanlıların hep anımsadıkları ve hep anlatmak gereksinimi duydukları güzel anıları... Sanıyorum o yolculuklar, çok zor olmasına karşın özleniyor ve isteniyor!
—Evet özleniyor ve isteniyor. Çünkü, işte, o park yerlerinde insanlarla tanışıyor, arkadaş oluyorsun. Sofralar birlikte kuruluyor, birlikte yeniyor, içiliyor; adresler, telefon numaraları alınıp veriliyor. Hatta başlayan bu yol arkadaşlığı süreklilik kazanıyor. Söz gelimi, biz tanıştığımız aileyi tatilimizin daha 10’uncu gününde Ayvalık’ta ziyaretlerine gidip, evlerinde on gün kaldık. Birlikte Sarmısaklı plajlarında güzel, unutulmaz günler geçirdik. Çoluk çocuk, hep beraber yiyip içtik ve birlikte sevinçleri, acıları paylaştık. O Almanya’da yaşanan göçmenliğimize ilişkin, gurbetimize ilişkin derin acıları.
—Şimdi şu Slovakya’ya bak... Sanki Almanya! Yollar Autobahn olmuş, benzin istasyonları, park yerleri, tuvaletler modern ve temiz...
—Evet abiciğim. Kendisine ‘Sosyalist halk cumhuriyeti ‘diyen doğu bloku ülkelerinde yanlış olan bir şeyler vardı. Bir şeyler çok iyi yürüyorken bir yerlerde takılıp kalmışlardı ve bu takılıp kaldıkları yerlerde canı alıcı olan esasa ilişkin şeylerdi...
—Esasa ilişkin şeyler?
—Evet, esasa ilişkin şeyler! Yani Marksist-Leninist teorinin revizyondan geçirilmiş olması, ilerletilmemesi, sosyalizm maskesi altında bir nevi devlet kapitalizminin uygulanmış olması. Ama yine de herkesin yaşamı garantideydi. İşsizlik sıfır noktasında sayılırdı. Şimdi git sor, o dönemi yaşamış jenerasyona alacağın yanıt, çoğunlukla eskiye o tekdüze yaşama duyulan özlemdir.
—Evet! Acımasız bir dönme dolap getirip kendi istemleriyle ve kendi elleriyle ‘özgürlük‘ aldanmasıyla kurdular. Şimdi dön ha dön... Yani bir dönme dolaba koşunlanmışlar ve canları çıkana kadar, solukları kesilene kadar dönüp durmakla yükümlüler. Kendileri istedi bunu. Evet görünen gelişmişlik, dönme dolaba koşumlanmışlar için değil elbette! Koşumlanmışları kamçılayanlar için!
(Mozart anısına, Salzburg)
Yeniden autobahna çıkıyoruz. Gökyüzü masmavi, doğuya doğru ilerledikçe iklim değişimi de giderek belli oluyor. Hava daha yumuşak ve dava sevecenmiş geldi bana. Ataman Abi’ye bakıyorum, öyle dalgın gözlerle yolu gözlüyor. Tabelada E-59,1 no’lu Autobahn’ı veriyor, Zagrep(Kroation)yani Hırvatistan diye.
Suskunlukla uzun bir yol alıyoruz. Ataman abi ara sıra bana bisküvüt, bonbon, su veriyor... Öylece Hırvatistan gümrüğüne sıraya giriyoruz. Akşam olmuş. İğreti bir gümrük kulübesinde suratsız bir memur, önümdeki son model Mercedes’e nefretle bakıp sorun çıkarıyor... Mercedes sahibi orta yaşlarda bir Türk... Beklemediği bir tepkiyle karşılaştığı için şaşırmış! Gümrük memuru, Mercedes’in bagajını, torpido gözünü hınçla, kırarcasına açıp kontrol ediyor. Benim minik, boyaları dökülmüş, çizilmiş ve yer yer paslanmış VW Polo’ma bakıp “Sen geç git!” diyor. Eliyle işaret ediyor... Mercedes’in yanından yavaşça süzülüyorum. Mersedesin sahibi bagajı boşaltıp, bavulları açmakla meşgul olurken, biz Hırvatistan’a bir “Ohh!” çekerek sorunsuz giriyoruz böylece!
Avrupa giderek soluğunu yitiriyor Hırvatislanla beraber. Yorgun ve yıkık bir Avrupa’nın esas gizli çehresi yansıyor. Şimdi anlıyoruz ki, sadece böylesine işlek autobahnlarda sermaye çalışkan ve cömert davranmış. Kârı en doruk noktasında elde edebileceği özel konumdaki yerlere yönelmiş. Oysa oldukça lüks ve modern sayılabilecek autobahn kenarındaki tesislere iç kısımlarda rastlamak biraz zor.
İşsizlik, yoksulluk en üst sınıra dayanmış görünüyor. Ümit, Avrupanın batısında hâlâ! Tüm doğu, batıya doğru hareket halinde... Bir zamanlar işsiz Amerika’nın Alaska’ya altın aramaya hücum edip zengin olma düşlerine yattıkları gibi! Jack London bunları nasıl da güzel anlatmıştı!
Mozart’ı dinliyorum... Mezarı dahi olmayan, kendisine ait olmayan bir gömütte vefasız Avrupalının kendi halkını ‘Mozart burda yatıyor‘ diye aldatması ve cesedinden sonsuz bir sömürü talanına girişmiş olması...
Güneş battı ve karanlık çöktü. Arabanın farlarını yaktım. Zagrebi çoktan geçmişiz.
3 no’lu autobahnda Slavonski Brod’a doğru yol alıyoruz. İçime Mozartın sonatlarından kopup gelen bir acı ve yalnızlık gelip çöküyor. Mozartı dinliyorum..
Mozart ağlıyor.
YAVUZ AKÖZEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder