Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Ekim 2013 Pazartesi

TEMEL DEMİRER: Aşkın Ve Sanatın Hayatı







AŞKIN VE SANATIN HAYATI 

(YANİ GEZİ/ KIZILAY/ GÜNDOĞDU VD’LERİ)[1]







“İyi ki hatırlattın
Başkaldırı diye bir şey var
İsa’dan beri insanı güzelleştiren
Şimdi daha güzel her şey
Daha insan herkes.”[2]


“Aşk, Sokak ve Sanat”tan söz ederken; eğri otursanız da doğru konuşacaksanız; söylediklerinizin hakkını verecekseniz eğer; doğrudan Gezi’den, Kızılay’dan, Gündoğdu’dan, vd’lerinden dem vuracak yani dünyayı, coğrafyamızı sarsan sınıflar mücadelesinin, isyanların, barikatların, sokakların yani aşka ve hayata mündemiç tutkuların destanını paylaşacaksınız, haykıracaksınız…

Aşk mı? Sanat mı? Onun ne olduğunu size tutkularıyla dünyayı, coğrafyamızı sarsan Gezi, Kızılay, Gündoğdu, vd’leri anlattı, anlatıyor…

Sınıflar mücadelesi, ayaklanmalarla, devrim ve karşı-devrim süreçleriyle, toplumsal mücadelelerle ilerlerken tarihi de yaratır…

Tarihi tarih yapan aşkları, sanatı ve hayatı…

Aşk, sanat ve hayat şimdi Tahrir’de, Sintagma’da, Tottenham’da, Burgiba Caddesi’nde, İnci Meydanı’nında, Sao Paolo’da, Plaza Del Mayo’da, Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu vd’lerinde yaratılıyor…

Aşk, sanat ve hayattan yana olanlar şimdi sokaklarda büyük aşkları, ölümsüz sanat yapıtlarını yaratırken; hayatı, geleceğimizi estetize ediyorlar…

Bu insan(lık)ın tanık olduğu devasa dönüşümlerden birisidir…

Hatırlayın: “Mayıs’ın kanlı günü Haziran’a dönüyor” diyordu bir eski marşta; öyle oldu gerçekten. Mayıs, 2013 Haziran’ına döndü ve bu olup bitenler, “Haziran Günleri” diye tarihe kaydoldu aşkı ve sanatıyla…

Hatırlayın: Dewey Meydanı’ndaki ‘Occupy/ İşgal Et’ konuşmasında Noam Chomsky, 2010’da Amerika’da başlayıp, daha sonra dünyanın pek çok farklı yerine yayılan başkaldırının neden önemli olduğunu şöyle anlatıyordu:

“1970’lerden beri böyle bir şeyle karşılaşmadık. Yani, hareketin altında epey bir birikim var… İşgal hareketinin günlük hayata sirayet etmesi çok önemli... Eşitsizlik, mali yozlaşma ya da tel tel dökülen demokratik sistem ve üretken ekonominin çöküşü gibi meselelerin halkın gündemine sokulması ayrıca kıymetli. Bu meselelerin her gün konuşulan konular hâline gelmesi hareketin gerçek bir halk hareketi olduğunun göstergesi. Mesela harcama ve tüketim alışkanlıklarının değişmesi, direnişe destek vermeyen kurumlarla ilişkinin kesilmesi, direniş söyleminin gündelik dile yerleşmesi gibi…”[3]

Sözü edilen bir kırılma, kopuş, değişim, dönüşüm eşiği olma hâlidir… Bir Ermeni atasözündeki üzere, “Şaşıran, düşünmeye başlamıştır.”

Evet 31 Mayıs 2013’te Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu vd’lerinde başlayan ayaklanma; kapsamı, içeriği, taşıdığı potansiyel, bugüne kadar yarattığı birikimler ve olağanüstü deneyimleriyle tarihsel bir kırılmayı yani yeni bir tarihsel momente geçişi simgeliyor.

Yığınların yaratıcı zenginliği ve mücadelesinin devasa gücü, ayaklanmayı besledi, çok boyutluluğunu ve çok yönlülüğünü ortaya çıkardı. Radikal ve militan ruhunu güçlendirdi.

Gezi Parkı Direnişi birikimi ve öfkeyi harekete geçirip, patlatarak, ayaklanmaya dönüştü.

Ayaklanmanın dinamikleri ve bileşenleri halk isyanıyla biçimlendi. Ayaklanma heterojen, çok katmanlı ve çok sınıflı bir gelişme dinamiği gösterdi. Gençlik ayaklanmanın katalizörü işlevi gördü. ‘Orta sınıf’ gibi melez tanımlamalar yapılsa da, ayaklanmaya emekçi yığınların yoğun katılımı görüldü.

Gençlik ve ‘orta sınıf’ vurgularıyla ayaklanma, özellikle sol-sağ liberaller tarafından içeriği boşaltılıp, apolitize edilerek, stilize bir gösteriye dönüştürülmek istendi.

Bu yaklaşım ayaklanmanın içeriğini boşaltma, taşıdığı devrimci potansiyeli eritme, gözlerden gizleme gayretiydi.

Ama tutmadı; isyan aşkı, sanatı yani hayatı etkiledi; onlardan etkilendi…

AŞK VE SANAT; YANİ HAYAT

Son yılların en büyük aşklarından, en görkemli sanat yapıtlarından biri olarak Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu vd’leri hayatın ne kadar vazgeçilemez olduğunu hatırlattı…

“Hatırlattı” diyorum çünkü insan(lık)ın tarihinde, durmadan kendini çoğaltan aşk ve sanat, yani hayat dışında yeni hiçbir şey yoktur...

İyi, kötü, güzel, çirkin, doğru ve yanlış gibi insanın yaşamını saran kavramlar da aşk ve sanat, yani hayata karşı alınan tavırlarla betimlenir.

Aşksız ve sanatsız yani hayatsız bir insan(sızlık) hâli “ben-siz”dir...

Böylesi bir “ben-sizlik”, sizden her şeyi alır ve de “bireyciliğinizin” hammallı yapar.

Kaldı ki “ben-siz” olanın “ben neyim” sorusunu sorması da mümkün olmadığı gibi sorduğunda da vermiş olduğu “yanıt(sızlık)” önemsiz ve anlamsızdır.

O hâlde aşksız ve sanatsız yani hayatsız olunamayacağının altı çizilip, dağları deldiren aşkın, ikinci doğum, yeniden doğuş olduğunun unutulmaması gerek.

“Her insanın aşka bakışı farklıdır. Ama aşk her insana hep aynı şekilde bakar: ‘Evsiz barksız, kimsesiz çocuklar gibi,’ Camille Laurens’in sözüyle…”[4]

Siz bakmayın Charles Bukowski’nin, “Aşk, pençesinden hiç kurtulamadığımız çok ciddi bir hastalıktır”; Platon’un, “Hastanın memnun kaldığı tek hastalık aşktır,” demesine! Hayır, doğru değil bu! “Aşk hastalık değil, insanı yücelten ihtiyaçtır.”[5]

Aşk ve sanat, yani hayat devinimidir.
Aşk ve sanat, yani hayat ayıplayan ve yasaklayan her şeye başkaldırır.
“Başkaldırı” ile “aşk ve sanat” arasında doğrudan bir ilişki vardır.

Edgar Morin, “Aşk toplumsal düzene itaat etmez: Belirir belirmez, engelleri görmezden gelir, onlara çarparak dağılır ya da onları dağıtır,”[6] derken tam da bunu anlatır.

Aşk, bir başkasının hayat(lar)ını yaşamaktır; “Aşk, insanın kendinden kaçma duygusudur,” sözündeki üzere Baudelarie’in…

Aşk, bir yangındır; Onu daha büyük bir yangından başka bir şey söndüremez.

Evet, aşık insan, yaygınlara tutkun bir “deli”dir.

Nihayet Turgut Uyar’ın, “Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam!”; Orhan Veli’nin, “Bekliyorum… Öyle bi vakitte gel ki vazgeçmek mümkün olmasın”; Nâzım Hikmet’in, “Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum; fakat asla ümitsizliği değil”; Cemal Süreya’nın, “Cenaze arabalarını süslemek gibidir yokluğunu yazmak, ne kadar güzel olsa da ölüm taşır”; İlhan Berk’in, “Sesini hatırlamıyorum bile; ama söyledikleri hâlâ aklımda,” ifadelerindeki üzere aşık olmadıktan sonra kalp, hiçbir işe yaramaz!

Tekrarlıyorum: Aşk, bir yangındır; aşık insan da yangınlara tutkun bir “deli”dir. Sanat da bunun ürünü ve başkaldırının yoldaşı değil ise, nedir ve ne olabilir ki?

GEZİ’NİN, KIZILAY’IN, GÜNDOĞDU’IN VD’LERİNİN GERÇEĞİ

O hâlde aşkın ve sanatın; yani hayatın Gezi’den, Kızılay’dan, Gündoğdu’dan, vd’lerinden etkilenmemesi mümkün değildir!

1 Mayıs 2013’de de işçi sınıfının Taksim’i için sokaklara çıkan Genco Erkal’ın, “Nereden geldiyse o hep beklediğimiz ama bir türlü geleceğine kendimizi inandıramadığımız o soluk, o coşku, o gencecik enerji çıkıp geldi işte, bütün beklentilerimizin üstüne çıkarak. Yaşlı bir çapulcu olarak bu günleri yaşadığım için çok mutluyum. Gazı biliyorum artık. Gençlerle birlikte meydanlara çıktık. Kaçtık bir yerlere sığındık. Korudular beni. Cin şişeden çıktı bir kere, geriye sokamazsınız,” diyen tarif ettiği Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu vd’leri gerçeği; Vadim Zakharov’un, “Beyler, kabalığınızı, şehvetinizi, narsisizminizi, demogojikliğinizi, sahtekârlığınızı, bayağılığınızı ve hırsınızı, yüreksizliğinizi, haydutluğunuzu, vurgunculuğunuzu, müsrifliğinizi, oburluğunuzu, çıkarcılığınızı, kıskançlığınızı ve aptallığınızı itiraf etmenin zamanı gelmiştir,” saptamasında dile getirdiği başkaldırıdır!

İktidarların neo-liberal aşırılıkları ve yozlaşmaları karşısında halkların her yerde ve Türkiye’de Gezi Eylemi’nde söylediği tam da bu değil midir?

Gezi Parkı Direnişi, siyasal iktidara dönük eleştiri olgusuyla sınırlı kalmadı, sanatsal, ekinsel etkinliklere, çalışmalara da uzandı, bilimsel, ahlâksal vb. alanlara sızarak enikonu bir silkelenmenin/ uyanışın önünü açtı.
“Gezi Parkı Direnişi güncel sanata nasıl dokundu” mu?

Mesela rekor satışlarla, “yıldızı parlayan” mahallelerdeki sergi açılışlarıyla gündeme gelmek istemeyen sanatçılar için bir açık kapı oldu Gezi. Zaten son dönemlerde - galeri vitrinlerinin arkasından da olsa - bir isyan hâli başlamıştı. Sermayenin tahakkümüne, “müze-dükkân”lara, sanatçılara imzalatılan tuhaf sözleşmelere karşı sesler yükseliyordu.

Parkı yalnız bırakmayan sanatçılardan Banu Cennetoğlu, “Son dönemde ‘sanat’taki tıkanmışlık” ve “gülünçleşen sanat ve güç ilişkisi”nden dem vuruyor, “Yazılacak basın bültenleri, sergi ‘konsept’leri ezberden gelmez artık bundan sonra” diyordu.

Yine ‘Genç Sanat Dergisi’ Editörü Seda Yörüker’de şunların altını çiziyordu: “Gezi eşsiz bir soru… Sanatı sadece elle tutulur, gözle görülür olanla, yani fiziksel anlamda üretilmiş nesnelerle ilişkilendirmek mümkün değil; sanat aynı zamanda hareketin, duygulanımın, ağlar arasındaki bağları yeniden kurgulamanın, bellek oluşturma ediminin ve kendiliğinden oluşanın potansiyellere dönüşmesinin de bir karşılığı. Gezi’yle birlikte ortaya çıkanlar yalnızca toplumsallık adına değil, aynı zamanda kamusal alan üzerine çok düşünüldüğü son dönemde, doğrudan sanat alanında da zihin açıcı.”

Nihayet “Hayatın içinde sanatın vazgeçilmez olduğunu gördük” vurgusuyla Özen Yula, “Gezi Direnişi neticesinde insanlar sanatta hayatın ne kadar eksik kaldığını farkına vardılar,” derken; yine Gezi Direnişi’nde gözaltına alınan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde öğretim üyesi Osman Erden, “Gezi olayları ‘yeni Türkiye’yi muştulayan bir süreç” vurgusuyla ekliyordu:

“Alman sanatçı Joseph Beuys’un ‘genişletilmiş sanat kavramı’ vardır. Sanatçı statü olarak diğer insanlardan yukarıda değildir, herkes sanatçıdır der. Çünkü biz doğumumuzdan ölümümüze kadar kendi hayatımızı şekillendiriyoruz; verdiğimiz kararlarla, ortaya koyduğumuz tavırlarla bir üretimde bulunuyoruz. Dolayısıyla hepimiz yaratıcıyız.”[7]

“Söz konusu genç sanatçılar olduğunda Gezi direnişinin de işin içine girmesi kaçınılmaz. Sena, direnişin etkilerini hissedip hissetmediği sorulduğunda ‘Olmaz mı?’ diye cevap veriyor. ‘Sergiye astığım resimlerden birisi Gezi’yle birlikte hızla değişerek kendisini ‘Çapulcu’ başlığı altında ıslak bir şekilde duvara asılmış buldu. O da benim gibi olaylar karşısında hem heyecanlı, hem çok üzgün hem çok umutlu, aynı zamanda çok şaşkın. Ben Gezi’nin Türkiye’nin özlemini çektiği bir birlikteliğin başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Dikenli ve gazlı bir aşk hikâyesi.’

Merve ise ‘Gezi olayları öncesinde büyük bir ‘yağmur bekleyen teyze’ darlanması yaşıyorduk. Gergindik, sıkıntılıydık, hazımsızdık, sıkışıp kalma hâli hüküm sürüyordu. Bu genel sıkışmaymış ki kallavi bir patlama yaşadık ve yaşıyoruz. Birden bu durum yaptığım işlerle de kesişti’ diye açıklıyor.”[8]

Gerçekten de Özlem İnay Erten’in, “Damlası tsunami oldu” diye tanımladığı Gezi Parkı Direnişi pek çok taşı yerinden oynattı. Geleceğe önemli miraslar bıraktı. Kültür-sanat camiası da buna sessiz kalamazdı. Kısa zamanda sanatın her alanında yapıtlar ortalığa saçılmaya başladı, üretim hâlâ aynı hızla devam ediyor. Kitaplar, belgeseller ve fotoğraf çalışmaları sanatın Gezi Parkı’na bakışının en canlı örnekleri gibi görünüyorken; direnişin ilham verdiği bir grup sanatçı Moda Yoğurtçu Parkı’na cephesi olan Galeri Park Art’ta ‘Direnişin Estetiği’ sergisinde buluştu.

Örneğin Gezi Parkı Direnişi sırasında, çoğunlukla kadınların başrolde oynadığı bir sürü romantik imge üretildi: direnişin, isyanın, dayanışmanın imgeleri. Tüm başkaldırılar gibi romantik bir tarafı var Gezi Parkı Direnişi’nin ve romantik imgelerin de başrolde olması kaçınılmazdı ve öyle de oldu.

Örneğin İstanbul’a ayak basar basmaz kendisini Gezi Eylemi’nin içinde bulunan Güney Afrikalı sanatçı Kendell Geers’e göre, eylemin yaratıcılığı 2013 yılında düzenlenecek İstanbul Bienali’ni anlamsız kılıyordu.
Örneğin dünyanın dört bir yanında şiir festivalleri düzenleyen ve şiirin tüm sorunlarını gündeme getiren ‘Dünya Şiir Hareketi’ (WPM), Taksim Gezi Parkı’nda başlayıp ülkenin birçok kentine yayılan Direniş’e bir mesaj gönderdi. WPM’ın mesajında, “kurtarılmış ilkbahar düşünün herkese cesaret veren yeni bir soluk olduğunu” vurguladı ve “Dünya şiir hareketi/ yürüyüştedir kucaklamak için/ sevgili, kardeş halk,/ senin uzun, görkemli savaşımını” denildi.

Örneğin Gezi Parkı’ndan ülkeye ve dünyaya yayılan direniş, demokrasi, insan hakları ve özgürlük taleplerine destek için İtalyan aktivistler Venedik Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu’nu işgal etti. Türkiye Pavyonu’ndaki ‘Direniş’ başlıklı yapıtın yaratıcısı Ali Kazma da aktivistlerin desteği için, “Sanatın bir kere daha hayatın tam ortasına gelişine şahit olduk,” yorumunu yaptı.

Toparlarsak: “Direnen, yardımlaşan, özgür bedenlerin inşa ettikleri bir sanat yapıttıdır Gezi Parkı,” Rahmi Öğdül’ün ifadesiyle…

“BİAT”IN YALAKA PİYONLARI

Gezi’den, Kızılay’dan, Gündoğdu’dan, vd’lerinden etkilenen aşk ve sanat, yani hayat aynı zamanda bir çok şeyi de tanzim ve tasnif ederek açığa çıkardı.

Mesela, Gezi Eylemi’ne katıldığı için Başbakan’dan el etek öperek özür dileyen Şafak Sezer ya da “Başbakan’la hiçbir problemim yok çünkü yapılan iyi işler de var… Vatandaşla polis karşı karşıya kaldığında ağladım,” diyen İpek Tuzcuoğlu gibi!

Bir de ‘Ankara Festivali’nde “türküsü”yle Gezi Parkı Eylemcileri’ni hedef alarak, “Camide göbek atan Allahsız şerefsizler, zararlı mikroplar” diyen İsmail Türüt!

Onlar biatın, biat kültür(süzlüğ)ünün yalaka piyonlarıdır!

Işıl Özgentürk’ün de işaret ettiği üzere, “Biat kültürü asla hayatı kucaklamaz, çok fazla öbür dünyayla ilgilidir ve bu nedenden sanata hiçbir katkıda bulunamaz. Bu amaçla yola çıkanı, ne yazık ki, yarı yolda bırakır. Çünkü sanat, muhalif ve soru soran bir yapıya sahiptir. Biat kültürünün tuğla taşları ise sorgulamamak üstüne kurulmuştur…

Biat kültürü emreder, örneğin, bir muhafazakâr olan Prof. Dr. Ahmet Atan sanat için bakın neler söylüyor. Kendisi Gezi eylemleri sırasında, Gezi direnişçileri için şöyle demişti: ‘Ermeni, Yahudi, Rumsanız sizlere söyleyecek bir sözüm yok...’ Bu ırkçı ve nefret söyleminin sahibinin elbette sanat için de söyleyecek bir sözü var. ‘İslâmın estetik anlayışı Allah’ın beğenisiyle çok sıkı bir ilişki içindedir.’

Bu söze ne diyorsunuz, bunu küçük bir çocuğa sorsanız şöyle der:

‘Bu adam Allah’la mı konuşuyor?’
Nedir Allah’ın sanat beğenisi?
İşte sormanız gereken bir soru?

Bilmelisiniz ki, sanat tutku, aşk, cinsellik gibi kavramları sürekli sorgular, iyilik ve kötülüğü de... Bir sanatçının en başta kendine şunu söylemesi gerekir: ‘Hayata dair hiçbir şey bana yabancı değildir.’

Ama biat kültürü, en çok aşkı, tutkuyu ve cinselliği yasaklar. Bu nedenle bir türlü Mevlana’nın Şems’e duyduğu cinsel tutku, anlatılamaz. Bu nedenle aralarında ulvi bir aşk varmış gibi sayfalar dolusu kitaplar yazılır. Ama siz bilmelisiniz ki, bu, biat kültürünün en büyük günahlardan biri saydığı eşcinsel bir ilişkidir.

Devam edelim, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Hamdi Döndüren, ‘Diri bir kadının ya da şarabın heyecan verici niteliklerini anlatan şarkıların caiz olmadığını’ söylemiş.

Diri bir kadının ve şarabın, görüyorsunuz size sadece ölü kadınlar için yazılmış ağıtlar kalıyor. Neden? Çünkü ölüler insanları tahrik etmez. Öyle düşünüyorlar ve sizlere de buna biat etmeniz söyleniyor. Bunu söyleyenler kaç yaşında bilemiyorum ama sizler gençsiniz ve hormonlarınız atom bombası gibi çalışıyor, diri kadınlar ölülerden daha şenliklidir.

Bunu öğrenin!

Marmara Üniversitesi’nden Prof. Ekrem Buğra Ekinci daha da ileri gitmiş, ‘Eğer çalgı kadın sesi içermiyorsa, sözleri de dinen sakıncalı değilse’ dinlenebileceğini ifade etmiş.

Hadi gelin bir film yapın ve müziği sadece erkek seslerinden ve dini içerikli sözlerden oluşsun. Biraz tuhaf olmuyor mu? Bu sözüm ona ilahiyatçıların, erkek sesine tutkularını hiç sorguladınız mı?

Yani kısaca, bu biat kültürü size iyi film yaptırmaz. Ama biat kültürünü sorgulayan filmler yaptırabilir.”[9]

AKP İCRAATLARI

Nasıl olur da, hem “sanat” deyip, hem de “sanatçı” olduğunuzdan söz ederek, AKP patentli biatın icraatlarını savunabilirsiniz?

Nasıl olur da Emre Kınay’ın, Beni en çok rahatsız eden şey Başbakan’ın insanlara sanatçıları yuhalatması oldu,” infialini unutursunuz?

Nasıl olur da, 9 Haziran 2013’de Gezi Eylemleri’ne destek veren sanatçılara “Yazıklar olsun,” diye haykıran Erdoğan’ın önünde diz çökersiniz!

Bilmiyor musunuz? Görmüyor musunuz? AKP iktidarı döneminde sanata müdahale, baskı ve sansür tavan yaptı!

Victor Hugo, “Düşüncenin gümrük memurlarından” söz ederek, düşünce özgürlüğünün denetlenemeyeceğini söylerken; hemen her dönemde bunu yapabileceklerini düşünür iktidar odakları...

Haldun Taner ustamızın dediği gibi, kendilerince statükonun bekçiliğine soyunurlar. Bunu, baskıyla, sansürle yaparlar. Ya da yapabileceklerini sanırlar...

Akif Beki, “AKP 11 yılda sokağı mafyadan, devleti çetelerden temizledi. Kurulu düzeni bile yıktı. Fakat 11 yılda eski sanat egemenlerini sahneden söküp atamadı,”[10] diye haykırırken bir kez daha yapılmakta olan budur…
‘Sanatın Desteklenmesi Hakkında Kanun Tasarısı’nda, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki Devlet Opera ve Balesi ve Devlet Tiyatroları genel müdürlükleri ile Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kaldırılıyor.
Açıkta kalan opera, tiyatro, bale, dans ve müzik sanatçıları, bulundukları ildeki kültür ve turizm müdürlüklerine bağlanıyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye’nin sanat yapısını sil baştan değiştiren kanun taslağına son şeklini verdi. Ağırlıklı olarak İngiltere’deki Sanat Konseyi’ni örnek alan taslağa göre, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü (DOBGM) ile Devlet Tiyatroları (DT) lağvedilerek Türkiye Sanat Kurumu kurulacak.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, DOBGM ile DT’yi lağvederek Türkiye Sanat Kurumu’nu kuracak kanun taslağı, özel sanat sektörünü “destekleme” üzerine kurgulandı.

Ankara Sanat Tiyatrosu yöneticilerinden Mahir İpek’in, “Hep baskı görmüş; aslında bu, gayet olağan bir şey. Çünkü Türkiye gibi bir ülkede muhalifsen, var olan çarkın dişlerine bir çomak sokuyorsan, başına her zaman böyle şeyler gelebilir,” diye özetlediği tabloda birkaç çarpıcı örnek daha aktarırsak:

* “Devletin tiyatrosu olmaz,” diyen Başbakan, kendi sanat anlayışını kuruyor. “Türkiye’deki Sanat Kurumlarının Oluşumu ve İşleyişi” başlıklı yeni yasa tasarı taslağına göre, üyelerini Bakanlar Kurulu’nun belirleyeceği Türkiye sanat kurulunun onay vereceği oyunlara maddi destek sağlanacak.

* AKP iktidarının 10 yıldaki kültür sanat politikaları, bale sanatını vurdu. Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı’nın orta kısım bale bölümüne 10 yıl önce 700 başvuru yapılırken, bu sayı 2011’de tek sınıf için 43, 2012’de iki sınıf için 59, 2013’te ise yine tek sınıf için 38 kişide kaldı.

* Danıştay 13. Dairesi’nin RTÜK’ün Muhteşem Yüzyıl dizisinin 2010 ve 2011’de yayınlanan altı bölümünün “toplumun milli ve manevi değerlerine aykırı olduğu” gerekçesiyle kestiği idari para cezasını onayan gerekçeli kararında, bilirkişinin “Harem gizemi çözülememiş ciddi eğitim kurumu” tespitine vize verdi. Mahkemenin diziye ceza kararını Danıştay oybirliği ile onadı!

METALAŞ(TIRIL)AN “SANAT”IN TÜCCARLARI!

Aslı sorulursa AKP icraatları, metalaş(tırıl)an “sanat”ın tüccarlarınca işgal edilen kapitalist “coğrafyamıza” hiçde ters değildir…

Çünkü sanatın “ticari” bir metaya tahvil edildiği koordinatlarda[11]Gezi Parkı’na AVM yapılmasında hiç de şaşırtıcı bir şey yoktur!

Örneğin “Şimdi sanata yatırım zamanı… Türkiye’de pahalı çanta, otomobil gibi eşyalar yerine yeni trend artık sanat eseri almak,”[12] haberini birinci sayfadan gören ‘Sabah’, durumu, hâl ve gidişatı gayet veciz biçimde özetliyor…

Hızla sıralıyorum: “Krizde yeni güvenli limanlar arayan yatırımcı, sanata yöneldi. Türkiye’de son 10 yılda 20 kat büyüyen sanat eserleri piyasası 2013 yılında 300 milyon dolarlık büyüklüğe ulaşacak. Kriz dönemlerinin gözde yatırım aracı olan ve güvenli liman olarak görünen altın, son dönemdeki sert değer kaybı nedeniyle gözden düştü. Alternatif yatırım araçları arasında özellikle sanat sadece dünyada değil Türkiye’de de oldukça popüler hâle geldi,”[13] diyor ‘Vatan’ gazetesi…

“Sanata yatırım yapanların sayısı her gün artıyor. Sadece iş dünyası değil, oyuncusundan müzisyenine bilinen simalar da sergi sergi geziyor, koleksiyonlarını zenginleştirmeye çalışıyor. İşte sanattan kazandığı parayı sanata yatıran ünlüler…2009 yılında Burhan Doğançay’ın Mavi Senfoni isimli eserinin 2.2 milyon liraya satılması Türkiye çağdaş sanatında milat oldu. Gözler çağdaş sanata çevrildi ve daha önce plastik sanatla ilgilenmeyenler, sergi gezmeye eser toplamaya başladı. Artık yeni trend pahalı eşya değil, sanat eseri almaktı. Kısa süre içinde yeni zengin işadamları ve sanatçılar da dümeni çağdaş sanata kırdı,”[14] diyor Burcu Aldinç…

Sonra da “… ‘İstanbul 2010’ çalışmaları çerçevesinde, iki akademisyen Asu Aksoy ve Zeynep Enlil tarafından kaleme alınan ‘İstanbul Kültür Ekonomisi Envanteri’ne göre, 2011 yılında Türkiye’deki kültür ekonomisinin hacmi 46 milyar dolar. Bu rakamın yüzde 63’ü İstanbul’da gerçekleşiyor… Kültür ekonomisi dünyada yükselmekte olan bir trend. Almanya’da kültür ekonomisinin yıllık cirosu 351 milyar euro. Neredeyse otomotiv sektörünü yakalıyor. BM verilerine göre, kültür ekonomisinde Hindistan’dan sonra en hızlı büyüyen ikinci ülke olan Türkiye rahatlıkla 46 milyar doların üzerine çıkabilir. Yeter ki, bakanlık bununla ilgili bir strateji oluştursun,”[15] diye akıl veriyor Gila Benmayor…

“2011 yılında kültür ekonomisindeki harcamalar 46 Milyar Dolar sınırını aşmış ve milli gelirin yüzde 6’sını oluşturmuş,”[16] diye ekliyor Ayşegül Sönmez…

Bu arada Hasan Kaçan, “Yapılan bütün filmler ticaridir… ‘Sanat filmi’ diye bir şey olduğuna inanmıyorum. Neticede bilet satılıyorsa ve insanlar bunu parayla alıyorsa; bu aynı zamanda ticari metadır… Bilet satılan her şey ticari bir metadır,”[17] diye buyururken; “yeni gerçek”le karşılaşıyoruz; Doğan Hızlan’a göre, “Sanatın yeni hamisi Katar”mış(!)

“Katar Müzesi için alınan tablolar ve ödenen paralar: Rothko 70 milyon dolar, 2007’de alınmış. Damien Hirst’ün eserine 20 milyon dolar verilmiş. Şimdiye kadar yaşayan bir sanatçıya en çok ödenen miktar!

Cezanne, 250 milyon dolar. 2011’de alınmış. Bir yetkili, “Sanat piyasasının bugün en önemli alıcıları onlar” diyor. Yeni Katar Emiri’nin 30 yaşındaki kız kardeşi, sanat dünyasındaki en etkin alıcılardan biri…”[18]

Ayşegül Sönmez, “Hepimizin okyanus aşırı kitapçısı Amazon, sanat işine de el attı. Kelimenin tam anlamıyla öyle çünkü... Artık Amazon.com’da sanat eseri satılıyor. Galeri duvarlarından ev duvarlarına başlığı altında sanat eseri siparişi vermek mümkün. Tıpkı Murakami’nin romanını sipariş ettiğiniz gibi...”[19] derken; “Contemporary İstanbul’u düzenleyen Ali Güreli çağdaş sanat şirketi kurdu,”[20] diye ekliyor Songül Hatısaru da!

Sonra da ‘Taraf’dan bir haber: “Global ekonomide yavaşlayan büyüme ve belirsizlik dünya sanat piyasasını etkilemesine rağmen Türkiye’de sanat eserleri piyasası hız kesmedi. 10 yılda 20 kat büyüyen sanat piyasasının 2013 yılında 300 milyon dolarlık hacme ulaşacağı tahmin ediliyor. Avrupa Güzel Sanatlar Vakfı (TEFAF) sanat piyasası raporundan derlenen bilgilere göre, 2012 yılında küresel satışlar küresel ekonomideki yavaşlamayla birlikte yüzde 7 düşerek 43 milyar avroya geriledi…

Buna rağmen altın çağı 2000 yılında başlayan Türkiye’deki sanat piyasasının büyümesi tüm hızıyla da devam etti. Galerilerin ve müzayedelerin belli başlı takipçilerinin etrafında dönen piyasada 2000’li yılların başlarında, farklı bir alıcı profili olarak beyaz yakalıların sayısı arttı. Sanata sahip olmanın yaşattığı hazzı ve prestiji yeni keşfeden hatırı sayılır miktarda kişi de galeri ve müzayede salonlarında boy gösterdi. Türkiye’ye gelen dünyaca ünlü sergiler hem yerli sanatseverler hem de yabancı koleksiyoner ve galerilerin akınına uğradı.

Özel bir müzayede bilgi bankasının verilerine göre, 2011’de düzenlenen müzayedelerde yaklaşık 80 milyon dolarlık satış gerçekleşti. 2012 yılında ise müzayedelerde satılan sadece 10 eserden 15 milyon lira elde edildi.
Talepteki patlama, anında fiyatlarda da etkisini gösterdi. Türkiye’de sanat piyasası 10 yılda 20 kat büyüdü. 2001’de 5 milyon dolar olan sanat piyasası hacmi, 2010’da 105 milyon dolara çıktı. 2013’te ise Türk sanat piyasası büyüklüğünün 300 milyon dolara yaklaşacağı tahmin ediliyor.”[21]

Özetle “Koç Grubu’nun çağdaş sanat alanında attığı adımların en büyüğü Dolapdere’deki müze olacak”ken;[22] artık “Şirketleşen sanat” açmazının altını çizen Rahmi Öğdül hepimize sesleniyor:

“Performanslar görünmez hâle gelmiş sanat ve piyasa ilişkisini, egemen anlayışı tüm çıplaklığıyla görünür kılmaya yarıyor bazen. Meta toplumunda hepimizin fahişe olduğunu, kendimizi yabancılara sattığımızı söylemişti Walter Benjamin…”[23]

ÖZGÜRLÜK, AŞKIN VE SANATIN, YANİ HAYATINDA KENDİSİDİR

Evet, evet Giorgio Agamben’ın, “Tarih, egemen ideolojinin söylediği gibi, insanın çizgisel zamana köleliği değil, ondan kurtuluşudur,” saptamasındaki üzere aşk ve sanat insana yaşama, tanımlama ve özgürleşme olanakları sunar.

Nelson Mandela’nın, “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter”; Harriet Tumban’ın, “İki şeye hakkım olduğuna karar verdim: Özgürlük ve ölüm. Birine sahip olamazsam ötekini isterim çünkü hiç kimse beni canlı tutsak edemez,” diye tanımladığı özgürlük; bazen, iki kere iki dört eder diyebilmektir; uğruna mücadele edilmeye layık kavramlardan birisidir özetle…

Elbette Ursula K. le Guin’in, “Özgürlük ağır bir yüktür, ruhun yüklenmesi gereken büyük ve garip bir sorumluluk. Kolay değildir. Verilen bir armağan değil, yapılan bir seçimdir; bu seçim de zor bir seçim olabilir. Yol yukarıya, ışığa doğru çıkar; ama yüklü yolcu oraya hiçbir zaman varmayabilir,”[24] uyarısını unutmadan…

En başta karşı çıkmak olan özgürlük verilmeyip, alınandır. (Bardakta su değildir ki yarısı dolu olsun. Ya özgürsündür ya değil!)

Özgürlük, boyun eğmemektir; insanın var olma sebebidir, nefes almaktır, yaşamaktır. “Bağışlanmış” özgürlük ise tutsaklıktan başka bir şey değildir.

Özgür olmadan sevemezsin, dokunamazsın, yaratamazsın Norveçli ressam Edvard Munch ‘Çığlık’ı hakkında belirttikleri gibi:

“Kente ve fiyortlara yüksekten bakan tepelerin ardında güneş battı. Ansızın gökyüzü kan kırmızısına bulandı. Olduğum yerde kalakaldım; ölesiye yorgundum... Kentin üzerinde alev almış bulutları seyrettim. Endişeyle, korkuyla titriyordum. İçimde, doğanın sonsuzluğunu yaran hiç bitmeyen bir çığlık hissettim... O çığlığı duydum. Havadaki o titreşim sadece gözlerimi değil, kulaklarımı da etkiledi... Ve sonra Çığlığı resmettim...”

Gerçekten de Jean Jacques Rousseau’nun, “İnsanlar özgür olarak doğar, ama her yerde zincire vurulmuş olarak yaşarlar,” uyarısı eşliğinde İnsanî duruşla, bakışla, deneyimle, bilinçle, eylemle biçimlenir; uçurumun kenarında anlam kazanır özgürlük. Bu bağlamda insanî davranışlarda “ahlâk”, “etik” diye tanımlanan kavramı en fazla etkileyen değerdir. Çünkü taammüden davranabilme yetisidir; çok büyük bir sorumluluk getirir beraberinde…

Özgürlüğün ne olduğunu tahmin etmek için bile birçok şeyden vazgeçmeliyiz. Özgürlük bilgisinin fiyatı hayatta ödeyebileceğinizden çok daha fazladır çoğu kez. Hatta bazen hayat fiyatın ta kendisidir.

Namık Kemal’in, “ne efsunkâr imişsin ey didar-ı hürriyet/ gerçi esirin olduk kurtulduk esaretten,” dizelerini de anımsarsak; özgür olmak ve özgür kalmak için mücadele etmek de bir çeşit “esaret” midir? Özgürlük insanı kendine esir edebilir mi?

Tam da bu noktada “Neden özgür olduğunu söyleme bana, ne için özgür olduğunu söyle,” der F. Nietzsche…

Evet, hiç bir şey ummamaktır, hiç bir şeyden korkmamaktır...

En büyük aşktır özgürlük; karar verme ve seçme yetisidir.

Zorunluluğun kavranmasıdır.

Emek isteyen şeydir; direnmektir özgürlük.

Ve nihayet Nikos Kazancakis’in, ‘Zorba’sında, “Hayır, özgür değilsin, senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun! Hepsi bu kadar!” diyen bakış açısı sunduğu ve Vladimir İlyiç Lenin’in “Devlet varken özgürlük yoktur; özgürlük hüküm süreceği zaman devlet olmayacaktır,” notuyla altını çizdiğidir!

Evet özgürlük, özgür olunamayan ortamlarda geçerliliği olandır; sorumluluk ister.

Nurullah Ataç’ın, ‘Günce’sinde şu notları düştüğü kavramdır: “Özgürlük, gerçekten düşünenler için bir gereksinmedir”...[25]

Peşinden koşulan şeydir; hedeftir; her gün yeniden kazanılması gerekendir.

Bunun içinde devrimi “bir yaşam fışkırması”, özgürlük olarak tanımlıyordu Bakunin; aşk, sanat, yani hayat deyince Gezi’den, Kızılay’dan, Gündoğdu’dan, vd’lerinden söz edildiğinin altını çizercesine…


TEMEL DEMİRER
13 Ağustos 2013 16:41:46, Çeşme Köyü.


N O T L A R
[1] 15 Ağustos 2013 tarihinde Dikili’deki “VII. Türkiye Tiyatro Buluşması”nda düzenlenen “Aşk, Sokak ve Sanat” başlıklı söyleşide yapılan konuşma… Patika Dergisi, No:83, Ekim-Kasım-Aralık 2013…
[2]Turgay Fişekçi, “Yedi Canlı”, Sözcükler, No:44, Temmuz-Ağustos 2013.
[3]Noam Chomsky, Occupy/İşgal Et, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2013.
[4]Haşmet Babaoğlu, “Pazar Notları: Su Gibi...”, Sabah, 27 Ocak 2013, s.4.
[5]Gündüz Vassaf, “Aşk”, Radikal, 17 Şubat 2013, s.17.
[6]Edgar Morin, Aşk, Şiir, Bilgelik, çev: Haldun Bayrı, Om Yay., 1999.
[7]Aslı Uluşahin, “Yeni Türkiye’nin Müjdesi”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2013, s.15.
[8] Hülya Avtan, “Sanki Tek Bir Sanatçıya Ait”, Radikal, 8 Ağustos 2013, s.27.
[9]Işıl Özgentürk, “Biat Kültüründen Sanat Çıkmaz!”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2013, s.20.
[10]Akif Beki, “Sanatın Yıkılmayan Kaleleri”, Radikal, 12 Mart 2013, s.11.
[11] “ABD ekonomisinin simge şehirlerinden Detroit’in iflası ardından, şehrin 18.5 milyar dolarlık borcunu ödemek için kent müzesindeki sanat eserlerinin, tabloların satışı ile borçların yüzde 13.5’i yani 2.5 milyar doları kapatıldı.” (“Detroit Sadece Tablolarla Borcunun Yüzde 14’ünü Kapattı”, Akşam, 10 Ağustos 2013, s.7.)
[12]“Şimdi Sanata Yatırım Zamanı”, Sabah, 28 Temmuz 2013, s.1.
[13]“Güvenli Liman Altın Değil...”, Vatan, 22 Temmuz 2013, s.11.
[14]Burcu Aldinç, “Sanattan Gelen Sanata Gider”, Sabah, 28 Temmuz 2013, s.7.
[15]Gila Benmayor, “Kültür Ekonomisini Yabana Atmayın”, Hürriyet, 26 Temmuz 2013, s.19.
[16] Ayşegül Sönmez, “Sanat Dünyası Tartışmaya Devam Ediyor”, Milliyet, 7 Ağustos 2013, s.2.
[17]“Sanat Filmi Olmaz Bilet Varsa Ticaridir”, Akşam, 1 Ağustos 2013, s.2.
[18]Doğan Hızlan, “Sanatın Yeni Hamisi”, Hürriyet, 26 Temmuz 2013, s.18.
[19] Ayşegül Sönmez, “Amazon Kitap Değil Sanat Satınca”, Milliyet, 10 Ağustos 2013, s.8.
[20] Songül Hatısaru, “Çağdaş Sanat Bodrum’a 2 Milyon $’Lık Köyle Geldi”, Milliyet, 7 Ağustos 2013, s.8.
[21] “Ekonomik Kriz Sanata Uğramadı”, Taraf, 22 Temmuz 2013, s.8.
[22]Cem Erciyes, “Dolapdere’de Bir Çağdaş Sanat Müzesi”, Radikal, 27 Temmuz 2013, s.30.
[23]Rahmi Öğdül, “Keskin Düşünceleri Körelten Sanat”, Birgün, 30 Mayıs 2013, s.13.
[24]Ursula K. le Guin, En Uzak Sahil (Yerdeniz 3), Çev: Çiğdem Erkal İpek, Metis Yay., 2013.
[25]Nurullah Ataç, Günce, 1956-1957, Yapı Kredi Yay., 2005, s.202.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder