Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Kasım 2011 Pazartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 106. MERHABA

Merhaba,
Günümüzde sanatta bir rahatsızlık olmamakla birlikte sanatçıda bir “rahatsızlık” bir “sorun” olduğunu yadsımıyoruz. Bu “rahatsızlık” daha çok sanata kişisellik aynasından bakanlarda görülüyor. Bu “tip”ler, kendi rahatsızlıklarını sanatın rahatsızlığı olarak ortaya sürme çabasındalar.

Arkadaşımız Lütfiye Bozdağ, bu sayımızdaki yazısında bu tür bir “rahatsızlık”ı irdeliyor, eleştiriyor. Kendi konforlu atölyesindeki üretme kabızlığına kişiselliğini afişe etme çaresini bulabiliyor burjuva sanatçısı. Hâlbuki sanat şahsî değil, sanat insanın yaşamını, kendisi ve toplumu için yeniden üretme çabasından başka nedir?

Elbette hayat denilen garip ve geçici konukluk sırasında hepimizin içinde bilinçaltı bir rahatsızlık vardır. Ancak bu rahatsızlığın giderilmesi, sanatla, onun verileriyle olmalıdır. Afşar Timuçin’in de vurguladığı gibi çiğnenmiş lokma arayanların sanattan uzak durmaları iyi olur. Zaten sanat, yararsızın araştırılması ve teşhir edilmesi değil midir?

Sanat, sanatçının kendi bireyselliğinde başlar. Ama Melih Cevdet Anday işin doğrusunu ve gerekli olanını gösteriyor: “Sanatçının, kendi bireyini yaratırken, kendi olmayanı (başkasının bireyini) de yaratma sürecidir sanatı vazgeçilmez kılan.” Görülüyor ki, sanatın özünde üç şey mutlak olarak yer alır: anlamak, özgürlük ve değiştirmek.

Biliyoruz ki, yaşamı değiştirmek, sanatın sürekli hedefidir. İçimizde ya da dışımızdaki gerçeğin üzerini örten tozu, küfü süpürüp atar sanat. Nihat Ateş bu konuda doğru saptamayı yapıyor: “Sanatçı her zaman sokakta birlikte yaşadığı insanı doğru anlama kaygısı gütmelidir. Onun sorunu, o bireydir ve bireylerin oluşturduğu toplumdur çünkü.” Sanat, görünmeyeni, görünemeyeni görünür kılmaktır.

Sanatçı kendisi için konuşamayanların yerine konuşandır. Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nerede olduğumuzu sanat yoluyla öğreniriz. Neler düşündüğümüzü, duyduğumuzu, neler duyacağımızı bizlere anlatmak, öğretmek sanatın görevidir. Sonuç olarak “rahatsızlık” sanatta değil, burjuva sanat ortamındadır. Bize düşen sorumluluk, düş kurma özürlü bir ortamın sanatta yerinin olamayacağını bir kez daha haykırmaktır. Emeğin sanatçısı; toplumsal yankılara ve özellikle duyarlıklara, düşüncelere, yeni davranışlara yol açan tarihi kavramış, sırası geldiğinde dünyayı ve kendini aynı anda anlatabilmiş sanatçıdır.

Ali Ziya Çamur

BU SAYININ SAVSÖZÜ

Sosyalist gerçekçilik, temeline bilimselliği ve evrenselliği koyan ve bu temelde vücut bulan; geniş kitlelerin, halkların ellerinden alınmış olan gerçek sanatın ve estetiğin çağdaş yorumlarıyla tekrar gerçek sahiplerine iadesini savunan ve onun burjuva tüketim aracı olarak ve rant aracı olarak kullanılmasına karşı olan bir tavırdır, duruştur, direniştir. Yaşamın gelecek güzel günler için estetik olarak yeniden üretilmesidir.

İnsanı, insana ait olanı değer olarak gören sosyalist gerçekçilikte sanat, bir kazanç kapısı olarak görülmez, fayda getiren bir meta olarak da düşünülmez; o, gerçek yaşamın ifadesidir ve sadece iç döküşler değil aynı zamanda bilimsel temellerde aydınlatan, yol gösterendir de. Kapitalist sömürü sisteminin çağdaş felsefesi pragmatizmde olduğu gibi bireysel faydacılığı ya da tecimsel değeri reddeder. Pragmatizm, idealizmin evrimle harmanlanmış ve yüzü maskelenmiş çağdaş, ilerici görünümlü bir burjuva aldatmacasıdır. Pragmatizme göre “Var olmak, pratikte yararlı amaçlara yönelmektir ya da var olmak, yararlı olmaktır. Eğer bir nesne yararlı değilse, o var değildir.” yani yararlı olmayan yoktur. Küresel emperyalizmde yararlı olarak kabul edilenin, bir şeyin yararlı sayılmasının ölçütünün para olduğunu sanırım söylemeye gerek yoktur. O halde şöyle diyebiliriz: pragmatizme göre para olarak belli bir ederi olan her şey vardır; para olarak belli bir ederi olmayan hiçbir şey ise yoktur!..

İşte emperyalist sömürü düzeninin çağdaş felsefesi pragmatizmde de gördüğümüz gibi esas olan paradır, parasal değerdir, onun dışındakiler yoktur. İş böyle olunca sanat dünyasında da “Para olarak değeri olan, kazanç getiren sanat ürünü vardır, kazanç getirmeyen, ederi olmayan ise yoktur.” (…)

Pragmatist yaklaşımın tersine “Sosyalist Gerçekçilikte” yarar felsefesi farklıdır; rantsal yarar anlayışı yerini insanî ve toplumsal yarara, değerli olma anlayışı ise estetik ve bilimsel yönden değerli olmaya bırakır. Onun insanlığa tutacağı ışık parayla ölçülemeyecek kadar değerlidir.
İRFAN ÜNAL
(Sanat Cephesi, sayı 7)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

SORUN YAYINLARI’NDAN 12 YENİ KİTAP!..

Kolektif bir çabayla, emek-sosyalizm-mücadele ekseninde yayınladığı kitaplar yayınlayan, Sorun Yayınları yeni 12 kitap daha yayınladı:

“Ünlü Bolşevik Kadınlar”
Bilimsel İnceleme-Araştırma Dizisi (Tercüme) dizisinin 26. kitabı olarak “Ünlü Bolşevik Kadınlar” adlı 328 sayfalık derleme yayınlandı. Kitapta, Anna İlyiniçna Ulyanova-Elizarova (Vladimir İlyiç’in Kız Kardeşi), Nadejda Konstantinovna Krupskaya, Clara Zetkin, Inessa Armand, Olga Afanasyevna Varenzova, Vera Mihaylovna Veliçkina, Mariya Petrovna Galubyeva,  Rosaliya Samoylovna Zemlyaçka, Klavdiya İvanovna Kirsanovna, Lidiya Mihaylovna Knipoviç, Aleksandra Mihaylovna Kollontay, Praskovya Franzevna Kudelli, Klavdiya İvanovna Nikolayeva, Konkordiya Nikolayevna Samoylovna, Vera Sluzkaya, Sofya Nikolayevna Smidoviç, Ludmila Nikolaveyna Stal, Mariya Moiseyevna Essen gibi sosyalizm ve Sovyetler tarihine damga vuran kadınlar tanıtılıyor.

“12 Mart 1971’den Portreler Cilt I”
Edebiyat-Sanat-Estetik Dizisinin 5. kitabı olarak Sırrı Öztürk’ün “12 Mart 1971’den Portreler Cilt I” kitabının 7. baskısı yayınlandı. 432 sayfalık kitapta, 12 Mart 1971 askeri faşist darbe döneminin cezaevi mekânlarında, ideolojik, sınıfsal, politik ve örgütsel konumlarıyla sisteme karşı koyan Devrimci ve Sosyalist Kadro’ların sosyal/sınıfsal kimlikleri, teorik ve pratik donanımları, devrimci kişiliklerinin çerçevesinde ve yer yer yaşanan tanıklıklar, anılar ve belgeler dizisi biçiminde değerlendirilerek tanıtılmaya çalışılmıştır. Bu anlamlı süreçte yaşanan olay ve olgular karşısındaki düşünce ve davranış farklılıkları olabildiğince nesnel, ama yazarın bağımsız sınıf perspektifi ve tavrı ekseninde değerlendirilmiş ve buna özen gösterilmiştir.

Kitabın yazarı, yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın sosyal, sınıfsal ve evrensel kurtuluşundan yana konumuyla devrimci kişilikleri olumlu ve olumsuz yönleriyle bir bütün içinde tanıtmıştır. Okurun bu kitabın yazarını da eleştirel yargı süzgecinden geçirip değerlendireceği açıktır. İşte bu türden bir ihtiyacı karşılamak amacıyla kitabın ilk bölümüne (I. Cilt) yazarın cezaevine girmeden önceki bazı anılarının da eklenmesi uygun görülmüştür. Bu bölümde anlatılanlar, bir yandan, 12 Mart’ı karşılayan kişi, grup ve örgütlerin o günkü donanımını sergilemesi, öte yandan “12 Mart 1971’den Portreler”in daha tam olarak değerlendirilebilmesi açısından birçok yararlı ipuçlarını da içermektedir. O dönemin devrimci kişiliklerinin portreleri Marksist sınıf bakış açısıyla çizilmeye çalışılırken, bu arada, doğallıkla anıların yazarını da eleştirmek okurun hakkıdır.

Kitabın 12 Mart hakkında yazılanlar diğerlerinden önemli farkı: 1) Cezaevleri sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir bileşenidir. 2) Aynı zamanda bu mekânlarda da sınıf mücadelesi hükmünü sürdürmektedir. 3) Dönemin örgüt ve kadrolarına, onların kimlik ve kişiliklerine Proleter Devrimci bakış açısıyla eleştiri yöneltilmesidir. Portreler, tarihsel, sosyal, sınıfsal, ideolojik ve politik hesaplaşmada eskimiş olanı yıkmak, kavga etmek ve aşınmışı aşmak için kaleme alınmıştır. Kitap ayrıca, Devrimci ve Sosyalist Sol’un ayrışıp, yeniden buluşup bütünleşmesi ve yeni nitelikler kazanmasına yardımcı olmayı hedeflemektedir.

“Oportünizm Yargılanıyor”
Sorun Broşür Dizisinin 20. yayını olarak Sırrı Öztürk’ün yazdığı  “Oportünizm Yargılanıyor” yayınlandı. 224 sayfalık kitap, “İşçi Sınıfının Siyasal ve Sendikal Birliği”, “Faşizme Karşı Savaş Birliği”, “Tek Parti-Tek Sendika-Tek Gençlik Örgütü” ve “Komünistlerin Birliği” şiarlarıyla sosyal pratikte mücadele eden Proleter Devrimci Orhan Kaplan’ın kısa biyografisini ve anısını içeriyor.

“Oportünizm Yargılanıyor” aslında bir kavga kitabıdır. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbe öncesindeki örgütsel arayış ve yönelişlerin, çeşitli deneyimlerin sınandığı bir süreçteki olay ve olguları içerdiği kadar, Devrimci Hareketimizin ideolojik/sınıfsal yeni nitelikler kazanması mücadelesinde günümüz için de çok yönlü ders ve sonuçları çıkarmamızın önemini hatırlatmaktadır. Bu Kitabımızın da bir daha yeri doldurulamayacak düzeydeki insanlarımızın Devrimci yaşamını, Komünizm uğruna mücadelesini ve anılarını belgelemek amacıyla yeniden yayımlanması uygun bulundu.

“İşçi Sınıfı Hareketi Üzerine”
Bilimsel İnceleme-Araştırma Dizisi(Tercüme)nin 25. kitabı olarak Georgi Dimitrov’un yazdığı  “İşçi Sınıfı Hareketi Üzerine” yayınlandı. 168 sayfalı kitabın tanıtımında şu sözlere yer verilmektedir:

Enternasyonal Sınıf Mücadelesinde: Dimitar Blagoev (1856-1924), Vasil Kolarov (16.07.1877-23.01.1950), Georgi Dimitrov (18.06.1882-2.07.1949) XIX. Yüzyılın sonunda ve XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde Balkanlarda Marksizm’in en büyük teorisyenleri ve pratisyenleri arasında anılmaktadır. Bulgaristan coğrafyasında yetişen üç Komünist Kadro, Bulgaristan işçi sınıfı hareketinin ve Bulgaristan Komünist Partisi’nin kurucuları ve uygulayıcıları olarak tarihe önemli kayıtlar bırakmışlardır.

Georgi Dimitrov, 1923 Bulgar faşizminin baskısı altında Marksizm’i savunduğu gibi, “Reichstag Yangını” bahanesiyle yargılandığı Nazi Almanya’sı (Leipzig–1933) mahkemelerindeki ünlü savunmasında faşizmi yargıladı ve mahkûm etti. Böylece faşizmin Komünistleri asla yargılayamayacağını kanıtladı ve belgeledi. Çünkü Marksist olmak yasal ve meşrudur. Devrimcileri, Komünistleri hiçbir gerici güç yargılayamazdı! Halk Demokrasilerindeki sosyalist kuruculuk döneminde insanın ve insanlığın sosyal ve evrensel kurtuluşu mücadelesinde önemli katkılarda bulundu.

Günümüzde artık ne Halk Demokrasileri ne de Sosyalist Sistem var. Ne hazin bir trajedidir ki: Georgi Dimitrov’un anıt mezarı sökülmüş, yerine tuvalet yapılmıştır! Her şeye ve aleyhteki pek çok faktöre rağmen,  işçi sınıfı nicelik ve nitelikçe gelişip güçleniyor. Emperyalist-kapitalizmin tüm baskı, sömürü ve diktatörlüğünün aşılması sorgulanıyor. En büyük demokrasi demek olan proletarya diktatörlüğünün ve bu mevziyi tutanların tarihsel ve sosyal haklılığı her olay ve olguda öne çıkıyor. Kapitalizmin devrimci yol ve yöntemlerle aşılacağının kimi maddî imkân ve fırsatları doğuyor. İnsanlık yeniden ayağa kalkıyor. Yeni Ekimler güncelliğini koruyor…

Devrimci Proletarya Sınıfı, Komünistler hem coğrafyamızda hem de dünyamızda Dünya Komünist Partisi’nin kurmaylığından yoksun olarak bu süreci yaşıyor. Elimizdeki kitap Bulgaristan’daki sınıf mücadelesini, parti ve sendikaları, işçi sınıfı hareketini, sosyalist hareketi ve sorunlarını incelemektedir. Bu tarihsel süreçten geleceği kazanmak için çok yönlü ders ve sonuçlar çıkarılmalıdır.

“Gençlik-Gelecek Ve Politika”
Sorun Broşür Dizisinin 21. kitabı olarak Sorun Yayın Kolektifi tarafından anonim yazılan 112 sayfalık “Gençlik-Gelecek Ve Politika” kitabı, “Gençlik-Gelecek ve Politika” bahsinde daha fazla dram ve trajedi yaşamadan, melankolik ruh halinden kurtulup gençliğin dinamizminin olması gereken yere çekilmesi amacıyla hazırlandı. Gençliğin enerjisinin nereye akıtılması konusu, bizzat öğrenci gençlik kesiminde öne çıkanların kaleme aldığı yazılarından oluşturuldu. Bu kitapta, “Gençlik-Gelecek Ve Politika” konularında Sorun Yayın Kolektifi tarafından düzenlenen çeşitli panel-söyleşilerde dile getirilen, daha sonra yayın için geliştirilen konuşmalar yer almaktadır.

“Devrimci Kimlik-Kişilikler Unutulmasın-Unutturulmasın”
Sırrı Öztürk’ün Sorun Broşür Dizisinin 25. kitabı olarak yayınlanan 272 sayfalık “Devrimci Kimlik-Kişilikler Unutulmasın-Unutturulmasın” kitabında Devrimci Hareketimize bütünlüklü bakamayan kimi örgüt, grup ve şeflerce anılmayan ya da “suskunlukla” geçiştirilmek istenen bizim insanlarımızın portrelerinin çizilerek Kolektifimizce kitaplaştırılması uygun görülmüştür.

“Yakın Tarihimiz Nasıl Tahrif Ediliyor?”
Sırrı Öztürk’ün, Sorun Broşür Dizisinin 24. kitabı olarak 272 sayfalık “Yakın Tarihimiz Nasıl Tahrif Ediliyor?”yayınlandı.

Kitabın yazılma nedeni olarak şu düşünce vurgulanmaktadır: “Yakın Tarihimiz Nasıl Tahrif Ediliyor? Bu can alıcı soru ilerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve Marksist herkesi ilgilendirmektedir.  “Yakın Tarihimiz Nasıl Tahrif Ediliyor?” sorusunu yöneltirken, bunun nedenlerini yakinen bilmekteyiz. Çeşitli niyet ve amaçlarla yapılan tahrifatların bu düzeyde oluşunun da nedenlerinin farkındayız. Bu türden sorular cevaplanmak ve bir tavır geliştirmek üzere; bütün ilkeli, dürüst ve namuslu bizim insanlarımıza yöneltilmelidir. Sınıflar mücadelesinin Marksist bakış açısıyla gereğinin yapılması ve örgütlü güvencesine kavuşması için çok yönlü mücadele esastır. Bu sorgulama da çok yönlü mücadelenin bir parçasıdır.

Devrimci tarih ve geleneklerimizin bu düzeylerde tahrif edilmesinin amacı: Bir yandan burjuva ve küçükburjuva “sol” akımların sistemle uzlaşabilmesi için, diğer yandan kapitalist sistemi devrimci yol ve yöntemlerle aşmaya aday birleşik, ciddî, güçlü, güvenilir ve donanımlı bir Sınıf Parti’sinin oluşturulmasının önlenmesi içindir.

Kurumsal merkezi disiplinli Sınıf Partisi’nin henüz daha oluşturulamadığı ve ona bağlı Bilim Kurulu, Enstitü ve Akademi geleneklerinin üretilemediği şartlarda devrimci tarih ve geleneklerimiz de doğallıkla burjuva ve küçükburjuva “sol” güzergâhlarda çeşitli niyetlerle yapılan tahriflere açık olmaktadır/olacaktır. Anılan bilinçli tahrifatların ideolojik-sınıfsal nedenlerini örnekleyerek teşhis etmek ve aşmak amacıyla elimizdeki kitabın Kolektifimiz tarafından yayımlanması uygun görülmüştür.”

“Yalancı Baharın Çiçekleri”
Edebiyat-Sanat-Estetik Dizisinin 34. kitabı olarak Asım Gönen’in  “Yalancı Baharın Çiçekleri” yayınlandı.
“İnsanın insanı ezmesinin temelinde açlık ve sömürü varsa, açlığın ve sömürünün temelinde de insanın insanı ezmesi vardı. Bunu yok etmek, bu döngüden çıkmaya bağlıydı. İnsan insana değil de bu döngüye egemen olsa, yeryüzü acıların yüzü olmaktan çıkardı. İşe değip ekmeğe değmeyen eller öncelikle bunun için kenetlenmeli ve bunun için yüreklerini birbirine vermeliydiler.” 

Seksen kuşağı ve sonrasında yetişenler için altmışlı yetmişli yıllar birer karanlıktan, bilinmeyenden, yalan yapıldak söylentilerden ibarettir. O günlerde neler yaşandı? Adım adım darbeye giden yolda Türkiye 12 Eylül’lere kimler tarafından, nasıl sürüklendi. Cuntayla amaçlanan asıl niyetler nelerdi? 12 Eylül sabahı nasıl bir Türkiye’ye uyandık ve bugünkü Türkiye’nin temelleri ne zaman, nasıl atıldı? Gencecik fidanlar daha tomurcuğa durmadan niçin darağaçlarında sallandırıldılar; delikanlıca ölüme meydan okumak, yoksa yere düşen tohumların cellâtlarının boynuna attığı ilmekler miydi?

560 sayfalık kitapta Asım Gönen, bu ve bunun gibi kafamızda dönen, henüz cevabı verilmemiş birçok soruya ışık tutuyor; bilinmeyenleri, dönemi yaşayan sosyalist gerçekçi bir şair/yazar olarak, ilerici aydın duyarlılığı ve sorumluluğuyla panoramik, şiirsel bir anlatımla bilince taşıyor.

“Yalancı Baharın Çiçekleri”ni okurken bozkırda çoban, Maraş’ta halk, Sivas’ta Nesimi, her Cumartesi güvercin donuna girmiş oğlunu arayan, faillerini ve sistemi sorgulayan çaresiz anne, darağacında Deniz’siniz. Acıları ve sevinçleri birlikte yaşıyor, birlikte üretip birlikte tüketiyorsunuz. Bazen de bir dere kenarında bülbül sesleri eşliğinde dostlarınızla şiirler okuyup Türküler söylüyorsunuz. Kolektif yaşamı, Anadolu insanının sıcaklığını tadıyorsunuz.

“Karmat İle Abratan”   
Edebiyat-Sanat-Estetik Dizisinin 35. kitabı olarak yayınlanan sayfalık  “Karmat İle Abratan” Asım Gönen’in yeni şiir kitabı:

“vardım ki yüzsüz bir gülücük
gülücüksüz bir yüz gibi durur altın kafeslerde
vardım ki gülücüksüz bir yüz
hasretinden kurur yüzsüz bir gülücükte
gözyaşıyla dönen değirmenlerde
kızıl gülleri öğütür çarklar
soldukça yaşamı emzirenlerin yüzü
yaşamı emenlerin yüzünde
                          hırsızlık elmaları gibi parlar”

“Sharbat Gula”
Edebiyat-Sanat-Estetik Dizisinin 36. kitabı olarak İrfan Ünal’ın şiirlerini içeriyor “Sharbat Gula”:

“kırıldı sazlar camlar kırıldı döküldü okka okka terler
dağlar aşan yolcuların alnından bereketli ovalara
kadehimize iksir oldu gelincikler sarhoşuz ey dost
kan tadında şarap sarhoşuyuz gayrı mezemizdir
dudağımızda turnaların gurbet türküleri
sarıldığımız tek yoldaşımız kırık mızrabımızdır şimdi”

“Seçimlerde Sol’un ‘İki Taktiği’ II”
Sorun Broşür Dizisinin 23. kitabı olarak yayınlanan 112 sayfalık “Seçimlerde Sol’un ‘İki Taktiği’ II” kitabında Sırrı Öztürk, burjuvazinin “seçim” hesaplaşmalarında işçi sınıfı ile emekçi halklarımızın talep ve ihtiyaçlarını yanına alarak, kitlelerin politikleştiği anlarda Devrimci ve Marksist Sol Kadroların Bilimsel-Komünizm eksenli politikalarında karşılaştıkları sorunları Marksist Eleştiri yöntemiyle ele almaktadır. Burjuva parlamento vb. seçimlerde stratejik amacımızı gölgelemeden gözetilecek bağımsız sınıf tavrımızı, uygulanacak çok zengin ve taktiksel zenginliklerimizi incelemektedir.

“Laz Aydınları Ve Sorumluluk”
Halkların Tarih-Kültür Dizisinin 24. kitabı olarak yayınlanan Ali İhsan Aksamaz’ın kaleme aldığı 176 sayfalık “Laz Aydınları Ve Sorumluluk” kitabının yazılış gerekçesinde şu sözlere yer veriliyor:

“Uluslarötesi tekelci sermayenin çıkarları gözetilerek; emperyalist, altemperyalist, sömürgeci niyetlerin kol gezdiği ve çatıştığı, hammadde ve enerji kaynakları ve bunların aktarılma ve güvenlik yollarının kesiştiği bir bölge ve ülkede yaşıyoruz. Üstelik 20. yüzyılın ideolojik/sınıfsal yapı ve saflaşmaları yerlerine yenilerini bırakmıştır.

Dünya çapında, bölgede ve ülkede ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmeler konusunda Laz aydınları ne düşünüyorlar? Nasıl bir duruş ve tavır sergilemek gerektiğinin bilincindeler mi? Kapitalist üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri açısından dünyayı, Türkiye’yi, bölgeyi nasıl değerlendiriyorlar? Yaşadığımız dönemdeki sosyal olay, olgu ve süreçleri nasıl görüyorlar? 

Emekçi halkların dil, tarih, kültür ve geleneklerinin inkâr, imha ve asimilasyona uğratıldığı bir süreçte ilerici aydınların sorumlulukları sınavlardan geçiyor. Giderek yok olmaya yüz tutan Lazca, tek başına kimliğin, asimilasyona karşı duruşun en temel unsurlarından biridir. Laz aydınları, bugüne kadar sergilenen folklorik yönelimlerin dışında, Lazcanın geliştirilmesi, yazılarak kullanılması konusunda hangi projelere sahipler?

Bütün bu noktalardan hareketle, öncelikle Laz aydınlarının yanı sıra; internet sitesi, vakıf ve derneklerin en duyarlı kesimleri vakit geçirmeden bir araya gelmeli, sorunlarını ilkeli tartışmaya sunmalıdır. İçinde bulundukları örgütsel konumlarını koruyarak sorunlarına çözüm yöntemi üretmeye aday ve tartışmaları ilerletici bir inisiyatif kurumu oluşturmalıdırlar. Somut durumun somut tahlilini yaparak günün ve şartların gerektirdiği çabalara girişmek için temel ilkelerini tespit etmelidirler. Kendilerini çerçevesi birlikte çizilmiş ilke ve amaç birliği temelinde bağlamalıdırlar.

Yaşamakta olduğumuz coğrafyadaki sosyal muhalefet dinamiklerinden soyutlanmadan, emeğin ve emekçinin kurtuluşu yolunda anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin bir bileşeni olmalıdırlar.  Bu türden bir tavır alış, aynı zamanda HES ve anadil mücadelesinde önemli bir adım olacaktır. “    

SAĞIN SOLDAN ÇALDIKLARI VE 'ENTELEKTÜEL ŞİDDET'

Hece dergisinin son iki sayısında kendi buluşlarıymışçasına kapak konusu olarak "entelektüel şiddet" kavramını işledi. “Entelektüel şiddet” kavramının, Türkçede, ilk kez kendisi tarafından 1987 yılında kullanıldığını, sosyalizme yönelik bir ağrı ve arayışın ürünü olduğunu belirten gazeteci-yazar Osman Çutsay, bu kavramlaştırmanın, tam tersi bir noktadan, doğrudan sağın hizmetine alınmasına sessiz kalınamayacağını söyledi. Sağın, sol gösteren bayağılıklardan güç ve kadro devşirdiğini, “düşük solun” veya “eski solun” aklıyla hareket edip devrimciliğin tüm kazanımlarına el koymaya hem meraklı hem de mahkûm olduğunu hatırlatan Çutsay, “Bunlar kapitalizmi şimdiye kadar hep böyle yürüttüler. 'Yürütmek' tek işleridir” dedi.

Osman Çutsay, şu açıklamayı yaptı:
"Bu kavram benim Edebiyat Dostları dergisi çerçevesinde, onu “doğururken” üretip geliştirdiğim bir kavramdır. Doğum tarihi, ilk yazılı kullanma tarihi de diyebiliriz, Kasım 1987’dir. Ondan önce bu kavramı sözlü tartışmalarda, sohbetlerde, hatta toplantılarda falan epey bir kullanmıştım tabii. Bunun daha sonra özellikle iktidar arayan devrimci ve sol çevrelerde de kabul görüp kullanıldığını biliyorum. Bu da normaldir. Böyle olur bu işler. Ama sol düşmanlarının bu kavramı kullanmaya ve hizmetine almaya başlaması, doğrusu yeni bir boyuttur. Burada bu çevrelere hadlerini bildirmemiz gerekiyor. Daha doğrusu muharebe davetini kabullenmek zorundayız.

(…)Her renkten sağın, Türkiye’nin devrimci sosyalist hareketinden bir şeyler kaçırarak, üstelik bunları tam tersi bir doğrultuda kullanmalarına gözlerimizi yumamayız. Bu sağ hep böyledir; sadece dincileri değil, dinsizleri de...

Sonuçta, “entelektüel şiddet” kavramı Türkiye’de sosyalist bir toplumun mümkün olduğunu, bunun için ilerici jakoben geleneğin yeterince güçlü bir aydın malzemesi yaratabildiğini söyleyen ve emeğin iktidarı için her olanağı kullanacağını ilan eden devrimcilerin ortak malıdır. Önce benim kafamdan çıkmış olması bu çerçevede hiç önemli değil. Ama sola savaş açmış çevreler bizim üretimimize el uzatırsa, kendilerine ‘Bu resmen hırsızlıktır, buna izin vermeyiz, rezilliğinizi kamuoyu önünde yüzünüze vurmak görevimizdir’ demek zorundayız. Demezsek, adamlar sahip çıkacak ve bizim söyleyecek sözümüz kalmayacak bir süre sonra... “ (soL - KÜLTÜR) 

AHMET KAYA TÜRKÜLERİYLE
KAVGAMIZA SES VERMEYE DEVAM EDİYOR…

Ahmet Kaya’yı yitireli 11 yıl oldu. Ama o türküleriyle kavgamıza direnç ve umut katmaya ediyor, devam edecek.  12 Eylül sonrası, sazlar ve sesler susturulmuştu. Kasetler, plaklar ya toplatılmış ya da korkudan yakılmıştı. Topluma arabesk vurdumduymazlığın pompalandığı o günlerde gür bir ses,  sinmiş umutları yeniden yeşertti. Gürül gürül sesinden akan türküler, 12 Eylül faşizminin zindanlarından, işkencehanelerinden yükselen bu gür türküler, şarkılar devrimci umudu yeniden diriltmeye, özlemleri tazelemeye başladı.

O dört dörtlük bir insandı. Sevmesini bilir, sevgisini hak edenlere sevgisini en yürekten sunardı. Sevgisini en güzel şarkılarıyla düşmanlarına da duyurur ve önyargılara, haksızlıklara karşı en insani tepkisini göstermekten geri durmazdı. 1985’ten 1990’lara değin her albümü ayrı bir patlama yapmış, albümler hep liste başı olmuştu.
Kürt halkına baskıların yoğunlaştığı, Kürtçe konuşmanın suç sayıldığı bir dönemde Magazinciler Derneğinin ödül gecesinde de duyduğu ve düşündüğü gibi konuştu. Kürtçe bir klip yapacağını söylüyordu. Birden düğmeye basılmış gibi burjuvazinin beslediği sanatçı, gazeteci bozuntularının ve faşist basının saldırısı başladı.  Kürtçe şarkı yapma, Kürt dilini savunma çabasında çatal bıçak yağmuruna tutulurken, kimi Kürt kökenli burjuva sanatçıları, devrimcilere seslenen müzikleriyle köşe olan sahte demokrat sanatçılar,  sonradan Kürtçe şarkılar söyleyerek şov yapacak olan şarkıcılar kös dinlemiş gibi sus pus bu saldırıya seyirci kaldılar.  Onların çoğu Ahmet Kaya ve diğer sanatçıların kanını, canını verdiği bu savaşım üzerinden bugün Kürtçe şarkı söylemenin rantına talip olmaya başladılar.

Toplum ve kendi yaşamında gördüğü haksızlıkları, müziğiyle, türküleriyle protesto eden, doğru bildiklerini söylemekten çekinmeyen, düşündükleri ve söyledikleri şeyler için bedeller ödemiş, sürgün edilmiş bir sanatçıyı, Ahmet Kaya’yı ölümünün 11. yılında türküleriyle anıyoruz.

“Hoşçakalın ağız tatları, sıcak çorbam, çayım, sigaram
Havalandırma sıram, banyo sıram, kelepçe sıram
Parkamı, kazağımı, eldivenlerimi, ayakkabılarımı
Ve kalemimi ve saatimi
Ve kavgamı bıraktığım sevgili dostlar
Hoşçakalın, hoşçakalın
Beni yaşamımla sorgula iki gözüm
Beni yüreğimle, beni özümle”
Bilimle anla beni, felsefeyle anla beni
Tarihle anla beni, ve öyle yargıla"
                                                                                                                                                                                                 
KIRK KUŞAĞININ ÖNCÜ VE ÖZGÜN ŞAİRİ
ERCÜMENT BEHZAT LAV ŞİİRLERİYLE YAŞIYOR…

17 Kasım 1984’te sonsuz Şair Ercüment Behzad Lav, çok yönlü bir sanatçıydı. Aktörlük, tiyatro yönetmenliği ve radyoda spikerlik ve yayın şefliği yaptı.

Türk şiirinin gelişiminde sürekli öz ve biçim arayan Ercüment Behzad Lav, Şiirimizde 40 kuşağının öncüleri arasındadır, özgür koşuğu ilk kullananlardandır. Onun şiirlerinin malzemesi içinde fütürizm ve sürrealizm’in yanında kübizmin ve sosyalizmin öğelerine de rastlanır. Çoğunlukla toplumsal bir duyarlığın izini sürmüştür.  Şiirlerinde kimi zaman ironi öne çıkar, kimi zaman üstü örtülü, sürrealistlerin çizgisini taşıyan buluşlar öne çıkar.  Ataol Behramoğlu’na göre, “1930´lu yılların başlarında yayınladığı kitaplarıyla Ercüment Behzad Lav´ı da, Batı ülkelerindeki modern şiir biçimlerini yerli temalara uygulayan deneyci, yenilikçi bir şair olarak anmak gerekir. Ercüment Behzad Lav, çağdaş şiirimizde önemli yeri olan ironik şiir türünün de şiirimizde ilk önemli temsilcisi” sayılabilir.

Doğan Hızlan nitelemesiyle, "kimselere benzememiş, hep kendi açtığı yolda yalnız yürümüş" bir şairdir. Şiirinde belli bir tavrı sahiplenip üzerinde yürüme yerine, her şiirinde farklı arayışlar ortaya koymuştur. Onun monografisini yazan Eser Demirkan’a göre de: “Bin kişilik şairdir” o. Her şiirinde yeni bir Ercüment Behzad Lav bulursunuz. Bir tane de ‘ondan bu beklenirdi’ diyebileceğiniz şiiri yoktur. Her biri ayrı bir sürprizdir. Çünkü her birinde ayrı bir şair yatar. Belki de bu yüzden onun eserlerini okurken siz de çoğul hissedersiniz."

"Köroğlu'ndan Memiş’e mektup"

atımla avradım öldü. pusatım kırıldı.
"yeni bir at al
avrat çok tazelersin
pusatını da değiştir"
dediler öyle yaptım
yeni at
huysuz çıktı
beni yere serdi
yeni avrat
soysuz çıktı
eşrafla yattı
yeni pusat uğursuz çıktı
geri tepti beni ele sattı
bunlardan hayır yok dedim yola düzüldüm
pusat atsız avratsız bir yere gittim....

burada
kus adam hayvan sus pus
bağırışmak yasak
işe karışmak yasak
dur yasak
otur yasak
çiviyi ses çıkarmadan çak
ağır ezgi yürü
soluk alma
etliye sütlüye dalma
senden iyisi yok... 

yetti canıma bu dirlik düzenlik
özledim soysuz avradı
huysuz atı uğursuz pusatı
deli gamsız karayeli
heybemi sırtladım
gene sılama döndüm memiş

ERCÜMENT BEHZAT LAV

FEDAİLER MANGASININ ÖLÜMSÜZ
BİR ŞAİRİ DAHA: SUAT TAŞER…

Sosyalist 1940 kuşağı şiirinin kendine özgü şairlerinden biridir Suat Taşer çok yönlü bir sanatçıdır. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda oyuncu, Ankara Radyosu'nda spiker olarak çalıştı.

Şiirlerinde, 1940 kuşağının ortak tavrı olarak sosyalist gerçekçilik ön plandadır.  Buna karşın şiirlerinde özgün bakış ve duruşundan da ödün vermemiştir. Biçim ve üslûp olarak diğer kırk kuşağı şairlerinden farklıdır.

1942–1950 yılları arasında yayınlanan, ilk dönem şiirlerinde toplumsal konulara yönelirken coşkulu bir anlatımı benimsedi. Ancak 1950'den sonraki şiirlerinde mizah ve ironi öne geçti. Yeryüzü dergisinde yayımlanan bir şiiri nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun 142. maddesine aykırı davranmaktan yargılanıp aklandı. Bu davadan sonra daha göze batmayacak şiirler yazmaya başladı. Sonra bir dönem şiiri tümüyle arka plana iterek tiyatro ve tiyatro eğitimi üzerine çalıştı.

17 Kasım 1982’de aramızdan ayrılan Suat Taşer,  sosyalizm mücadelesinin öne çıktığı 70’li yıllarda yeniden şiire döndü, 70’lerin havasını taşıyan toplumsal şiirler yazdı.

Şiirin yanı sıra tiyatro yazıları, incelemeler, çocuk kitap, gezi yazıları da yazan Suat Taşer, dünyaca ünlü şairlerin şiirlerini de dilimize kazandırdı. 1982’de ölümünden kısa süre önce, Stanislavski'den çevirdiği 'Bir Karakter Yaratmak' adlı çalışmasıyla 1982 yılında Yazko çeviri-inceleme özendirme ödülü almıştı.

HOŞ GELDİN BARIŞ

Bir kadın ki doğumcul
ölümle yaşam kıl payı
kan ve kin kokan bu çirkin dünyayı
utançla armağan ediyorum sana Barış
yaşamanın kardeşçesini sen yarat sen bul

Sancılar çekilecek acılar oy merhaba
toprak gelincik kanar şamatasız
kaskatı kabuğunu çatlatır bir tohum
yürür köklerden dallara özsu
yaşamdan ölüm çıkınca ne kalır acaba

Barış oğlum aslanım
anan ki vatandır
ölümler içinde doğurdu seni
günümüz gecemiz sana emanet
namluda mermi misali yorgun canım

Çığlıklarla geldin biliyorum
büyüyeceksin çığlıklarla
büyüyecek umutlar sevgiler ve kardeşlik çiçekleri
tertemiz bir evren pırıl pırıl bir dünya
bekliyorum.

SUAT TAŞER

ŞİİRE FELSEFENİN PENCERESİNDEN GİREN
ŞAİR: MELİH CEVDET ANDAY

29 Kasım 2002’de yitirdiğimiz Melih Cevdet Anday, Garip serüveninden sonra şiirimizde ayrı bir ses, ayrı bir bakış getirip felsefeyi şiirle buluşturarak kendi şiirinin özgün temellerini attı. Pablo Neruda, onun hakkında, “Nazım Hikmet'ten sonra çok büyük bir Türk şairi daha buldum. Bütün gece gözüme uyku girmedi" dedi.  Anday, şiirini toplumsal bir duyarlılığa, hatta bilince ilk açanlardan birisiydi.

Melih Cevdet şiiri, öznel, az yerel, evrensel temalar içeriyordu. Savaş yıllarının yoksulluğunu küçük insanın dünyasına taşırken öfkeliydi, suçlayıcı bir tavır takındı. Rahatı kaçan dünyada, rahatı kaçmış insanın bazen ironik, bazen yergi dolu dili, Anday’ın şiirinde de etkisini hissettirdi. Telgrafhane ile başlayan şiirlerinde yeni benzetmelere, yeni temalara, düşünceyle duyguyu kaynaştırmaya yöneldiği görüldü.

Doğayı imgeye dönüştürmeye başladı. Özyaşamsal deneylerini şiir diline dönüştürüyor; barış, doğa, çağ, doğanın çeşitli varlıkları, doğa-insan diyalektiği öne çıkmaya başlıyordu. İroninin yerini zaman zaman coşku, tepki ve düşünce aldı. Ama Anday’ın poetiğinde duygu da, düşünce de, bilgi de şiirin kendi değildir; sadece bahaneleridir. Bu konuda şöyle düşünüyordu: “Hiçbir konu, hiçbir tema gerçekte şiiri yaratmaz. Ortaya çıkarmaz. Onla birer bahanedir. Şiir asıl yazılırken ortaya çıkar.” Bir dünya şiiri mirasçısı olduğunu düşünerek, şiirinde evrensel temaları derin bir bilinçle ele aldı, özgün şiirsel yaratıcılıkla ortaya koydu.

Melih Cevdet Anday, şiirlerinin yanı sıra oyunları, romanları ve denemeleriyle geleceğe kalan önemli kültür zenginliğimizdir.

  TELGRAFHANE

Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki...
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.

MELİH CEVDET ANDAY

SOSYALİST ROMAN VE ÖYKÜCÜLÜĞÜN
DORUĞU: SEVGİ SOYSAL

Roman ve öykücülüğümüzde sosyalist duruşun öncü yazarlarından Sevgi Soysal’ı yitireli 35 yıl oldu. 12 Mart faşizminin zindanlarında yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle aramızdan ayrıldığında kırk yaşındaydı.

Edebiyatımızda, kendine özgü yere sahip olan Sevgi Soysal, siyasal ve toplumsal olana bakışıyla, öğretici olmayan ama sorgulamaktan da geri durmayan diliyle, bazen alaycı anlatımıyla ve henüz daha ortalarda yokken kadınlık sorununu ele alışı, öne çıkarışı, arkasında duruşuyla farklılığını ortaya koydu. Devrimcilik kavramına yaklaşımı ve kadın konusunu ele alışı, basit bir feminizm yerine, derinlikli bir sorun çözümleme tavrı yarattı.  Kadın yazar olmaktan öte sosyalist kadın yazardı.

Kadınlığını suç apoletleri gibi değil dik ve ödünsüz taşıyan, politik bilincini duruşa tahvil edebilmiş insanca bir direniştir Sevgi Soysal. 12 Mart faşizminin bile "dize" getiremediği, cümlelerinin sonundaki her noktada saklı soru işaretleriyle aklımıza sızıveren, "yanlışını bile boyutlandırabilen" başka bir kalemdir. Tükenmek ve beklemek arasındaki sarkaçta asılı kalma hakkını ne kendine, ne de okuyucusuna tanımayan bir gözü pektir. “Kadın kimliğini patriyarka ve sistem karşısında yeniden ve inatla kurmayı deneyen, kendi gelişim çizgisinde sonrasında "sınıf"la buluşan ve yıkıcı-yıktığı oranda da yapıcı bir gözle 70'li yılların Türkiye’sine bakan, kitaplarında kimi zaman Yenişehir’in tam ortasında devirdiği bir kavak ağacıyla, kimi zaman da baskınların ve sorgulamaların ardından getirdiği şafağıyla ülkenin, sistemin ve en çok da insanın anlatıcısına dönüşen devrimci bir yazardır.”
Romanları, hikâyeleri ve diğer eserlerinde belirleyici iki temel unsur vardır. Bu da “kadının özgürlüğü” kavramı ile “bilimsel sosyalizm”dir. Soysal, ilk eserlerinden itibaren kadının psikolojik sorunlarını ele alır. O, herkesin girmeye cesaret edemediği cinsellik dâhil birçok konuyu kamuoyunun gündemine taşır. Baskın kişiliğinden yola çıkarak kadının birey olması için çalışır. Kendi deyimiyle kadını “şaşkın ördek”likten kurtarma çabası içine girdi. Bunun yanında 12 Mart faşizmini kimin zaman simgelerle kimi zaman açıkça eleştiren öyküler yazmaktan hiç çekinmedi:

“…Bu kent, ortaçağdan bu yana idam seyretmeye bayılırdı. Çoluk çocuk güle eğlene, fındık-fıstık yiyerek idamları seyrederdi. İdam edilene hakaretler savururlar, başı kesilirken alkışlarlardı. Çocuklar günlerce idamcılık oynardı arkadan. Köklü bir eğlentiydi bu. Ama sonra, baş kesildikten bir süre sonra kesilen başa özel bir sevgi duyulur, bu haksızlığı işleyen cellât lanetlenirdi. Cellât bütün haksız ölümlerin tek suçlusuydu. Bu neşeli ölümlerin. Kentin cadılarının, kiliseye, tanrıya karşı gelenlerin, kralın savaşlarından kaçanların, prense vergi ödemeyenlerin, ırz düşmanı papazların başını bazen prenslerine ayaklanan halkın başını hep bu aile kesti. O hem hüküm sürenlerin hem başkaldıranların cellâdıydı.  Hüküm sürenlerin ve başkaldıranların somut haksızlığıydı. Kesilen her baş için bir ağıt yakıldı. Bu ağıtta cellât düşmanca anıldı. Ta ortaçağdan bu yana.”(“Cellât Fuchs Kent Halkına Nasıl Karıştı” öyküsünden) 

ŞAFAĞIN, SEVDANIN, KARDEŞLİĞİN
VE ÖZGÜRLÜĞÜN ŞAİRİ: PAUL ELUARD…

“Aşk ve devrim şairi” sıfatını hak eden şairlerinden başında gelen Paul Eluard’ı 17 Kasım 1952’de sonsuzluğa göçüşünün 59. yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz.

Sürrealizmin dört kurucusundan biridir. Şafağın, sevdanın, kardeşliğin ve özgürlüğün büyük savunucusu olur ömrü boyunca. Birinci ve İkinci Dünya savaşını yaşadı. Arkadaşlarıyla, 1. Dünya Savaşı’nda on milyon insanın ölümüne neden olan medeniyetin yarattığı bu korkunç savaşa karşı ortak çalışmalara girişti. Bunlara Tristan Tzara da katılınca Fransa’yı da aşan Dadacılık akımı kuruldu. Sonra tatmin olmadılar ve terk ettiler Dadacılığı. 1919 da Uyku ve bilinçaltı gibi çalışmalardan sonra Otomatik yazıyı icat ederler, bir nevi psikanalitik şiire yönelirler. Bu da onları sürrealizm akımını kurmaya kadar götürdü.

1 Aralık 1924 de “Sürrealizm Devrim”in ilk sayısı çıkarıldı. 1925 de  “Açın zindanların kapısını, Askere teskere verin!” diye haykırdı Eluard. Sürrealistler böylece Komünistlerle bağdaştı. Eluard 1926’da Fransız Komünist partisine üye olurken aradığı ortamı bulmuş ve en güzel şiirlerini yazmaya başlamıştır bile. Sürrealizmin ikinci manifestosu yayınlanınca Robert Desnos, Michel Leiris, Jacques Prevert, Raymond Queneau ve bir kaçı ayrılırlar. Ama Bunuel, Rene Char, Salvador Dali gibi yeni katılımlar olur ve ideolojik çizgilerini belirtmek için derginin adını “Sürrealizm Devrimin Hizmetinde” diye değiştirilir. İlk sayısı 1930’da çıkar.

Paul Eluard’ın sürrealizm için dile getirdiği şu görüşler, bizim yeni sosyalist gerçekçilik anlayışımızın da ana çerçevesini yansıtmaktadır: “Sürrealizm bir savunma aracı olduğu kadar kuşatma aracıdır, insanın gün ışığına kavuşturması gereken depderin vicdanıdır. Sürrealizm, düşüncenin herkeste mevcut olduğunu göstermek, herkesi düşünmeye çağırmak için çaba harcamaktadır; insanlar arasında var olan farkı azaltmak için absürt bir düzene, eşitsizlik, aldatmalar alçaklıklar üstüne kurulmuş bir düzene hizmet etmeyi reddeder. Hele insan kendini tanısın, kendinin farkına varsın, o zaman şimdiye kadar mahrum bırakıldığı zenginlikleri, nice acılar içinde teşkil ettiği bir kaç sağır ve kör büyük adam adına biriktirdiği maddi ve manevi bütün zenginlikleri ele geçirebileceği gücü bulur kendinde...”

Nazi işgali boyunca direnişçi olarak savaştı. Her an yer değiştirmek, tanınmamak, ortaya çıkmamak gereken bu yeraltı dünyasında Eluard, her gittiği yere müthiş geniş kütüphanesini de götürdü.  Fransız direnişçilerini, uçaktan atılan onun güzelim şiirleri umutlandırdı.

Güncel sözcükleri alışılagelmemiş bir şekilde işleyip kendine has bir şekilde imgeler kurması; dizelerine yön verdi ve onu farklı kıldı. Klişe dizeler Eluard’ın imgeleminde esinin gülüşleriyle büzüldü. Onun şiirleri, Yaşar Doğan’ın deyişiyle: “Bozulmamış bir meyvenin tiftiği gibidir.  Utkun bir kelebeğin göz kamaştıran kanadının şafağıdır, evrensel gençliktir.” Bu nitelikleriyle Eluard, 20. yüzyılın en büyük şairleri arasında yerini almıştır.

İSPANYA'DA

Kan rengi bir ağaç varsa İspanya'da
Hürriyet ağacıdır

Susmayan bir ağız varsa İspanya'da
Hürriyeti haykırır

Bir bardak saf şarap varsa İspanya'da
Milletin olmalıdır.

    PAUL ELUARD
    Çeviren: Orhan Veli Kanık

ŞİİRİMİZİN PROMETESİ ENVER GÖKÇE
SINIF KAVGAMIZDA HEP YANIMIZDA!

Enver Gökçe, şiir ve sosyalizm uğruna akıl almaz çile ve işkencelerle edebiyatımızın Prometelerinden biridir. Öyle ki, yazdığı şiirlerin çoğunluğu kaybolur. 1951 tutuklamasından sonra adının silinmesine çalışılır edebiyatımızdan… Ağızdan ağza dolaşan şiirleri 1970'te kitaplaşma olanağı bulur. Bu tarihten sonra dergilerde yayınlanan şiirleri ve hakkında yazılanlarla tanınmaya başlanır.

Enver Gökçe, hayatın içinde her gün sayısız kere tekrar edilen kelimeleri, yaşayan Türkçeyi, halk dilini şiire ilk defa sokmayı becerebilen şairlerdendi. Halk şiirinden Divan şiirine, Nazım’dan Dede Korkut’a uzanan bu birleşimi 1943’lerde tutturdu. Şiir yükü yoğun sözcükler seçmede, bunları dizelemede, destelemede Enver Gökçe bu geleneklerin hepsinden fayda gördü. Ustaca söylemenin yoluna girmişti. Daha 23 yaşlarındaydı. Verimli şiir yazma yılları ancak yedi yıl sürdü. Sanatını daha da geliştirecek, en olgun eserlerini verecek çağa girmişti. Harbiye mahpusuna düştüğünde 30 yaşında idi. Böyle başlayan ve uzun süren çileli hayat ve hapislik Enver Gökçe’nin yalnız sağlıklı yaşamasının değil, şiir ve sanatçı hayatının da sonu oldu. Arkadaşı İlhan Başgöz bu konuda şöyle diyor: “Onun 1960’tan sonra yazdığı şiirleri ve söylediklerini okudum. Hiç biri Enver değil bunların. Çalışamayan, okuyamayan ve en kötüsü artık düşünemeyen bir adamın kesik kesik sözleri bunlar. Enver’i genç yaşında budadılar."

Enver Gökçe, kardeşçe bir yaşamı kurmanın devrimden geçtiğini söyleyen ve devrimci sanatçıya yakışır bir şekilde yaşayan bir şairdi. Şiire başladığı 1940 yılından ölüm yılı olan 19 Kasım 1981'e kadar sanatını devrime adamış olan Enver Gökçe, "İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Yani düşüncesini onun sosyal hayatı ve sosyal pratiği belirler..." diyerek, düşünce ve eylemin birliğini somutluyordu kendinde. Yaşamının her anını devrimci kavga içinde geçiren şair, yapıtlarında işçi sınıfından yana olan tavrını şöyle vurguluyordu: “Ben, sınıf edebiyatı yapıyorum. Yani Türk halkının, hayatın her döneminde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum. Bence sanat, herşeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü, kudretini ortaya koymasındadır. 1940 yılına gelinen yıllarda Türkiye'de çeşitli sanat görüşleri var olmuştur. Ben, gayet tabii olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim ve içinde olacağım."

Kırk karanlığını, şiirin ışığı ile aydınlatmaya girişen sosyalist kuşağın unutulmaz şairlerinden olan; edebiyat ortamına egemen gerici ve yoz anlayışlar tarafından on yıllar boyu görmezden gelinen, antolojilere, şiir yıllıklarına alınmayan Enver Gökçe, halkın belleğinde çoktan unutulmaz yerini aldı. O’nu unutmayacağız, unutturmayacağız.

               
   
NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder