Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Ekim 2013 Pazartesi

MEHMET SÖĞÜT: Rüya Alemi






RÜYA ALEMİ









X-şehrinin Tren Garı’nın karşısında dar bir geçit görürseniz, oradan sağa sapınız, karşınıza ihtişamlı binaların arasında görkemsiz, hatta yer yer sıvaları dökülmüş Röstad Oteli çıkacaktır. İçindekilerin bazıları hayata küserek odalarına kapanmışlardır.  Onları rahat bıraksanız iyi edersiniz. Çünkü ne etseniz konuşmazlar. Onların bu tavrını, siz, güçlünün yazdığı kadere sessizce karşı çıkmak biçiminde, değerlendirin. Röstad Oteli’ne girdiğinizde izbe, loş, iç karartıcı salonunda birkaç kişinin sohbet ettiğini görebilirsiniz. Salonun köşelerinde derin düşüncelere dalmış kadın ve erkekleri de bulmak pekala mümkündür. Dalgın olanların temel düşünceleri, ülkelerinin kırları, bayırları, sokakları, dağları ve insanlarıdır...

Röstad denilen mülteci kampına düşenler anında hapse girmiş gibi olurlar. Zaman geçtikçe, çoğu kişi, kampın, sıkıcı ortamını kanıksar. Kimi de, Sefkan gibi, bir gün nasıl ülkesine dönebileceğinin hayalini kurar.

Sefkan, sakallı yüzünü avuçlarının arasına almış, düşünüyordu. Geçmişin siyah beyaz, boz bulanık görüntüleri gözlerinin önünde geçiyordu. Acılarla dolu dağarcığında neler yoktu ki, kan, gözyaşı, barut kokusu, ölümler, yeri, göğü, börtü, böceği, kurdu, kuşu, cümle kainatı titreten acı çığlıklar. Kurşunların, bombaların, panzerlerin uğursuz sesleri, işkencede inleyenler, haykırışlar, faili meçhuller, azgın katillerin satırlarla lime lime ettikleri çocuk bedenleri, üniversite kampüslerinde çakallar gibi fırsat kollayan jurnalciler, hepsi hepsi bellek denen havsalasında yer edinmişti. O günleri unutmak, yaşanılanların üzerine çizgi çekmek mümkün değildi. Başını nereye çevirse zalimlerin görüntüsü gözlerinin önünde depreşip duruyordu. Ve o lanet olası sessizlik. Sessizlik!.. Çık mazlumun kalbinden. Çık...Çık...

Sefkan’ın dirseklerini dayadığı masa eskimişti. Masanın üzerindeki Yılmaz Güney posterine gözlerini dikmiş düşünüyordu. Kitaplık olarak tanımladığı, küçük bir kasadan yaptığı dolaptan, kitap seçme isteği kafasından geçti, fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçti. Yarı kapalı cezaevlerini andıran kampın odasına kapandı kapanalı baş ağrılarına tutuluyordu. Baş ağrısı vahşi bir hayvan gibi yine hücum etmişti beynine. Sanki beynini kızgın tellerle oyuyorlardı. Dayanılmaz bir acı. Üzerine gündüz ve geceler devrilmişti sanki. Odasının dört duvarı arasına sıkışmış, ezilmiş, un ufak bir toz zerreciği gibi hissediyordu kendisini. Ve sekiz gündür odasından dışarı çıkmıyordu. Evet, kamp sorumlularının küçümseyici bakışlarından korunmak için sadece yemek saatlerinde yemek odasına kadar gidebilmişti. Gelirken keskin bir bıçakla söküp atacağını sandığı geçmişi, yeniden yakasına ilişmişti. Hem de kampa ayak basar basmaz.

Bir ressamın fırçasından çıkmışçasına, rengarenk olan ülkenin doğal zenginliklerinin sadece o ülkenin insanlarına mutluluk verebileceğini anlamış oldu. Ülkesinden uzak olanın yürek gözü yakın olur. İnsan nerede açmışsa gözlerini orada atar yüreği. Gördükleri tırısa kalkmış bir kısrak gibi gelip geçiyordu gözlerinin önünden. Bu ülkenin curcunalı, şatafatlı gece yaşamı, gürültüsüyle, kalabalığıyla, yalnızlığına, özlemine derman olamamıştı. Farelerin içinde cirit attığı, herkesin içinde kendi acısını yaşadığı, farklı milliyetlerden oluşan, onlarca kişiyle birlikte yaşamanın üzerinden tam üç ay, üç tonluk bir silindir gibi, kanata kanata, yüreğini ezerek geçmişti.

Sefkan, kamptaki iki ayını bulutlarla yoldaş olan, sürekli düş aleminde gezinen, olmadık düş kalelerini kuran Hakan’la aynı odayı paylaşarak geçirmişti. Sefkan’dan birkaç ay önce kampa gelen Hakan’ın tek amacı iş izini alabilmek ve bir an önce çalışabilmekti. Dertlerinin en büyüğü iş bulamayışıydı. Çalışarak zengin olmak istiyordu! Kırmızı araba alacak, kırmızı arabasının gazına bastığında, gökteki şahin misali uçacaktı. Sefkan, Hakan’ın aynadaki görüntüsüne göz kırparak güldüğünü görünce, (kız ayarlamanın provaları olsa gerek), Hakan’ın yavaş yavaş tırlatmaya doğru gittiğini anlamıştı tabii. Sonunda, kamp yaşamına tımarhaneyi boylayarak son noktayı koymuştu. Artık Sefkan’ın civarında vıdı vıdı edecek, kimsecikler de kalmamıştı böylece. Yurdunda kendisine sunulmuş biricik armağanı, kaşla göz arası kaybolup gitmişti. İşte uçurumun kıyısında sallanırken tutunabileceği dalda kırılıvermiş ve çaresiz orta yerde kalakalmıştı.

Gece yarısından sonra kampta kalan haylaz gençler, teker teker ortaya çıkar ve ortaya çıkmalarıyla da gürültü patırtı alır başını giderdi. Kimi zaman yangın tüplerini birbirilerine şaka mahiyetine sıktıkları bile görülmüştü. Oyuncular değişse de, olayların geçtiği yer aynıydı. Yaşanan olaylar da şaşırtıcı bir biçimde birbirine benzerdi. Sefkan’ın başı dışarıdaki bağırışların etkisiyle daha çok ağrımaya başlardı.
“Ah! Bu baş ağrılarım” diye inledi. Sesi dipsiz bir kuyudan çıkarcasına boğuk ve anlaşılmazdı. Sesinin biçimine kendisi de şaşırdı. Kendisinin olamayan ses!..
Bedeni iliklerine kadar acı kesti. Durup dururken zonklayan beyni tüm vücudunu rehin alıyor, sonra da sivri uçlu iğnelerini vücudunun her yanına batırıyordu. Yalnız düşüncelerini, hayallerini, anılarını, acının tatsız kollarına teslim etmiyordu. Sık sık düş alemlerine dalar, tıpkı katillerin suç işledikleri yere geri dönmeleri gibi, Sefkan da durup dolanıp ırak olan asıl mekanına dönüyordu. Kah çocukluğuna, kah anasının tatlı ve ustalıkla başardığı ya da başarabildiği tebessümlerine uzanıveriyordu. Kederin karanlık koridorlarında yol alırken, her şey bir rüyaya, her şey bir düşe dönmüştü. Yaşadıkları sanki yalandı. Yüreğini sıkıştıran mengene daha da acımasızlaşmıştı. Beynindeki acılar okyanusta yolcu gemisine saldıran azgın dalgalar gibi şiddetle saldırmışlardı.

Gündüzün aydınlığı gecenin karanlığına teslim olmak üzereydi. Güneş günlük nöbetini birazdan tamamıyla devredecekti. Kurşun geçirmez karanlık itina ile aydınlığın üzerine çökecekti. Elektrik olmasa her şeyi karnına alarak saklayabilirdi. Evlerin, fabrikaların, ağaçların, kötülüklerin üstüne kalın ışık geçirmez örtüsünü seriverecekti. Ortalık usuldan kararmaya başlamıştı.

“Yıldızlar, göz kırpan nazlı bir kız edasıyla, şöyle bir parlayıp tekrar inlerine çekildiler. Işıl ışıl balkıyan, uzatsan elinin yetişeceği kadar yakın gibi görünen, ülkesinin yıldızları da çok uzaklarda kalmışlardı. Demek ki her ülkenin göğü başka başka oluyordu. Her ülkenin güneşi ayrı şavkıyordu. Kimi ülkelerde cimriliği üstündeyken, bazı ülkelere de cömertlikle sunuyordu ışınlarını. Belki de böyle sanılıyor. Güneşin ekşi, saklanan soğuk yüzü buradaki insanlara da yansımış, böylece buradaki insanlar ekşimiş ve soğumuşlar” diye, düşündü.

Haftada sadece on beş dakika yayın yapabilen, Kürtçe programın yayın zamanında kalktı, önce elektriği sonra da radyoyu açtı. Radyoda, Xelîl Xemgîn’in acı nağmeleri beyaz badanalı odanın duvarlarına çarptı, tekrarda çığlık gibi Sefkan’ın kulaklarına doluştu. Klam, Sefkan’ın yüreğine çöreklenmiş kasveti daha da katmerleştirdi. Aldı onu taa gerilere götürdü. Duygu fışkıran gözleri donuk bir perdeye dönüştü. Yakılan köyü, inip kalkan dipçiklerin görüntüsü... Tepeden tırnağa göz kesildi. Sadece görüntüler dönüp dolaşıyordu gözlerinde. Evlerde patlayan yalımlar, her yanı yalayıp yutuyordu. Ateş, uygarlığa yaptığı katkıları unutmuş, zalimin elinde oyuncağa dönüşmüş, durmadan evlere saldırıyordu. Sefkan’ın kulaklarında hilkat garibesi kadar çirkin kalplerin, sunturlu küfürleri çınlıyor ve yine acımasız görüntüler... Geçmişte yaşadığı olaylar türkünün etkisiyle canlanıyor, zalimlerin zulmü depreşiyor ve ayyuka çıkıp tekrar kırbaç gibi Sefkan’ın beynine iniyordu:
- Yakın Allahsızların evlerini!
- Bunların topunu!..
- Hawar... Hawar... Hawar!..

Keder amansızca abanmıştı ülkesinin dört bir yanına. Çilenin dört bin çeşidi, ölümün dört bin çeşidi icat edilmişti. Kederin derin kuyusundan çıkabilen umut ışığı, ülkesinin dört bir yanına dağılarak ülkelerine gelecek vaat ediyorlardı. Kırdılar, kopardılar, kurşuna dizdiler ki, bitsinler... Aşk hiç biter mi? Tüm bu düşünceler beyninde ışık hızıyla geçerken, vücudu da durmadan titriyordu. Radyoda program daha bitmeden titreyen elleriyle radyoyu kapattı. Kulaklarında hala çığlıklar vardı. Yatağına uzandı. Başını yorganın altına gömdü. Gözlerini yumdu ki görüntüler ve sesler gitsin. Bu kabuslar uzun süre peşini bırakmadı ve öylece uyudu.

Sabah uyandığında bulunduğu yeri çıkaramadı. “Ne işim var bu odada? Burası evimiz değil ki!” diye düşündü. Şaşkın şaşkın pencereye doğru yürüdü. Dışarıya baktı ve X-şehrinde olduğunu anladı. Kampın önündeki yoldan arabalar zincirden boşalırcasına sökün etmişlerdi. Yağmur hafifçe çiseliyordu. Bavulunu aldı ve dışarı çıktı. X-şehrinin tünelinde sola saparak, yüzünü ülkesine döndü. Umudun ışınlarına katılıp yücelecekti.



MEHMET SÖĞÜT

http://www.mehmet-sogut.com 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder